Monday, March 1, 2010

2009 CANADATÜRK de yayınlanan KÖŞE YAZILARI

AZİZ misin, NESİN?



Yazar: Halit Angıner


Tarih: 20 Aralık 2009



Bugünlerde Aziz Nesin’in adını sık sık duymaya başladım yine. Kısa bir süre önce Serdar Turgut, ‘tam Aziz Nesinlik bir olay’, diye yazdı.

Erman Toroğlu ise ‘böylesi Aziz Nesin’in bile aklına gelmez’, dedi.

İlk olarak orta okul yıllarımda yazılarını okuduğumda tanıdım Aziz Nesin’i. Hikayelerini okur, birbirimize anlatırdık. Hepimizi güldüren bir yazardı.

Niye gülüyorduk? Çünkü bizleri anlatıyordu. Bizim kasabamızı, bizim gibi orada yaşayanları, memurları, işçileri, işverenleri, öğrencileri, öğretmenleri, kısaca sokakta gördüğümüz herkesi anlatıyordu.

Yalın, anlaşılır dili, açık, net anlatımı vardı. 7 den 70’e, okuyandan okumazına bu kadar bilinmesinin nedeni, bu basit, ama deli dolu anlatımıdır sanırım.

Kitapları baskı üzerine baskı yapardı. İnsanları böylesine güldüren insan, yaşamında kimbilir ne kadar mutlu, ne kadar güleçtir diye düşünürdüm.

Yıllar sonra, ünü Türkiye sınırlarını aşan Aziz Nesin’in yaşam hikayesi de yazılmaya başlandı.
Böylece öğrendik ki, hikayelerinde çok abartılmış gibi anlatılan olayları bile kendisi bire bir yaşamış. Hiç de öyle mutlu geçen bir hayatı da yokmuş.

Aziz Nesin, asıl adıyla Nusret Nesin, 1915’te doğmuş. Babası Aziz bey imam, annesi ise ev hanımıymış. Mahalle mektebi, hafızlık derken askeri lise ve sonrasında harp okulundan mezun olmuş. İkinci Dünya savaşı sırasında iki yıl subay olarak sınırda hizmet görmüş. Bir patlamada yaralanınca geri hizmete alınmış.

Nusret Nesin, subaylığı sırasında yazmaya başlamış. Ancak devlet görevlisi olduğu için yazılarında yazar adı olarak babasının adını, yani Aziz Nesin’i kullanmış.

Sonrasında babası, açılan davalar için çağrıldığı poliste ve mahkemelerde adının Aziz Nesin olduğunu, ancak yazar Aziz Nesin olmadığını ispat için yıllarca uğraşmış.

Oğul Nusret Nesin ise ömür boyu, dünyanın dört bir yerinde basılan kitaplarının yayın hakkı olarak banka hesaplarına Aziz Nesin adına gönderilen paraları çekebilmek için, adının Nusret Nesin olduğunu, ama gerçekte kendisinin yazar Aziz Nesin olduğunu belgelemek için uğraş vermiş.

Tek parti yönetiminin, karşıt düşünceleri amansızca boğduğu, yasa masa dinlemediği dönemlerde hayatını yazarak kazanmaya kalkışan Aziz Nesin’in yaşamı, çok zorlu mücadelelerle doludur.

Bir yandan ailesinin karnını doyurmaya, bir yandan yazar olarak tutunmaya çalışırken, koskoca bir devletin bütün olanaklarıyla, işkence mekanizmalarıyla bu 160 santim boyundaki, yeryüzünde hiçbir desteği olmayan adamın üzerine bütün gücüyle çullanması ibretle okunacak bir olaydır.

Savaş bitmiştir ama tek parti idaresinin baskı aracı sıkıyönetim devam etmektedir. Aziz Nesin hem yazarak evine ekmek götürecektir, hem de yazmasını istemeyen yönetime direnecektir.
Bu yıllarda Aziz Nesin bir kitap yazar ama devlet baba toplatır. Bir dergi çıkarır ama 15 sayısının 7 tanesi toplatılır. Üstelik bu 15 sayıyı yayınlayabilmek için derginin adını sürekli değiştirir.

Çıkardığı Marko Paşa adlı derginin her sayısı 60 bin adet satılır. O zamanlar en çok satan gazete ancak 30 bin adet basılmaktadır.

Sıkıntılar içindeki halk, Marko Paşa’daki muhalif sesi sever. Üstelik kendi anlayacağı dilde hakları savunulmaktadır.

Hükümet Marko Paşa’yı kapatır. Aziz Nesin derginin adını değiştirerek ‘Malum Paşa’ yapar.

Hükümet tekrar kapatınca derginin yeni adı ‘Bizim Paşa’ olur. O da kapatılır. Bu defa 7- 8 ‘Hasan Paşa’yı çıkarır. Kapatılır. Aziz Nesin yılmaz, derginin adını tekrar değiştirir ve bu defa ‘Ali Paşa’ yapar. Kapatılır. Medet’i çıkarır. O da kapatılır. Dergiyi ‘Baştan’ adıyla yayınlar.

Hükümet kapatır. Yeni Baştan’ı yayınlar. O da kapatılır. Bu arada Aziz Nesin her defasında tutuklanır, hapse girer.

Bir defasında artık hükümeti eleştirmeyeceğini, çünkü dergisinin bu eleştiriler yüzünden kapatıldığını, kendisinin hapse atıldığını, bundan böyle yalnızca ülkemizde yetişen meyve ve sebzeler hakkında yazacağını söyler.

Ziraat Bakanlığı bu yazıları dava edecek değil ya, der.

İlk yazısı memlekette yetişen hıyarlar üzerinedir. Ve hükümet bu yazı üzerine dergiyi tekrar kapatır.

Bugün Aziz Nesin’in yazdığı bu yazılar okunduğunda insanın ilk tepkisi: ‘Ne var ki bu yazılarda’ oluyor. Gerçekten yazılarda bir şey yok. Ama hükümetler muhalif seslere tahammül edemiyor.

Özgürlüklerin alanı, Aziz Nesin gibi, çekilen bütün acılara rağmen, yenilmeyen, teslim olmayan kişilerin verdikleri uzun mücadelelerin sonunda genişleyebilmiştir.

Onların kazanımları, bugün hangi düşünceyi savunursa savunsun, düşünce adamlarına çevrelerini aydınlatmaları olanağını sağlamıştır.

Aziz Nesin çeşitli ülkelerde defalarca büyük ödüller kazandı. Defalarca Türk bayrağını dalgalandırdı. Ama kendisine pasaport verilmediği için, bu birincilik ödüllerini gidip alamadı.

İktidar sahiplerine yaranıp köşeyi dönmek gibi bir düşünceye kapılmadığı, ekmeğini kalemiyle, emeğiyle kazanmak istediğinden, iktidara gelmesine katkıda bulunduğu Demokrat Parti hükümeti zamanında muhalefet yaptığı için ilk tutuklanan yazar Aziz Nesin oldu.

Gelen, giden bütün yönetimlerin gözünde, doğru bildiğini söyleyen, korkmayan Aziz Nesinler daima suçludurlar.

Aziz Nesin’in hayalini kurduğu bir yönetim altında bile ilk hedeflerden biri olacağı şüphesizdi sanırım.

Neden mi?

Bu sorunun cevabı Aziz Nesin’in içinde yetiştiği kültürdedir. Aziz Nesin Anadolu’nun çocuğudur. Hoca Nasreddin kültüründen gelmiştir.

Bu kültürde, Nasreddin Hoca’nın deyişi ile ‘Hırsızların hiç mi hiç günahı yoktur !’

Not: “Aziz misin, Nesin ?” başlığını, Aziz Nesin’in yayınladığı Zübük adlı dergide, Aziz Nesin’e kızarak yazan bir okurun mektubunda okumuştum. O zamanlar çok sayıda basılıp satılan bu derginin binası, bilinmeyen bir nedenle, içerisindeki her şeyle birlikte yanmış, kül olmuştu.






GÜZ SANCISI - ACILI TARİH


Yazar: Halit Angıner

Tarih: 08 Aralık 2009



“ Ben küçükken bir gün eve su lazım oldu. Annem kovayı verdi, çeşmeye gittim. Dolapdere’deki çeşmeye.

Çeşme başı kalabalıktı. Sonra sıra bana geldi. Kovama suyu doldurdum.

Kovamın içine baktım: Aman Yarabbi, suyun içinde bir beyaz bulut yüzmüyor mu ?

Ne sevindim bilemezsin... Ne sevindim! Ne sevindim!

Kovayı koşa koşa eve götürüyordum, koşa koşa.. Mama, Mama, diye haykırıyordum, Mama, Mama.

Kömürcü Hristo sordu:

 - Ne oldu Yorgiya, ne oldu ?

Cevap verdim: Havadaki bulutu kovama doldurdum, eve götürüyorum.

Evimize girerken bulut hâlâ kovadaydı.

İçeride kovayı anneme gösterdim:

- Bulutu getirdim anne, dedim, bulutu!

Annem sordu: - Hani nerede ?

Annemle eğilip kovaya baktık. Bulut yoktu. Kovadaki suyun yüzünde yalnızca evimizin isli tavanının gölgesi görünüyordu.

Bulutum yoktu. Ağladım, ağladım. Saatlerce ağladım. Susturamadılar beni.”

Kısa bir süre önce, “Güz Sancısı” adlı filmi izlerken aklıma, Sait Faik’in anlattığı, küçük Yorgiya’nın yukarıdaki hikayesi geldi.

İstanbul’da, Dolapdere’de, yoksul bir Rum kadının kızıdır Yorgiya. Kader her yoksul ailesini nasıl vurursa onları da öyle vurmuştur.

Aynı kaderi paylaşan komşuları Türkler, Boşnaklar, Ermeniler ve başka değişik kökenli insanlarla bir arada, içiçe yaşarlar.

Ve derken bir gün....O zaman ben de çocuktum. Akşam saati kapı çalındı. Açtım. Kapıda Murtez amca, annemin amcası.

İzmir’den geliyordu, evimiz yolu üzerindeydi ve geçerken uğramıştı.

Her zamanki, geçiyordum uğradım ziyareti değildi bu defa ki. Dehşet içindeydi. Anneme:

- Ah, Sadiye, dedi, bilsen neler oldu?

Annemin merak ve korku dolu bakışlarıyla dinlediği şeyler anlattı. Bir takım kişiler, İzmir’de evleri, dükkanları yakıyorlardı.

- Kimin evlerini? diye sordu annem.

- Hristiyanların evlerini, dedi Murtez amca.

İçinde büyük bir korku vardı. Bu korku geçmişte yaşadıklarından geliyordu. Yangın ve yanmak onu ürküten iki korkunç kelimeydi.

Komşuyla komşu karşı karşıya... Yaşanmış çok kötü günleri hatırlıyordu. Bu acıları biliyordu.

İstanbul gazeteleri Manisa’ya basımdan bir gün sonra gelirdi. İki gün sonra gazetelerin sayfalarında bir çok siyah beyaz fotoğraflar olduğunu gördük.

Bu fotoğraflarda İstanbul sokakları vardı. Sokaklarda ise diz boyu parçalanmış mobilyalar, açılmış top top kumaşlar, konfeksiyonlar ve kırılmış, dökülmüş akla gelebilecek her türlü eşya vardı.

Arabalar ters çevrilmiş yakılmıştı. Kiliseler yağma edilmiş ve yakılmıştı. Bir kin ve nefret topu evlere işyerlerine girmiş her şeyi parçalamış, parçalamış, parçalamıştı.

Gizli eller, bir önceki gece, Müslüman olmayan yurttaşların evlerini ve iş yerlerini, duvarlarına boyayla Haç çizerek işaretlemişlerdi.

Ertesi gün ise, örgütlü gruplar sokaklarda işaretlenen evlere, dükkanlara giriyor, onları tahrip ve yağma ediyorlardı.

İbadethaneler yakılmıştı. İnsanlar öldürülmüştü. Kadınlara, Yorgiya’lara tecavüz edilmişti.

Devlet büyükleri derhal duruma el koydular ve suçluları tutukladılar. Ve bunların derhal yargılanıp asılacaklarını cümle aleme ilan ettiler.

Tutuklanan suçlular kimler miydi ? Elbette zamanın kötü adamları, yani Komünistler, yani yazar Aziz Nesin, yazar Asım Bezirci, yazar Hasan İ. Dinamo, yazar Kemal Tahir’ di.

Sonradan Aziz Nesin, o günlerde, yazarlar kongresi dolayısıyla, İstanbul’da bulunan ve olaylara şahit olan Avrupalı gazetecilerin, Avrupa basınında çıkan yazıları sayesinde ipten kurtulduklarını anlatmıştır.

İşte GÜZ SANCISI adlı film o korkunç günlerin, İstanbul ve İzmir’de yaşanan 6 – 7 Eylül dehşet günlerinin hikayesini anlatıyor.

Filmde binlerce yıldır bu topraklarda yaşamış insanların politik kışkırtmalarla, politik hesaplarla, iş yerlerinin, evlerinin yağma edilmesi, kadınların tecavüze uğramaları, öldürülmeleri ve ibadet hanelerin yakılması anlatılıyor.

Olaylardan sağ olarak kurtulanlar kitleler halinde ülkeyi terk ettiler. Vatanlarını terk ettiler.

Binlerce yıldır burada yaşıyorlardı. İçinde yaşadığımız şehirlerin temellerinde onların dedelerinin emekleri, dökülmüş terleri vardı.

Bu topraklarda yaşadıkları acıları, mutlulukları, anıları, bir uzun geçmişi, ata mezarlarını bırakarak gitmek zorunda kaldılar.

Sonraki yıllarda, bir kere daha tekrarlanan zoraki göçmenlik acısını yaşamak durumuyla karşılaşan bir ailenin evini görmüştüm.

Ev sahipleri öyle bir panikle gitmişler, ya da sınır dışı edilmişlerdi ki, her bir şeyleri olduğu gibi kalmıştı.

Metal çerçevelerde aile fotoğraflarında analar, babalar, çocuklar, genç kızlar vardı. Çocuk odalarında oyuncaklar, sandıklarda çeyizler, mutfakta bütün gereçler olduğu gibi duruyordu.

Belli ki aile kısa zamanda geri dönme umudu taşıyormuş. Olayların üzerinden bir kaç yıl geçmişti ama hâlâ evlerine dönememişlerdi.

6 – 7 Eylül olaylarının olup bittiğini düşünmek doğru olmaz. O olaylar, sonraları değişik kostümler giydirilerek tekrarlandı.

Maraş olayları, Çorum olayları, Sivas olayları ve sizin de adını ekleyebileceğiniz daha birçok olay GÜZ SANCISI’nın devam ettiğini gösteriyor.

Politikacıların kendilerini haklı kılacak konuşmaları yaparken toplumu meydana getiren insanların, ülke tarihi boyunca taşıdıkları etnik, dini ve sosyal kimlikleriyle oynamaları her zaman çok tehlikeli bir silah oldu.

Savaşır gibi söylenen barış söylemleriyle topluma huzur getirmek mümkün olabilir mi?

Liderlerin küçük politik kazançlar için yaptıkları toplumda büyük patlamalar yaratabilir. Komşu komşuya, kardeş kardeşe düşebilir.

Hamasetli, belagatlı konuşmalar, bazen pimi çekilmiş bomba etkisi yapabilir. İmam ve cemaat ilişkisidir bu.

Eğer rastgelirseniz Güz Sancısı filmini izleyin.

Dersler alınmalı ki, acılar yaşanmasın.





KİMİMİZ ÖLDÜK
KİMİMİZ NUTUK SÖYLEDİK


Yazar: Halit Angıner


Tarih: 19 Kasım 2009



Dedem henüz iki yıl önce geldiği vatanını işgal etmek isteyen düşmanlara karşı savunmak için cepheye gitmiş.

17 yaşındaki kardeşi, - ki şimdi adını ben taşıyorum - abisinin yanında gönüllü olarak katılmış vatanın savunmasına.

Geride kalan kadın ve çocuk, yıllarca şu türküyü söylemiş olmalılar: “ Giden gelmiyor, Acep ne iştir !”

Bugün ziyaret edebileceğimiz bir mezarları bile yok. Nerelere gömüldüklerini bile bilemiyoruz. Gönülleri okşayacak bir demet çiçek, ruhları okşayacak bir satırlık duadan bile yoksunlar.

Ninem küçük yavrusuyla kaderin acımasız ellerinde kalmış. Güzel, alımlı bir kadındı. Çok talipleri olmasına rağmen, üvey baba çocuğuna eziyet eder korkusuyla evlenmemiş.

Ana oğul çok zor şartlarda yaşamışlar. Ninem bağlarda, bahçelerde yevmiyeci olarak çalışmış. Kimsenin önünde eğilmemiş, kimseye avuç açmamış.

Çocukluğumda, insanların nineme gösterdikleri saygının onun yaşına gösterilen saygı olduğunu sanırdım. Sonraki yıllarda bu saygının onun çelik gibi, bükülmeyen iradesine, yılmayan mücadelesine gösterildiğini anladım.

Babam, kendini bilmeye başlar başlamaz ekmek peşinde koşar olmuş. Çocuk o yaşta ne iş yapabilir?

Babam 8 - 9 yaşındayken, elinde tırpan, dağda çalılıklardan odun keser, onları demet halinde bağlar, sırtında taşıyarak pazar yerine getirirmiş.

Pazar yerinde odunları satar ve kazandığı bir iki kuruşu, akşam olduğunda, tarlada amele olarak çalışmaktan gelen, yorgun nineme verirmiş.

Bir gün babam çalılıkta odun keserken tırpan kestiği dalı sıyırarak bütün hızıyla babamın dizine çarpmış ve dizini parçalamış.

O zaman Manisa’nın tek hastahanesindeki doktor babamın yarasını kontrol etmiş ve çocuğun hayatının kurtulması için bacağın çok acele kesilmesinin gerekli olduğunu söylemiş.

Ninem kendince düşünmüş: Hiç bir imkan olmayan, geleceğin yalnızca zorluk ve yoksulluk vadedebildiği o günlerde, üstelik bir bacağı olmayan babasız bir çocuğu bekleyen şeyin ancak sefalet olduğunu düşünmüş.

Ninem gözyaşlarıyla anlatırdı: “ O zaman düşündüm, ölse bari kurtulur, dedim. Aldım oğlumu kucağıma, doktorun yanından kaçırdım.”

Sonra mucize gerçekleşmiş ve babam iyileşmiş. Gerçi bütün ömrü boyunca yaralı dizi babamı bir hayli üzdü ama, bayağı uzun sayılabilecek bir ömür yaşadı.

Babam, dizi ne zaman ağırsa, doktorun dediklerini hatırlar, bacağının kesilmesine izin vermeyen annesini, yani ninemi, minnet ve rahmetle anardı.

Ninemden dinlediğim, anlatırken ninemin gözlerini yaşartan bir başka olay da şuydu: O yoksulluk yıllarında, akşam üzerleri babam, pazar yerinde odunlarını sattıktan sonra satıcıların attıkları artıkları toplarmış.

Hani manavdan alınan pırasanın, kerevizin, taze soğanın işe yaramayan uzun saplarını satıcıya kestirip atarız ya işte o işe yaramaz sapları babam yerden toplar eve getirirmiş.

Ana oğul bu artıklardan yemek yaparlarmış. Çünkü kazandıkları para kiraya ve diğer masraflara bile yetmezmiş.

Bir gün, o sıralar Manisa’da yaşayan, bir Yahudi bayan, pazara bir sırt yükü odun getirmiş olan babamdan odunlarını satın almış.

Sonra babamdan, odunlarını evine kadar taşımasını istemiş. Evde babama odunların parası kadar bahşiş vermiş: Yani odunlar 20 kuruşsa, bir o kadar da bahşiş.

Babam ne yapacağını şaşırmış. Kendisini birden çok zengin birisi olarak görmüş. O güne kadar yalnızca sokağa atılan saplarını pişirdikleri pırasaların gerçek tadını merak edip bir kilo pırasa satın almış.

O zaman babam en çok 9 yaşında.

Ninem ilk ve son defa babamı, o bir kilo pırasayı gördüğünde dövmüş. Döverken, biz zengin miyiz ki parayı böyle harcıyorsun, diyormuş.

Ninem bu olayı hep ağlayarak anlatırdı, ellerim kırılaydı da çocuğumu dövmeseydim, derdi. Ah, yoksulluğun gözü kör olsun.

Babam hiç okula gidememiş.

Yıllar sonra, çıraklık, kalfalık, ustalık derken, ilk olanak bulduğunda, gece kurslarında okuma yazma öğrenmiş.

Babam okumaya öyle meraklıydı ki hiçbir zaman gazetemiz, dergimiz eksik olmazdı.

Evimizde, yani o okul yüzü görmemiş babanın evinde, çocukları olan bizler, kitaplar, dergiler, gazeteler arasında büyüdük.

Bütün bunları neden anlattım. Muğla Milas’ta bir Gazi’nin, yaşadığı derme çatma bir yerde, ölümünden 3 gün sonra, cenazesi bulunmuş. Fotoğrafı ise içler paralıyor.

Ölüm nedeni: Açlık.

Kore savaşı gazisi yaşamak zorunda kaldığı güç şartlarda, bakımsızlıktan, açlıktan ölmüş.

Düşünün bir kere: Adamı büyük laflarla cepheye gönderiyorsunuz. Onun üzerinden siyaset yapıyorsunuz, edebiyat paralıyorsunuz, hamasi nutuklar söylüyorsunuz.

Bu edebiyattan, türküden, siyasetten herkes bir şeyler kazanıyor, ama ölenin çocukları sefalete, sağ olarak dönenin kendisi açlığa mahkum oluyorsa bunda ahlaksal bir bozukluk olduğunu düşünmek yanlış mı olur?

Uğrunda savaşılan, kurtarılan, canlar pahasına savunulan vatanın sahiplerine bakıyorsunuz: Savaşı uzaktan izleyenler!

Neden?

Çünkü ötekiler kurtarılan vatan uğruna öldüler.

Çocukları babasız kaldılar.

Yoksulluktan okuyamadılar.

Yoksulluktan iş kuramadılar.

Kurtarılan vatanın nimetleri savaşa gitmeyenlere kaldı.

Savaşmayanlar, ötekiler cephelerde savaşırken kazandılar.

Çocuklarına en iyi tahsili yaptırdılar, en iyi imkanları sağladılar.

Savaşmadıkları savaşların hikayelerini de onlar yazdı.

Çünkü şehitlerin, gazilerin çocukları, karınlarını doyurmak için dağlarda odun kesiyorlardı. Gaziler de ısıtılamayan kulübelerde açlıktan ölüyorlardı.

Gazilere kalabilecekleri bir ev, ya da bakım evi, karınlarını doyuracak kadar maaş çok bir şey mi?

Azıcık insaf. Azıcık insanlık.






GÜVENLİK KONTROLÜ


Yazar: Halit Angıner

Tarih: 08 Kasım 2009


Toronto’da, uçağa binerken kontrolden geçiyorum. Çantamı, ceketimi, yağmurluğumu tarayıcının bantına koydum. Arkasından saatimi, cüzdanımı, kemerimi, ayakkabılarımı bir kutuya yerleştirdim.

Kutuyu da yürüyen bantın üzerine yerleştirdim. Şimdi kendim kontrolden geçeceğim. Yalnız önümdeki bayanda bir sorun var. İçinden geçtikçe tarayıcı ötüyor. Ben de buz gibi yerin üzerinde titriyorum. Bir yandan da düşen pantolonumu çekiştiriyorum. Arkamdakiler de benim durumumda.

Neyse sonunda bayan geçti, ardından da ben. Ayakkabılarıma kavuştum. Bir bayan çantamın başında bekliyor:

- Çanta sizin mi ?

- Evet.

Kara kutunun arkasından bir çubuk çıkardı. Çantamın sap kısmında dolaştırdı, sonra da çubuğu bir aletin içerisine soktu. Bana gülümseyerek:

-Bugün nasılsınız, diye sordu.

-Çok iyiyim. Hele şu an öylesine mutluyum ki!

- Yaaa! diyerek baktı kadın. Ne oldu ki bu kadar mutlusunuz ?

- Bakın buradayım ve sizin tarafınızdan kontrol ediliyorum. Kontrol edildikçe daha da mutlanıyorum.
Biliyor musunuz bir potansiyel suçlu muamelesi görmek herkes gibi beni de çok mutlu ediyor.

Bayan, çantamı alabileceğimi söyledi. Aldım ve kapıya doğru yürüdüm.

Niye böyle yapılıyor dersiniz? Niye herkesin önünde soyunuyor, yalın ayak, başı kabak kontrol ediliyoruz?

Dünyanın öteki ucundaki bir noktada olup biteni takip edebilen teknoloji, hemen önünden geçen kişinin parfümünün cinsini bile uzaktan anlayabilir.

Ama yok, ille ayakkabınızı çıkaracaksınız. İlle kemerinizi çıkaracaksınız. Pantolonunuz düşe düşe, ayaklarınız beton zeminde dona dona, kuyruklarda bekleyeceksiniz.


***


Türkiye’den geliyorum, yeğenim havaalanına getirdi. Orada biliyorsunuz daha havaalanı girişinde tarayıcıdan geçiliyor.

Yeğenimin yardımıyla eşyalarımı banta koydum. Kendim tarayıcıdan geçtim. Bavullarımı ve diğer eşyalarımı öbür taraftan alıyorum.

O sırada yeğenim durmadan içeri geçip geri dönüyor. Çünkü her defasında makine biip biip diye ötüyor. Onu beklerken bantın üzerinde bir bıçak gördüm.

Hani şu avcılar, kamp yapanlar, ayılara karşı yanlarında taşırlar ya işte öyle, kocaman bir bıçak.
Yeğenimi bekledim bıçağı ona da göstereyim diye. Hem de merak ediyordum: “ Kimin bu? Şimdi polisler adama ne yapacaklar ?”

Yeğenim geldi. Ben ona bantın üzerindeki bıçağı gösteriyordum ki, yeğenim bıçağı aldı cebine koydu. Yahu, dedi. Bıçağı arabada bırakacaktım, unutmuşum. Burada fark ettim. Bantın üzerine koydum, bakalım ne olacak, diye. Meğer bir şey olmuyormuş.

Bir kahkaha attı ve ekledi: Bir daha sefere kılıçla geleceğim.

Merak ediyorum; bakalım o zaman ne olacak...


En Büyük Bayram

Ailem Balkanlardan Türkiye’ye göçüp gelmiş. Balkan savaşlarının acılarla dolu katliam günlerinden kaçmak için yollara düşen milyonlarca Müslümana katılarak Anadolu’ya sığınmışlar.

Ama talih Anadolu’da da kendilerine gülmemiş. Düşman, onları takip eder gibi, arkalarından gelmiş.

Ailenin erkekleri Çanakkale’de, Filistin’de savaşır ölürken, geride kalan kadın ve çocuklar, vatanın “Harim-i İsmet”inin, düşman tarafından işgal edildiğini görmüşler.

Artık gidebilecekleri bir başka yer olmadığından umutsuzluk yaşamlarına karabasan gibi çökmüş.

Ve birgün, binlerce Manisalıyla birlikte katliamdan kaçarak sığındıkları Manisa Dağı’ndan, düşmanın tutuşturduğu, alevler içindeki Manisa’ya, yanan evlere bakar ağlaşırlarken, Mustafa Kemal’in askerlerinin dört nala, onları kurtarmak için geldiğini görmüşler.

Çocukluğumda annem tarafı ve babam tarafı, her iki tarafta çok muhafazakar olmalarına rağmen, birbirleriyle politik konularda hiç anlaşamazlardı.

Annemin ailesi Halk partiliydi, babam tarafı ise Demokrat partili.

Her iki taraf da birbirlerini tartışmalarla aşırı derecede kırarlardı. Küslükler olurdu.

Yalnız bir konu hiçbir zaman tartışılmazdı: Mustafa Kemal ve Cumhuriyet.

Bu ikisine inanılmaz bağlılıkları vardı ve her şeylerini bu iki tartışılmaz değere borçlu sayarlardı.

86’ıncı yıldönümünde, Kanada Türk Toplumunun Cumhuriyet Bayramını, Atatürk’ün şu sözleriyle kutluyorum:

“ En büyük bayramdır. Kutlu olsun.”



UNTER DER LINDEN


Yazar: Halit Angıner

Tarih: 19 Ekim 2009 12:35


Orta okuldaydık. Konu neydi şu an hatırlamıyorum ama bütün öğrenciler toplanmıştık. Şiirler okunuyordu.
Bir ara dalmışım. Dikkatimi topladığımda bir arkadaşım, Fikret, şiir okuyordu:
“ eğer sisler bulvarı olmasa
ezan vakti yağmur yağmasa
şüphesiz bir delilik yapardım
kimseler beni anlayamazdı
on beş sene hüküm giyerdim
dördüncü yılında kaçardım
belki kaçarken vururlardı ”
Fikret bitirdi. Değişik bir şiirdi. Az alkış aldı. Öncekilerden bir hayli az.
Fikret’i buldum. Başını kaçırdım, dedim. Okuduğun şiir kimindi ?
- Attila İlhan, dedi.
O gün okul çıkışı Manisa’daki bütün kitapçıları dolaştım.
Yok, hiçbirinde Attila İlhan’ın şiir kitabı yoktu. Ertesi gün Fikret’i buldum. Bana şiirin bulunduğu kitabı verebilir misin, diye sordum.
Kitap benim değil, abimin, dedi. Ondan isteyeyim.
Ertesi gün kitabı getirdi. Abisi Ankarada’da öğrenciydi. Onun için acele okumalı ve geri vermeliydim.
O gece kitabı bitirdim. Annem yüksek sesle okuduğumu duyunca çıktı, geldi. Ne yapıyorsun, dedi.
Ders çalıştığımı söylemiş olmalıyım. İşte Attila İlhan şiirini böyle tanıdım.
Sonra diğer şiir kitaplarını, ardından romanlarını okudum. Şiirlere öylesine tutulmuştum ki, romanlarını da şiir gibi okuyordum.
“Sokaktaki Adam”ı, “Zenciler Birbirine Benzemez”i, “Kurtlar Sofrası’nı” Türk romanının şah eserleri kabul ediyordum.
Fikret’le iyi arkadaş olmuştuk. Açtığı ufuk için ona minnettardım.
Birlikte lisenin duvar gazetesini çıkardık. Bir ara gazetemizi basmayı bile düşündük.
Konuştuğumuz ihtiyar matbaacı bizlerde kendi gençliğini mi gördü nedir, heyecanlandı, gözleri yaşardı.
-Sizden yalnızca kağıt parası isterim. Diğer her şey benden, dedi.
Ama kimse de para yoktu ki! O, üç kuruş kağıt parasını denk getiremedik.
Üniversiteye gittiğimde, Attila İlhan’ı okuyan ve sevenlerin çokluğunu görünce pek şaşırdım.
Yurtta, yastığımın altında her zaman Attila İlhan’ın şiir kitabı olurdu.
İlk dostla da - Mustafa- onun, kitapları yastığımın altında görmesiyle tanıştım.
Mustafa, sonradan bir nedenle bizim okuldan İstanbul Üniversitesi’ne gitti.
Mustafa ile, daveti üzerine gittiğim İstanbul’da, bir gün bir gece, kilometrelerce, Attila İlhan’ı ezberimizden okuyarak, o şiirlerde anlatılan sokaklarda, yağmur altında, sırılsıklam ıslanarak dolaşmıştık.
Bunları anlatmak belki şimdi insana anlamsız gelebilir. Ama bir zamanlar renkli balonların, kulakları sarsan müziğin, gürültülü arabaların, internet ve cep telefonlarının olmadığı o yıllarda yalnızca; şiirler, romantik rüzgar, insanı gözyaşlarına boğan şarkılar, sevgilinin el yazısıyla iki satır mektubu ve insanı farkına varmadan sırılsıklam ıslatan yağmur vardı.
Bir gün bir arkadaşla otobüse binip Ankara’dan İzmir’e Attila İlhan’ı görmeye gittik.
Evinin olduğu semti öğrenmiştik. Evi sora sora bulduk. Kapıyı çaldık.
Kapıyı ufak tefek bir beyefendi açtı. Buyrun, dedi, ben Attila İlhan.
Arkadaşım kendini tanıttı ve içeriye girdi. Ben ise kapıda kalakaldım.
Yıllardır şiirlerini okuduğum, Attila İlhan demek bu adamdı.
Arkadaşım beni içeri çekmeye çalışırken, Attila İlhan onu tuttu, dur dedi. Bu şoku biliyorum, benim kitaplarımı okuyanlar, beni bambaşka biri olarak hayal ediyorlar. Gördüklerinde de şaşırıyorlar.
Gerçekten ben, izmaritlerin kül tablalarını doldurduğu, her şeyin karmakarışık ortaya yığıldığı bir ortamda, rüzgara kapılmış bir serüvenciyle, bıyıkları şaha kalkmış bir Mehmet Ali ile karşılaşacağımı sanıyordum.
Oysa sakin, ufak tefek, tertemiz giyimli bir Attila İlhan, bizi, inanılmaz düzenli, tertipli bir evde ağırlıyordu.
Üstelik ne içki içiyordu, ne sigara.
Saatlerce konuştuk. Ne bize gidin dedi, ne biz kalkmayı akıl ettik. Her şeyden haberi vardı. Bilgi deposu gibiydi.
Hanımı, (o zamanlar evliydi ) kocasına ve onun misafirlerine saygılı bir hanımefendiydi. Orada olduğumuz sürece yalnızca sorulunca konuştu. Konuşmalarından çıkardığım, son derece akıllı ve kültürlü bir bayan olduğuydu. Kısacık saçlarıyla çok da güzeldi.
Attila İlhan’ı sonrasında yalnızca televizyonlarda gördüm.
Yıllar sonra bir gün, Manisa’dan Ankara Ekspresine binmiştim. Trende yerimi ararken, birisi adımı çağırdı.
Baktım Fikret. O zamanlar İzmir milletvekiliydi. Yıllardır birbirimizi görmüyorduk.
Laf lafı ve elbette laf da şiiri açtı. Şiir olur da Attila İlhan olmaz mı!
Artık Attila İlhan’ın bir yığın okuyucusu vardı. Kitapları baskı üstüne baskı yapıyordu.
Sabaha kadar, Ankara’ya varana kadar, Fikret’le, eski günleri konuştuk, şiirler okuduk. O gençlik heyecanıyla tutulduğumuz Attila İlhan’ı andık.
Attila İlhan tutkumuzu şu şarkının mısraları anlatabilir ancak:

“ Sevemez kimse seni - n şiirini -
benim sevdiğim kadar ”




BULUNMAZ ÇİÇEKLERİN
KOKULARI AMBERİN


Yazar: Halit Angıner

Tarih: 04 Ekim 2009 13:18


Hey Tanrım, bu güzel sonbahar günlerinde durup da bu kadar şeyi kafaya takmanın ne alemi var!
Ama insanoğlu bu işte. Huzursuz bir ruhun mu var, sıkılacak bir şeyi mutlaka bulursun; Yüreğini sarsan yalnızlık, bırakılıverilmişlik, ne derseniz deyin; bir şeyler işte..
Salonu arşınlayıp duruyorsun. Balkonda oturup karşılara bakmak da kesmiyor. Nereden gelir de oturuverir ki insana böyle karamsarlık ve yalnızlık duygusu.
Ayakkabılarımı ne zaman geçirdim ayaklarıma? Evet, kendimi dışarıya atmazsam, burada boğulacağım.
Hızlı adımlarla köprüyü geçtim. Çimlerin üzerinden köprü altına indim. Oradan da iki yanında kocaman söğüt ağaçlarının sıralandığı patikaya sardım.
Burası inanılmaz güzel. Her geçişimde şiirlerle dolduğum yer.
Dosdoğru göle gittim. Kıyıya oturdum. Rüzgar esiyor. Bu güzel işte. Başımdaki bütün ağırlığı alıp götürebilir. Belki gerçekten alır götürür.
Gölün kurşun rengi sularında dalgalar rüzgarın ıslıklarıyla yükseliyor. Gök kurşuni bulutlarla dolu. Aynı renk her şeyin üzerine tüm ağırlığıyla çökmüş.
Dalgalar kıyıya yaklaşınca köpürü-yorlar. Rüzgar göğsüme doluyor, aklımı alıyor. Köpüren suların beyazlığı, huzursuz ruhuma belli belirsiz bir ferahlık taşıyor.
“ Köpük dişler, gök dudaklar bağrın yellere karşı, dertli sunam, taşıdığın ne ?
Taşıdığım su, bayım: Denizlerin..”

Burası göl. Taşınan denizlerin değil, gölün suyu. Dalgaların getirdiği su kumsalda kıvrılıyor, dökülüyor, kırılıyor, ayaklarımın dibine kadar gelip, bin bir reveransla eğilip bükülerek çekiliyor, gidiyor.
Benimle birlikte büyük bir dikkatle olanları izleyen bir yığın martı, suların çekildiği yere yürüyerek, bereketli tabiatın taşıyıp getirdiklerini paylaşıyorlar.
Su martıları hiç ıslatmıyor. Oysa yağmurun tek tük damlalarıyla ben şimdiden ıslandım. Onlarsa çırpı bacakları, kara benekli burunlarıyla, ne yağmurun ne de dalgaların üzerlerine boşalttığı suyun farkındalar.
Rüzgar bulutları biraz dağıttı. Yukarıda, bulutların aralığında Güneş görünüyor.
Sıkıntılı ruhların ateşini alan rüzgar ve şimdi de aydınlatan Güneş. Kurtuluş kapıları açılıyor. Yaşamda ki güzelliklerin farkına varabilmek gerçekten yorucu bir iş.
Bir çift ördek hışırtılarla gelip kondular. Yeşil tüyleri gölde parıldadı:
“ ruhum, birazcık düşün
oraya gidip bir gün
yaşamanın birlikte
sevmek, daima sevmek
sevmek ölünceye dek
sana benzeyen yerde;
görünce göklerdeki
ıslanmış güneşleri
arasında sislerin
sihridir beni saran
yaşlarla parıldayan

insan orada bulur
sevgi, görkem ve huzur ”
Güneş yine kayboldu.Ortalık daha bir karardı. İnsanı yaşama bağlayan gelecek aydınlık günlerin hayali değil mi ?
“ gelip geçen yıllarla
o parıldayan eşya
yalnız bizim olacak
bulunmaz çiçeklerin
kokuları amber’in
nefesine dolacak
tavanlar süslü zengin
bütün aynalar derin
doğunun görkemi var
orda her şey gizlice
kendi ana dilince
ruha bir şey fısıldar:
insan orada bulur
sevgi, görkem ve huzur ”
Yağmurda sırılsıklam oldum. Artık eve dönmeliyim. Çocuklar neredeyse gelirler. Kapıyı açık bulmalılar.
Peki, ya gönül kapısı ?
Galiba onun hep açık kalması gerek.
Yoksa nasıl bilinebilir ki gönül kapısının ne zaman çalınacağı.
Çünkü hayatta, her an birisi, gizlice, kendi dilince, insanın ruhuna bir şeyler fısıldayabilir.




ORHAN PAMUK TORONTO'ya GELIYOR



Yazar: Halit Angıner

Tarih: 19 Eylül 2009 13:59


1995 yılıydı. Kanada’da henüz pek yeniydik. Bir arkadaşım telefon etti. Orhan Pamuk yazarlar toplantısı için Totonto’ya gelmiş, konuşma yapacakmış.
Gitmek ister misin? diye sordu.
Oğlumla Harbourfront’a gittik. Küçük sahnesi olan bir odada Orhan Pamuk kitaplarından bir bölüm okuyacaktı. Dinleyici olarak 15 – 20 kişiydik.
Sahnenin bir tarafında bir masa sandalye, diğer köşesinde ise boş bir sandalye vardı. Boş sandalyenin üzerinde Yaşar Kemal yazan bir plaket bulunuyordu.
Derken bir görevli sahneye çıkarak Orhan Pamuk ve yapıtları hakkında konuştu. Konuşması biterken sahnenin bir köşesinde duran boş sandalyeyi göstererek: “ Bu sandalye, Türkiye’de tutuklanan ve halen hapishanede yatan yazar Yaşar Kemal’le dayanışma amacıyla konuldu. Ünlü yazarı düşüncelerinden dolayı hapseden Türk Hükümetini burada Dünya Yazarlar Birliği adına protesto ediyoruz” dedi.
O günlerde Yaşar Kemal bir Alman dergisine Kürtlerle ile ilgili olarak konuşmuş, bu nedenle Türkiye’de hakkında dava açılmıştı.
Orhan Pamuk sahneye çıktığında bizleri selamladı. Sonra, “ Az önceki konuşmayı dinlerken kulaklarıma inanamadım. Ben buraya gelirken beni uğurlayanlar arasında Yaşar Kemal de vardı. Kendisi hapiste filan değil. Nereden çıkarılıyor, uyduruluyor bu haberler!” diye tepkisini ortaya koydu.
Sonra bizlere “Kara Kitap”tan “Boğaz’ın suları çekilince ” adlı unutulmaz bölümü okudu. Bu bölüm, romanın kahramanı olan gazete yazarının bir köşe yazısıydı. Yazar, İstanbul Boğazında bir gün sular çekildiğinde ortaya çıkacak olan geçmişin hikayesini anlatıyordu.
Sonra kitaplarını imzaladı Orhan Pamuk. Sıcak, mütevazi, yumuşak başlı, içi dışı bir kişi izlenimi veriyordu.
Bir yazarın kişiliği elbette okuru ilgilendirmez. Okuru ilgilendiren onun yazarlık nitelikleridir. Ama böyle yüz yüze gelince nedense heyecanlanıyor insan.
Orhan Pamuk bir büyük yazar. Üstelik bizden biri, bir Türk yazarı. Nobel gibi dünya çapında prestiji olan bir ödülü kazandı.
Sonunda bizlerin de herkeslere övünerek, “İşte görün, okuyun” diyeceğimiz Nobel ödüllü yazarımız var. Üstelik bu ödülü İngilizce, Fransızca ya da bir başka dilde yazarak değil, bizim dilimizde yazarak kazandı.
Ödül töreninde, televizyonların başında töreni izleyen yüzlerce milyon insana, diliyle övünerek, Türkçe konuştu.
Orhan Pamuk bizim yazarımız. Türkçe’nin yazarı. Türkçe’nin, büyük bir ülkenin, büyük bir halkın, büyük bir edebiyatın dili olduğunu bütün dünyaya gösterdi.
Orhan Pamuk yalnızca Türkçe cümleleri yan yana koyarak kitaplar yazan ve hasbelkader ödüller kazanan bir yazar değil; O, okuyan herkesin rahatça göreceği gibi müthiş tarih bilgisi, müthiş aktüalite bilgisi, yazdığı konulardaki antik ve güncel herşeyi, hem zaman, hem mekan içinde yerine oturtabilen sonsuz gibi görünen bir belleğe sahip bir kişi.
Orhan Pamuk bu inanılmaz bellekteki bilgileri yine inanılmaz bir tamamlayıcı yetenekle yoğurup, yine inanılmaz dil ve anlatım bütünlüğü ile okuruna ulaştırabiliyor.
Konuşurken bile, en karmaşık konularda, felsefik, politik veya edebi, art arda kurduğu cümleler sonunda ortaya çıkan düşüncenin bütünlüğü, geride salkım saçak hiçbir şeyin kalmayışı, onun, her şeyi önemseyen, doğru bilgiyi edinen, yoğuran, özümseyen ve ancak ondan sonra okuruna veya dinleyenine aktaran çalışkan, yaratıcı bir beynin sahibi olduğunu gösteriyor.
Orhan Pamuk’u bazı söylemlerinden dolayı eleştiren arkadaşlarıma hep şunları söylemeye çalıştım: Sanatçı aykırı insandır. Onu sanatçı yapan nitelikler, düşünceler bizlere ters gelebilir.
Ama unutmamalı: Sanatçılar ve bilim adamları ülkelerinin yüz aklarıdır. Zamanında türlü eziyetlere uğratılan, hakaret edilen Nazım Hikmet şimdi saygıyla anılmıyor mu ? Vaktiyle onu aşağılayıp, reddetmekle Türkiye ne kazandı. Bugün, o değişti de onun için mi kendisini bağrımıza basıyoruz. Sahi değişen ne ?
Gelin bu büyük Türk yazarını, Toronto’da hep birlikte karşılayalım, alkışlayalım, sahip çıkalım. Onunla övünelim. Böylece başkalarının onu sahiplenmesine fırsat vermeyelim.
Çünkü Orhan Pamuk bizim, Anadolumuzun, İstanbulumuzun yazarıdır. Nefis bir Türkçe ile yazan; bizi ve bizim yakın ve eski tarihimizi anlatan bir büyük yazar.
Aramızda fikir ayrılığı olabilir. Ama yarın bizim onun gibi, ya da onun bizim gibi düşünmeyeceğinin bir garantisi var mı?




ERTUĞRUL GÜNAY DEDİ Kİ !



Yazar: Halit Angıner


Tarih: 03 Eylül 2009 15:36


“Bu topraklarda, geçmişten bu yana kim yaşamışsa hepsi bizimdir. Biz, Asya içlerinden kalkıp gelenlerin devamı olduğumuz kadar, bu topraklarda yaşayanların da devamıyız. Türkiye Cumhuriyeti, topraklarındaki her türlü; taşın, ağacın, fidanın, mabedin, her şeyin toplamıdır.”
Bu sözler Türkiye’nin özetidir.
Bu topraklarda bin çeşit kavim yaşadı: Urartular, Etiler, Lidyalılar, Frigyalılar, Troyalılar, Romalılar, Bizanslılar, Ermeniler.....
Anadolu zaman zaman komşularının hakimiyeti altına girdi: Makedonyalılar, Persler, Romalılar, Araplar, Moğollar buralara geldiler. Gelenler orada yaşayanları yok etmediler. Kovmadılar. Onlarla birlikte yaşadılar. Bir zaman onlara hükmettiler. Hükmedenlerin bir kısmı sonradan gitti, bir kısmı ise yerleşip kaldı.
Yüzyıllar süren göçlerle Türkler de geldiler.
Bir İmparatorluğun yerini bir başkası aldı. Yönetimler değişirken yeni gelenler eskilerle kaynaştılar. Kültürler iç içe girdi. Aileler kız alıp vermelerle birbirine karıştı.
Bir halk yönetimi ele aldığında diğer halk yok olmadı. Bizans İmparatorluğu Anadolu’ya hakimken ülkede yalnızca Rumlar yaşamıyordu, eski halkların torunları oradaydılar. Yaşama devam ediyorlardı. Yine Urartular, yine Kürtler, yine Araplar, yine Ermeniler, yine Türkler vardı.Ama, yönetimde hangi unsur hakimse, onun kültürü ağırlık taşır ve onun dili konuşulur. Yönetimde olmayanların kültürü, dili zamanla zayıflayabilir, kaybolabilir. Tarih boyunca hep böyle olmuştur. Diller kültürler eskimiş kaybolmuştur.
Ama bu demek değil ki bu insanlar buharlaştılar. Onlar yine atalarının torunları olarak, atalarının ülkesinde yaşamaya devam ediyorlar.
Aradan geçen binlerce yılda yaratılan kültürde; mimarlık, edebiyat ve bilimde, Türkiye topraklarında yaşayan herkesin ve herkesin atalarının payı var.
Toprak altındaki veya üstündeki eserler bu toprakların insanlarının eserleridir. Bin yıl önce ülkenin birliğini bir başka dil sağlıyordu. Bugün bu birliği sağlayan dil Türkçedir.
Bugün Türkçeyi konuşanlar, Türkçenin sahipleri, yalnızca bin yıl önce Anadolu’ya gelen insanlar değil, Ataları tarih öncesinden beri buraları mesken edenlerin çocuklarıdır.
Urartuların, Lazların, Lidyalıların, Troyalıların, İyonyalıların, Ermenilerin, Kürtlerin ve Türklerin çocukları, yani Anadolu’nun yaşayan Türkleri, Türkçenin güzel örneklerini edebiyatımıza, roman olarak, şiir olarak kazandırıyorlar.
Bu insanları Türk yapan, ortaya çıkardıkları eseri Türk yapan, dilleridir; Türkçedir.
Canadatürk gazetesini okumamızın gerekçesi olan şey, ister Kürt, ister Ermeni olalım, ister Yahudi, ister Arap olalım, ister Boşnak olalım, yine Türkçedir.
Gazetedeki yazıları okurken, şiirleri okurken, gelecek ya da geçmişe ait düşünceleri okurken bizleri aynı heyecanda birleştiren, fikirler başka başka olsa da aynı duygularda birleştiren yine Türkçedir.
Eğer bu dil birliğimiz olmasaydı, Türkçe ortak dilimiz olmasaydı, hepimiz ayrı ayrı Arapça, Arnavutça, İbranice, Kürtçe gazeteler, şiirler okuyor olsaydık, aynı heyecan ve duygularda birleşebilir miydik ?
‘Anadolu Türk Kültürü’ de binlerce yıldır Anadolu’da yaşamış çeşitli etnik gurupların birikimlerinden doğan bir kültürdür.
Bu kültürün sahibi ise ne şu millettir, ne de bu millet.
Bu kültürün sahibi binlerce yıldır Anadolu’da yaşamış halklardır, ya da dünyanın dört bir tarafından göç ederek oraya gelen, yerleşen halklardır. O halkların halen Anadolu’da yaşayan torunlarıdır.
Türkçe bu torunların bin yıldır birbiriyle anlaşabilmek için kullandıkları müşterek dildir. Anadolu çocuğu Homeros bugün yaşasaydı ölümsüz eserini Türkçe yazacaktı şüphesiz.Toprak altından hala çıkarılmamış olan ve toprak üzerine çıkarılıp da övünülerek sergilenen her eser bu halkların öz kültürünün, onların atalarının eseridir.
Anadolu’da yaşayan bin çeşit halkın çocukları, Türkçe’ye sarılarak birlikteliklerini bin yıl daha sürdürebilirler.
Sayın Günay ne güzel söylemiş. Genişleterek tekrarlanabilir sanırım:
“ Bu topraklarda, yani Türkiye’de, vaktiyle her kim yaşamış ise, şimdi yaşayanlar, yani Türkiyeliler, yani Türkler, onların devamıdır. Konuştukları TÜRKÇE ise bu insanları birbirine bağlayan, kalplerine paylaşabildikleri duygu ve heyecanları dolduran, Türkiyeliliklerini pekiştiren, çoşkulu, müthiş güzel, güçlü bir bağdır. ”






İKİ GÖZÜM AYŞE



Yazar: Halit Angıner

Tarih: 18 Ağustos 2009 10:22


Sayın Kültür Bakanını televizyonda izledim: Hapishaneyken bir kültür merkezine dönüştürülmekte olan Ulucanlar Cezaevi’ndeki çalışmaları denetliyordu.
Sayın Bakan, bir zamanlar orada fikirleri nedeniyle hapis yatan sanatçıları hatırlattı ve bunlardan birisi olan Nazım Hikmet’in, hapis yatarken, aylarca tutulduğu hücresinden ilk kez dışarıya, avluya çıkarıldığında yazdığı şiiri okudu:

Bugün PazarBugün beni ilk defa güneşe çıkardılarVe ben ömrümde ilk defa gökyüzünün bu kadar benden uzak Bu kadar maviBu kadar geniş olduğuna şaşarak kımıldamadan durdumSonra saygıyla toprağa oturdumDayadım sırtımı duvaraBu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karımToprak, güneş ve benBahtiyarım.

Hapishane mektupları, hapishane türküleri, hemen hep aynı özlemi, hep aynı acıyı anlatmıyor mu: “Mapushanelere güneş doğmuyor ”
Ulucanlarda kimler hapis yatmamış ki: Yaşar Kemal, Kemal Tahir, Bülent Ecevit, Metin Toker....Tarihimiz, düşüncelerinden, yazdıklarından dolayı ağır hapis cezalarıyla cezalandırılmış sanatçı ve düşünürlerin adlarıyla dolu.
Bir zamanlar, değil kitaplarını, şiirlerini bulundurmak, adını söylemek bile suç sayılan Nazım Hikmet’in şiirlerini, devletin bir bakanı mikrofonlara okuyup televizyonlardan 75 milyon Anadolu insanına duyuruyor.
Oysa aynı devlet değil miydi Nazım Hikmet’in şiirlerini okuyor diye 16 yaşındaki Attila İlhan’a dünyayı dar eden?
Aynı devlet değil miydi, ilkokulda aynı sırada oturduğum Fatma arkadaşımın 15 yaşındaki ağabeyini, defterinde Nazım Hikmet şiiri yazılı diye, okuduğu liseden arkadaşlarının arasından yaka paça alıp, yıllarca taşımak zorunda kaldığı damgayı vuran?
Ya Nazım Hikmet’in en güzel verimli yıllarını cezaevlerinde, rutubetli zindanlarda, ailesinden, dostlarından, güneşten uzakta geçirmek zorunda bırakılması.
Bugün Nazım Hikmet’i, Orhan Kemal’i, Sabahattin Ali’yi, Yaşar Kemal’i, Aziz Nesin’i, Kemal Tahir’i, Rıfat Ilgaz’ı okuyor, onları Türkiye’nin kültür oluşumunun yapı taşları olarak dünyaya sunuyoruz.
Acaba devlet büyükleri vaktiyle bu sanatçıların yazdıklarında ne hainlikler bulmuşlar da yasaklamışlar ? Düşüncelerinde ne hainlikler bulmuşlar da onları zindanlara atmışlar ?
Yılmaz Güney, sinema öncesi hikayeler yazardı. Yazdığı bir hikayeden dolayı 3 yıl hapse mahkum olmuştu. Okuyanın, ne varmış ki bunda, diyeceği sıradan bir hikaye. Ama bedeli: Tam 3 yıl hapis. Dile kolay, üç yıl.
Peki bu yasakların, cezaların nedeni nerden kaynaklanıyor?
Tıkır tıkır işleyen işleyen kurulu çarklara ters düşen düşüncelere tahammül edemeyen güç sahipleri mi ?
Sanatçı, yaratıcı düşüncesiyle toplumu geleceğe taşıyan Zümrüt Anka’dır; Doğu toplumları, sanatçı ve düşünürlerini hapislerde çürüterek, gelişimi, uygarlık yarışını Batı toplumlarına bırakmış olmuyorlar mı ?
Bakanların, Nazım Hikmet şiirlerini okuması kimseyi aldatmasın.
Elbette devlet kademelerindeki yumuşama olumlu ama sanat ve düşünce düşmanlığı hâlâ at koşturuyor.
Tek Nobel ödüllü Türk vatandaşı Orhan Pamuk hâlâ vatan haini sayılmıyor mu? Onun da kıymetini anlamak için bir 50 yıl daha mı geçecek!..
Duvarlarına dalgalar vuran Sinop zindanında mahpus yatarken bayan Ayşe Sıtkı’ya hapishaneden mektuplar yazan Türk Edebiyatının ustalarından Sabahattin Ali’nin bu mektuplarının birinden aldığım birkaç satırı aşağıya aktarıyorum:
“ İki gözüm Ayşe,Dehşetli hastayım. Duvarlar, isten ve kirden pis bir sofra örtüsüne dönmüş kalın taş duvarlar... Duvarın dibine yığılı, üstü eski kilim ve yırtık battaniye ile örtülü yatak. Ve ben orada ateşler içindeyim. Boğazım parçalanıyorKafamın içinde binbir düşünce dolaşıyor. Hepsi buradan uzak yerlere ait. Kafam hapishaneye ait hiçbir şeyi kabullenemiyor. Kafam hapishanede yaşamıyor.Kafam geçmişte, kafam dışarıda yaşıyor.Bursa hapishanesinden, Nazım Hikmet’ten mektup aldım. Ayağı pek fena imiş. Ceza alırsam 5,5 sene daha yatarım, diyor. Ama bizim bacak efendi dayanabilecek mi bilmem, diyor. Hapishaneye iki ayaklı girdim, galiba tek ayaklı çıkacağım, diyor.”

Sabahattin Ali, Sinop zindanından yazdığı mektubuna şu şiirini eklemiş:

Başın öne eğilmesinAldırma gönül aldırmaAğladığın duyulmasınAldırma gönül aldırma...



HER TUTTUĞUNUZ ALTIN OLSUN MU



Yazar: Halit Angıner

Tarih: 07 Ağustos 2009 12:17


Frigya kralı Midas, Manisa yakınlarında bulunan Sardes ( Sart ) kasabasına bir süre dinlenmek için gitmiş..
Midas oradayken, adamları sokakta bir sarhoş ihtiyara rastgelmiş ve onu serserilikten tutuklamışlar. Sonrasında ihtiyarı cezalandırması için Midas’ın huzuruna getirmişler. Tanrılara yakınlığından dolayı olağanüstü yeteneklere sahip olan Kral Midas ihtiyar sarhoşu tanımış. Bu sarhoş ihtiyar, Tanrı Dionysos’un arkadaşı filozof Silenos’muş.
Midas ihtiyarı serbest bıraktırmış ve sarayına davet etmiş:
Buyur etti sarayına Silenos’u şanına yaraşır şekilde,Mahzenin en eski şaraplarını altın taslarda içirdiKızarmış etlerin en güzelini sundu bilge Silenos’aOn kez güneş doğdu, on kez güneş battı On gün on gece tanrılara yaraşır bir şekilde ağırlandı Silenos
Sonra Midas, Silenos’u elinden tutarak Tanrılar katına, Ege ovalarını kaplayan üzüm bağlarının bereketini veren, insanlara doğayı sevmeyi öğreten, onların kalplerini aşkla dolduran, Doğanın, Aşkın, Bereketin ve Üzüm Bağlarının Tanrısı Dionysos’un yanına götürdü.Dionysos, Midas’ın, arkadaşı Silenos’a gösterdiği cömertlik ve dostluğa çok memnun oldu. Midas’ın iyiliğini karşılıksız bırakmak istemedi.Midas’a sordu:“ Dile benden, ne dilersen !”
Her ne kadar tanrılar sırrına erseler Karun gibi zengin olsalar daKrallar hiç doyar mı
Düşünmeden enine boyunaHer şey altın olsun, dedi kral Midas Dokunduğum her şey altın olsun, her şey ama Dünyada ne varsaDokunduğumda hepsi altın olsun !
Dionysos, zaten çok zengin bir kral olan Midas’ın açgözlülüğüne içinden kızdı. Ama bir defa “ Ne dilersen dile ” sözü ağzından çıktığı için sözünden de dönemedi.“ Peki Midas, her dokunduğun altın olsun ” dedi.
Her dokunduğu şeyin altın olacağını duyunca, Midas çocuklar gibi sevindi. :
Nasıl sevinirse bir ölümlü Öyle sevindi kral Midas Kucakladı taşı toprağı Altın etti kumu çakılı
Ama akşam olupta oturunca görkemli kral sofrasına Altın oldu ağzına götürdüğü yiyecekler Altın oldu ballı üzümlerden yapılmış şarap
Dehşet içinde koştu Midas,Tanrı Dionysos'a yalvardı, yakardı, altın, maltın istemem, dedi
Tanrı Dionysos bir ders vermek istemişti Midas'a Bir ders ki ömrü boyunca unutmasın Peki, dedi Dionysos, git Sart çayına, yıkan Yıkan ki bozulsun büyü ve doğadan aldığın altını, doğaya ver yine...
Midas Bozdağ'ın yücelerinden, Akıp gelen duru kar suyuna koştu, o suda yıkandı.
Büyü bozuldu. Midas suda yıkandıkça, altınlar saçlarından, vücudundan çayın sularına döküldü. Berrak suların dibindeki kumlar sarı altın zerreleriyle karışarak ışıldadılar.Sart çayının aşağılarında, oturan Sartlılar bu altın zerrelerini, tavalarda eleyip topladılar. Efsanevi Lidya Kralı, tarihin ilk parasını bastıran Krezüs’ün zenginlik kaynağının işte bu, Midas’ın vücudundan ve saçlarından dökülen altınlar olduğu söylenir. Etkileyici bir hikaye, Midas’ın hikayesi. “ Tuttuğun altın olsun,” deyimi buradan kaynaklanmıştır. Başka kıssadan hisseler, hatta bir yığın ders çıkarmak elbette mümkün:
“ Kefen’in cebi yok ”“ Çok tamah çok ziyan getirir ”“ Her şeyin fazlası zarar ”“ Parayla mutluluk olmaz ”
İyi ama parasız mutluluk nerede görülmüş! Nedense böyle hikayelerden hep fakir fukara ders çıkarmıştır. Para babalarının bir ders aldıklarını henüz duymadık bu güne değin.
Duyan varsa lütfen anlatsın. Onlar “Fazla mal göz çıkarmaz” sözündeler henüz. Hazinelerini zenginleştirmeye, arttırmaya devam ediyorlar.
Midas’a gelince; Midas’ın mezarında, geleneklere aykırı olarak, bir dirhem bile altının bulunmayışı, bu anlattığımız efsaneyi doğruluyor sanki.
Belki bir gün gördüğüm zaman çok etkilendiğim, Midas’ın anıt mezarını da anlatmak kısmet olur.
Not: Manzum kısımlar S. Eyüboğlunun çevirisinden alınmıştır.




ŞİİR ADINDA BİR KIZ TANIDIM ZİNDANDA


Yazar: Halit Angıner

Tarih: 22 Temmuz 2009 15:29


“ anne sana al yanaklı, bal dudaklı bir gelin veremedim diye kızma bana senin ak umutlarına ben hiç kara çizmedim çiçek taşıdım güneşe ben çiçek taşıdım diye güneşe kuşkusuz çiçekten bir halka takmayacaklar boynuma ……..”
Annesine boynuna çiçekten bir halka değil ama bir başka şey takılacağını yazan gencin adı Nevzat Çelik.
Şiir mektubun taşıdığı tarih: 1981 yılı.
Nevzat Çelik bu tarihte, yani yukarıdaki mısraları yazdığı günlerde, Metris’ te cezaevinde tutuklu. O sıralar idam cezasıyla yargılanıyor.
Türkiye’de esen, kan ve ateşin acılarıyla dolu rüzgarlar, binlerce genci, yaşamlarının ilk baharında, tarifsiz acılara, işkencelere, idam sehpalarına sürükledi.
Nevzat Çelik tutuklandığında 19 yaşındaymış.
Kendi değişiyle: “ ŞİİR ”adındaki kızla, kapatıldığı “zindanda” tanışmış.
Sonra gün gün yazmış şiirlerini, dışarıya şiir mektuplar göndermiş, tutkulu, özlem dolu, hasret dolu, anne sevgisiyle, insan sevgisiyle dolu şiirler göndermiş.
Yazdıklarını okuyan dışarıdakiler, Nevzat Çelik’in şiirlerini bir yarışmaya göndermişler. Yarışmada birinciliği Nevzat Çelik’e veren Jüri, onu ödül törenine davet etmiş. İşte o zaman jüri üyeleri, Nevzat Çelik’in 4 yıldır tutuklu olduğunu ve bir buçuk yıldır da hiç kimseyle görüştürülmediğini öğrenmişler. Ödül töreninde Çelik’in hapishaneden gönderdiği mektup okunmuş:
“ Ne kadar kalın ve ne kadar yüksek olursa olsun duvarlar, gökyüzünün kapatılamayan bir mavisi kalır ki, bunun adı “UMUT” tur. İçeride “UMUT” ederek sürdürüyoruz yaşamı. Çekilen bunca acı hep yarınların umudu için değil mi ?”
Çelik’in; “Şafak Türküsü” ve “Müebbet Türküsü ” adlı şiir kitaplarının ön sayfasına not düşmüşüm: 6 Şubat 1988. İlk o zaman tamamını okumuş olmalıyım şiirlerini.
Bir çok şiiri, bir çok mısrayı işaretlemişim. Onlara bir göz atayım dedim. Ama saatler sonra her iki kitabı da baştan sona tekrar okuduğumu farkettim.
Direnen yüreklerin yenilmezliğine hayran oldum. Özgür genç ruhları hiç bir duvarın engelleyemeyeceğini gördüm. Vücudu beton duvarlar, demir parmaklıklar ardındayken, ruhunun çocukluğunun sokaklarında dolaşışını duygulanarak okudum.
Gördüğü işkenceleri anlattığı, ya da öteki işkence masalarından kulaklarına gelen arkadaş çığlıklarını anlattığı mısralara gelince gözyaşlarıma hakim olamadım.
Şafak vakti hücrelerinden alınıp idam sehpasına götürülen arkadaşlarının, mahpushane koridorlarında yankılanan ayak seslerini dinlerken annesine yazdığı mektup:
“ölmek ne garip şey anne artık duvarları kanatırcasına tırnağımla şaşkın ve umutlu şiirler yazamayacağım mutlak bir inançla gözlerimi tavana çakamayacağım baba olamayacağım örneğin toprak olmak ne garip şey anne ceplerimde el yerine birer balyoz taşırken korkunç bir merakla beklerken yüreğimin ırmakları taştı taşacakken ölmek ne garip şey anne”
Daha hayatının baharında, ailesinden, sevgiden, aşktan, bahardan, çiçeklerden, kuşlardan uzakta, işkence ve ölümle içe içe yaşamış Nevzat Çelik.
Ama , “Gökyüzünün kapatılamayan mavisi” olan UMUT ’tur onu herşeye rağmen yaşama sımsıkı bağlayan:
“çürütülmek ve öldürülmek ağır basarken ne müthiş bir duygu içeride umudu kıyasıya yaşamak geçici bir ayrılık benimkisi ilk yaz çiçeğine gebeyim ağıtlar yakmayın adıma ben ölmedim ölmeyeceğim
Nevzat Çelik sekiz yıl tutuklu olarak yargılandıktan sonra serbest bırakıldı.




DARBELER ve DARBE YİYENLER



Yazar: Halit Angıner

Tarih: 06 Temmuz 2009 12:03



Dündar Seyhan anılarında anlatır: Harb Okulu yıllarında ve orduya katıldıktan sonra, bir zamanlar Türkiye’de yaşayan, eğitim gören ve düşünen hemen her gencin yaptığı gibi, her fırsatta, arkadaşlarıyla ülke sorunlarını tartışırmış.
Bir zamanlar diyorum, çünkü, gelip geçen yıllar, öncelikli ülküsü ülkesinin ve halkının esenliği olan ve bu uğurda düşünen, çalışan, fedakarlığa hazır Türk gençliğini, “vatan” kurtarıcılığından “ gemisini kurtaran kaptan” ların safına attı.
Dündar Seyhan fukara halkın durumuna nasıl üzüldüklerini ve kurtuluş reçetelerinin neler olabileceğini tartıştıklarını ve bunun sonucu olarak şöyle bir karara vardıklarını anlatır:
“Memleket ancak bir ihtilalle kurtarılabilir!”
Ona göre, bu sonuca varmalarının nedeni ülkeyi yönetenlerin demokratik hakları hiçe saymaları, adaleti, basını, muhalefeti baskı altına alarak susturmalarıydı.
Demokratik muhalefet olanağı kalmamıştı.
Bu çaresizlik ancak silahlı devrimle düzelebilirdi.
Dündar Seyhan, romantizm ve idealizmle dolu öğrencilik yılları sonunda hayata atılınca ülke gerçeklerini öğrenmeye başlar; geri kalmışlığı, fakirliği...
Yönetim kadrolarının çürümüşlüğü, halkın aydınlatılmasını engellemeleri, demokrasi yoluyla bir şeyleri değiştirmenin adeta imkansız hale gelmesi kafalarında tek çıkış yolu bırakır:
“Memleketi devrim kurtarır! Bu işi de en iyi biz yaparız !”
Ellerinde güç, yani silah vardır. Artık harekete geçebilirler.
Benzer hikayeleri öteki ihtilalcilerin anılarında da okumak mümkündür. Bu anıların hepsinde, ülkeyi ben kurtarırım, ülkeye ben çağ atlatırım egosu görülür.
Bugünlerde hem gazetelerde cunta, darbe hikayelerini okuyor hem de bunların nedenlerini düşünüyorum. Darbe kültürü nasıl bu kadar kolay beslenebilir?
Darbeler neden hep demokrasinin, tartışmanın, düşünme özgürlüğünün toplumların gelişmesinin bir numaralı öğesi olduğunun bilinmediği, veya muhalefeti konuşturmamanın, engellemenin bir marifet sayıldığı ülkelerde oluyor?
Niye bu ülkelerdeki yöneticiler, kendi varlıklarının ve iktidar oluşlarının nedeni olan demokrasiyi kollamazlar, korumazlar ?
Kimbilir belki işleri bir türlü beceremeyip yoluna koyamadıklarından veya bir şeyleri kaybedebileceklerini düşünmelerinden.
Amaç vatana hizmetse, bırakın biraz da muhalifler hizmet etsinler vatana.
Koltuğa her şeye rağmen tutunmaya çalışmak, bunun için, yasaklarla ortalığı yıkıp kavurmak, güç kullanmak, hile yapmak demokrasiyi hırpaladığı gibi, karşı tarafı da çaresizliğe itip, eline yasa dışı davranma mazeretini verebiliyor.
Geçmişte yaşanılanlar, demokrasinin örselenmesi ve dönem dönem ortadan kalkmasında, iktidarların sorumlu olduklarını gösteriyor.
Yöneticiler, yaptıkları hataları söyleyenleri susturdular. Yasaklar getirdiler. Ellerindeki yasal gücü, yasal olmayan biçimlerde kullandılar.
Bir İçişleri Bakanının şu sözleri ibretlik bir örnektir:
“ İti, ite kırdırıyoruz !”
Bakanın it dediği, birbirine kırdırdıklarını söylediği çocuklar, Türkiye’nin çocuklarıydı. Türkiye’nin en eğitimli çocuklarıydı. Kırdırıldılar.
Milliyetçiydiler veya devrimciydiler. Şarkılar, türküler söylüyorlardı. İnandıkları şeyler için gazete, dergi çıkarıyorlar, araştırmalar yapıyorlardı.
Türkiye’nin geleceğiydiler.
Sonra sağcı, solcu diye birbirine kırdırıldılar. Geleceğin düşünürleri, bilim adamları, o genç yaşta ellerine yapıştırılan silahları ve kanı gördüler: Öldüler, işkencelerden geçirildiler, hapislerde çürüdüler.
Böylece, insanlarımızı zerre kadar umursamayan dış odakların desteklediği darbecilere de yeterli miktarda yönetime el koyma gerekçesi de verilmiş oldu.
Hani Allah sevgili kuluna eşeğini önce kaybettirir, sonra buldurarak sevindirirmiş ya, her darbe sonrası, demokrasiye tekrar kavuşmanın sevinciyle, elleri hâlâ kanlı olan bu kıdemli yöneticileri “demokrasi havarileri ”olarak bağrımıza basmadık mı?
Bunlardan bir tanesi geçtiğimiz yıl: “ Yahu bu ODTÜ öğrencileri nerede ? Niye protesto etmiyorlar bu durumları ? Niye sesleri çıkmıyor ?” demişti.
Yoksa, kendisinin, bir zamanlar, o gençlerin cezalarının Millet Meclisinde onaylanması için nasıl uğraştığının unutulduğunu mu düşünüyor ?
Ama sayın yönetici haklı. Şimdiye kadar kaçımızın aklına “ iti ite ” kırdıran iktidar sahiplerinden hesap sormak geldi.

Ne demiş Ziya Paşa:
“ Hafızayı beşer, nisyan ile maluldur”
Yani, unutkanlık, insan belleğinin hastalığıdır.





MUSA GERDEĞE GİRERKEN



Yazar: Halit Angıner

Tarih: 19 Haziran 2009 22:03



Bir kaç yıldır arkadaşlarla Sobran’da buluşuyoruz.
Orta Anadolu’da, çıplak bozkırın yeknesaklığını bozan, pek yüksek olmayan tepelerin üzerine kurulmuş bir küçük köy Sobran.
Bozkırın diğer köylerine benziyor. Yani öyle ilginç, diğerlerinden farklı bir yönü yok. Onda bulduğumuz başka bir şey.
Sabahın ilk ışıkları köyün damlarında yansımaya başlarken, üçüncü katın balkonundan bahçeye, cıvıldaşan kuşlara bakıyorum.
Akşam yatmadan önce bir kez daha Lokman’dan evin yapılış hikayesini dinledim. Babası Ali Mehmet atmış yıl önce köyün marangozuna yaptırmış evi.
Usta, keseri, testeresi, çekici ve rendesiyle, yanında yalnızca bir yardımcı, tam iki yıl çalışarak yapmış binayı. Tabii o zamanlar, makine, elektrikli alet hak getire.
Baştan aşağı ağaçtan inşa edilen evin sekiz odası, iki banyosu, iki mutfağı ve kileri var. Köyün en hakim tepesinde yapılmış ve eski köyden de bir hayli uzakta. Sonradan diğer köylüler de etrafında ev yapınca yeni bir mahalle oluşmuş.
Sandalyeme yayılarak, usta marangozun balkona ahşaptan elle oyarak yaptığı korkuluklara bakıyor ve bizleri binlerce kilometre uzaktan çekip buraya getiren şeyi düşünüyorum.
İlk gençliğin bitmez tükenmez enerjisiyle doluyduk. Dünya keşfedildikçe derinleşen, gizemi artan, kendisiyle savaşıldıkça güzellikleri ortaya saçılan bir yerdi.
Gördüğümüz her şeyi şaşarak karşılıyor, kucaklıyorduk.
Köye ilk gelişimizi hatırlıyorum. Bir kış günü. Vasıta yok muydu ne. Bir saat süren yaya yolculuktan sonra köye varmıştık.
Lokmanın babası Ali Mehmet amca, mutfakta sürekli odun atarak beslediği ocağın başında oturuyor, bir saç ayağı üzerinde yumurta pişiriyordu.
Buna saç ayağı değil de yumurta ayağı demek daha doğru olacak. Ateşin üzerinde duran bu ayaklara koyduğu yumurtayı maşayla çevirerek kabuğunu kırmadan pişiriyordu.
Gece, yanan odunların kor gibi kızarttığı sobanın alevinin duvarlarda meydana getirdiği hayaletlerle dolu alaca aydınlığında yün yorganlara bürünüp, gündüzün başımızdan geçen olayları hatırlamış, sabaha kadar gülmüştük.
Sonra bir yerlere gidiyorduk ki tipiye yakalanmıştık. Göz gözü görmüyordu. Bir sedir ağacının altına sığındık. Kurtlara karşı bir tüfek almıştık yanımıza. Onun da çalışmadığını ateş etmek istediğimizde farkettik.
Sonra tipi altında yönümüzü kaybettik. Dağlarda rastgele yürüyorduk. Bütün bunlar bizi korkutmuyor, tersine yaşadığımız her olumsuzluk içimizdeki macera heyecanını biraz daha uyandırıyor ve hepimizi keyiflendiriyordu.
Her şeye gülüyorduk; patlamayan tüfeğe, kurtların uzaklarda ulumalarına, kaybolup yönümüzü bulamayışımıza.
Ortalık iyice karardığında bir köye eriştik. Gördüğümüz ilk kapıyı çaldık. Öğretmenin eviymiş. Genç öğretmen soğuktan donan bizleri içeriye aldı. Kora dönüşmüş sobanın yanına çöktük.Hanımı kucağında küçük bebeği, sıcak çorba pişirdi. Sonra sıra yolculuğumuzu anlatmaya geldi. Öğretmen maceramızı endişeyle dinlerken biz, birbirimizin ağzından lafları kaparak kahkahalarla anlatıyorduk. Gençlik işte!
Bir keresinde düğün vardı. Kel Ali’nin Musa evleniyormuş. Ufak tefek bir genç. Kına gecesi, ertesi gün yemekler, oyunlar vesaire derken sıra damat tıraşına geldi.
Berber Musa’yı tıraş ederken etrafına halka olmuşuz. Musa’nın saçları, sarı kızıl tutamlarla beyaz berber önlüğüne düşerken, genç adamın solgun, düşünceli yüzüne baktım.
Belirsiz bir geleceğin endişesini mi taşıyordu nedir, dalıp gitmişti. Söylenenleri duymuyor, ayrılmak istemediği çocukluğuna, nüfus kağıdı büyütülerek elveda ediyor gibiydi.
Sonra gerdeğe girme zamanı geldi. Kapıya kadar getirdik Musa’yı. Kapı açılıpta içeri girene kadar epeyi yumruk yedi Musa sırtına.
Bizim oralarda çok şahit olmuştum bu yumruk olayına. Damadın heyecanını yatıştırır derlerdi. Ama ufak tefek Musa’nın yediği yumruklarla neredeyse canı çıkacaktı.
Dönüyorduk ki bir vaveyla (çığlık) koptu!
Musa’nın amcası Hasan Emmi koşarak geldi, Gerdek odasının kapısını yumruklamaya başladı. Bir yandan da: “Duruuuun, duruuuun” diye bağırıyordu.
Ardından nefes nefese, cübbesinin eteklerini toplayarak koşmaya çalışan köyün hocası yetişti. Şaşkınlık içinde durmuş, yahu ne oluyor, diyorduk.
Musa soru dolu korkulu gözlerle kapıyı açtı. Hasan Emmi derin derin solurken, güçlükle bir araya getirebildiği kelimelerle meseleyi anlattı.
Yenilir içilirken, gülünür oynanırken dini nikah gürültüye gelmiş. Yani unutulmuş.
Hoca nikahı kıydı. Musa’yı bir kez daha yumruk yağmuru eşliğinde perişan bir halde kapıdan içeriye, gerdek odasına uğurladık.
Yıllar sonra Musa’yı tekrar gördüğümde sanki hâlâ o gecenin yükünü taşıyordu; omuzları çökük, bakışları ürkek.




AŞKIN GÖZÜ KÖR MÜ?



Yazar: Halit Angıner

Tarih: 03 Haziran 2009 14:07



Mecnun Leyla’ya tutulmuş. Leyla’nın ailesi bu aşka karşı çıkmış. Kızlarını Mecnuna uygun görmemişler.

Eski zamanların bütün aşklarında olduğu gibi, Mecnun bu duruma dayanamamış.

Ne mi olmuş: Mecnun aşkının şiddetinden çöllere düşmüş. Leyla’yı düşünür, esen rüzgara, savrulan kumlara, gelip geçen bulutlara Leyla’yı anlatırmış.

Ne mi anlatırmış: Leyla’nın güzelliğini… Anlatırmış, anlatırmış da bitiremezmiş.

Halk arasında efsane olmuş Mecnun’un Leyla’ya aşkı. Herkes, herkese bu aşkı anlatıyormuş. Doğal olarak her anlatışta bire bin katılıyor ve aşk giderek daha gizemli, daha masalsı bir havaya bürünüyormuş.

Derken Leyla ve Mecnun’un aşkı zamanın hükümdarının, Şah’ın kulağına gitmiş. Şah Mecnun’u aşkıyla çöllere düşüren Leyla’yı merak etmiş.

Emretmiş: Getirin şu kızı huzuruma demiş. Leyla’yı Şah’ın huzuruna getirmişler.

Şah bakmış: Huzuruna getirilen kız öyle güzel biri değil. Güzellik ne kelime: Kara kuru biri kız.

Yahu, demiş Şah. Bu kızın nesine tutulmuş bu Mecnun.

Ve emretmiş: Mecnunu getirin.

Mecnun Şah’ın huzuruna getirilmiş. Şah sormuş: Evladım sen bu kara kuru kızın nesine aşık oldun. Benim haremimdeki yüzlerce kadın bundan bin kat güzeller.

Mecnun Şah’ın önünde saygıyla eğilmiş. Duyulur, duyulmaz bir sesle:
Ah, Sultanım, demiş. Siz onu bir de benim gözümle görseniz!

Ne zaman aşık olsam hep bu Mecnunun Leyla’ya aşkını hatırlarım. Ve de Mecnunun Şah’a verdiği, tarihlere geçen yanıtını.

Gerçekten aşkın gözü kör mü ?

Her bahar gelişinde doğanın mucize gibi değişimine bakar, fışkınlar, kuşlar, çiçekler ve ortalığı saran dayanılmaz kokuya kapılır ve mutlaka bir kez daha, sonrasında bir kez daha ve sonrasında her halde bu sonuncudur diye yeniden aşık olabilir insan.
Aşk yaşamın rengi, aşk yaşamın kokusu, aşk yaşamın anlamıdır.

Aşk olmasaydı ne olur, ne düşünülür ? Aşk olmadan yaşamak nasıl bir şey olur ?

Bana böyle sorulsa nasıl bir cevap verirdim bilemiyorum.

Aşk heyecan, merak; aşk insanın içini tırmalayan dürtü; aşk dillerdeki şarkı; aşk doyulmaz kokular; aşk kalbten dökülen şiirler; aşk Mecnunu çöllere atan tutku.

Ah, aşkın önünde krallar eğilir. Kral tahtından vazgeçebilir.

Aşkın gözü gerçekten kör mü acaba?

Ne olursa olsun aşkın gözü kör veya değil, bir Mecnun ya da bir Mecnun’un Leyla’sı olmak kadar güzel ne olabilir?
Ne zaman bahar gelse insanın içi, insanın gönlü aşkla, şarkı ve şiirlerle doluveriyor. Aşkın büyüsü, baharın doğayı kucaklaması gibi düşünceleri sarıyor..

Ozanların mısraları dolduruyor dünyayı :
Artık anlatmak için yeryüzünüseni anlatıyorumabanmak geliyor içimden gövdenin kokusunasana çatlarcasına inanıyorum.Yüzümü kınından çıkaran sensinpencereyi getiren aklıma
sevecenliğe sarınmak istiyormuş gibisanki canımyüzümü sensin biriktiren şiirlere.Çocuklar sinemada bir atlı alkışlıyor“ bu yüzden seviyorum seni. ”Yengiyi yabanca söken avucunun böğürtlenlerine abanmak istiyor canım“ böyle geçiyor içimden.”Sen şimdi sevincimin ortağısın seni toprağa dokunur gibi sevdimaşk artık akranım oluyor benim.
“ Ey bayırdan ve yokuştan uzaklara ey çırpınan bir geyiktir anıların karnın ısırgan otları gibi aklımda.”




GALİBA



Yazar: Halit Angıner


Tarih: 19 Mayıs 2009 12:17



Galiba hep korkular içinde yaşatılacağız. Ve galiba bizi öcülerle dolu bir ortamda yaşattıkları zaman yöneticilerimizin işleri bir hayli kolaylaşıyor.
Bir şeyi eleştirirseniz siz de onlardan, yani ötekilerden, yani öcülerden biri olabilirsiniz.
Öcülerden yana olmadığınızı göstermenin yolu ise bu taraftan, yanı öcülere karşı olan taraftan olmak. Böylece belalar başınızdan def edilir gider.
Böylece desteğinin giderek arttığını gören yönetici artık istediği her şeyi yapabilir.
Artık bizler onun koyduğu kurallara göre ve onun istediği gibi hareket etmek durumunda olacağız. O yap diyecek, yapacağız, o yat diyecek, yatacağız.
Tarihte olanlar herkesin malumu. Pek de uzaklara gitmenin gereği yok. Daha bir kaç yıl önce, en demokrat ülkelerde bile estirilen terörü hatırlayabiliriz.
Akıl almaz yasalar çıkarıldı. Gizli delillerle, gizli şahitlerle, insanlar ailelerinden koparıldı. İşlerinden çıkarıldı. Yıllarca mahkemelere çıkartılmadan hapislerde tutuldular.
Ne için tutuklandıkları ne kendilerine ne avukatlarına açıklanmadı. Aleyhlerinde deliller vardı, ama deliller devlet sırrıydı ve açıklanamazdı.
Bu iddialar doğru mu yanlış mı, bilmenin imkanı yok. Çünkü devlet sırrı olduğundan, güvenlik meselesi olduğundan açıklanmıyor.
Böyle nitelenince de akan sular duruyor. Herkese susmak, görmezden gelmek düşüyor.
Ama ya sizin, ya da çocuğunuzun başına aynı şey gelir de herkes susar, görmezden gelir ve sizi savunan kimse olmazsa?
Güç sahipleri öcülerle bizleri korkutuyorlar. Hatırlarsınız:
12 Martın öcüsü SOLdu. 12 Eylül’de ise hem SAĞ öcüydü, hem SOL. 28 Şubat’ın öcüsü ise İRTİCA.
Bizler televizyonlarda, gazetelerde, öcülerle korkutulurken, koca bir nesil, on binlerce genç karanlık mahzenlerde işkence tezgahlarından geçirildi.
Lütfen bir fırsat bulursanız E. Tuşalp’ın yazdığı “ Bin İnsan, Bin Tanık “ adlı kitabı yüreğinizin kaldırabildiği yere kadar okuyun.
Yüreğinizin kaldırabildiği yere kadar; fazlasını zorlamayın, çünkü dayanılır gibi değil.
Nesiller idealleriyle birlikte yok edildi. Vatan deyince, halk deyince gözünü kırpmayan fedakar insanlar, yurtsever gençler ya öldürüldü ya da pasif, suskun hale getirildiler.
Bugün gazetelerde, vaktiyle o işkence tezgahlarından geçenlerin, sanki o işkenceleri yapanları savunuyor gibi anlaşıldıklarını okuyunca çok şaşırıyorum.
Onların ki, zulüm yapanların ve insan onuruna inanılmaz saldırılarda bulunanların kimlikleri bilinirken; işkencelerin, öldürmelerin göz yumucuları, yapanları, destekçileri bilinirken, adı bir konuşmada geçtiği için tutuklananlara tepkidir.
Yeni öcüler yaratılıp özgürlüklerin kısıtlanması olasılığına karşı bir demokrat tepkidir, karşı koyuştur. Yoksa diktanın iktidarı ele aldığında hedefte ilk kendilerinin olduğunu yaşadıkları deneylerle pek iyi biliyorlar.
Dikta heveslilerinin yargılanması için yıllardır mücadele edenler de onlar değil mi?
Öcüler, dikta heveslilerinin zulalarında her zaman hazır, bekletiliyor. Vaktiyle çok acı çeken bu insanların gösterdikleri tepkiler, zulalardan çıkarılacak yeni öcülerle “demokrasinin önü bir kez daha kesilmesin”, diyedir.
Bir ünlü yazarımızdan uyarladığım bir hikayeyi anlatmak istiyorum:
Ülkenin birinde bir yönetici varmış. Bozuk giden işlere canı çok sıkılıyormuş. Bir çözüm yolu arıyormuş ama bir türlü bu çözüm yolunu bulamıyormuş.
Bir yandan düşünüyormuş, bir yandan da masadaki kağıdı karalıyormuş. Bir F harfi, bir A harfi, bir N harfi, derken ortaya bir FANTİKO kelimesi çıkmış.
Kafasında bir ışık yanıvermiş yöneticinin. Meydanlara çıkmış, fantiko hakkında konuşmaya, nutuk atmaya başlamış. Bu fantiko öyle kötü bir şeymiş ki ve bu düşüncede olanlar, yani fantikocular öyle kötü insanlarmış ki, memleketin başına gelen bütün dertler, belalar bunların yüzündenmiş.
Fantikocular her türlü kılığa girerlermiş ve hemen her yerde bulunurlarmış.
Halk bu söylemden çok etkilenmiş. Herkes kapı arkasında, minder altında fantikocu aramaya başlamış. Yöneticimiz sonraki günler devamlı fantikoculuktan bahsetmiş. İnsanlara fantikoculardan nasıl korunacaklarını anlatmış.
Fantikocuların hepsini yakalatmalısınız, demiş. Vatanımızı onlardan ancak böyle koruyabiliriz. Ülkede herkes kızdığı komşusunu, sevmediği adamı, rakibini, alacaklısını, aşkına karşılık vermeyeni, fantikocu diye ihbar etmeye başlamış.
Yöneticimiz konuştukça insanlar çığırından çıkmış. Artık sokakta kim biriyle göz göze gelse, hemen birbirlerine “fantikocu”diyorlarmış. Kim çabuk davranır ve diğerine daha önce “fantikocu” derse, polisler kendisine fantikocu denileni, yaka paça tutukluyorlarmış.
Hapishaneler fantikocularla dolup taşmış.
Derken yöneticimiz bir sabah evinden çıkmış. Sokağın köşesinde telaşla yürüyen bir adamla çarpışmış. Çarpıştığı adamla göz göze gelince, adam yöneticiyi tanımış ve korkmuş. Aceleyle parmağını uzatarak yöneticiyi göstermiş ve “Fantikocu!” diye bağırmış.
Polisler koşup yöneticiyi yakalamışlar. Yönetici kelepçelenip götürülürken yalvaran bir sesle, “ Ama ben fantikocu değilim ki!” diyormuş.
Demokrasi en büyük değer. Demokrasi herkes için olmalı. Herkes, herkes için demokrasiyi savunmalı. Demokrasi varsa özgür düşünce vardır.


MANDA BALA: Gerçeğin Anatomisi


Yazar: Halit Angıner

Tarih: 04 Mayıs 2009 13:26


Olaylar, ekonomi bahis konusu olduğunda adı hep Türkiye ile birlikte anılan bir ülkede geçiyor: Brezilya’da.


Kahramanları ise bir siyaset adamı, bir haydut, bir kurban, bir profesör tıp doktoru, kahraman bir görev adamı savcı ve elbetteki sokaktaki adam, yani halkın kendisi.


Adlarını koyarsak:


Politikacı: JADER BARBALLO. Brezilya’nın yoksul eyaletlerinin birinde doğmuş. Yoksul bir ailenin çocuğu. Politika hayatında, önce Şehir Meclisine seçilmiş. Ardından Vali olmuş.Savcı: C. FONTALES. Jader’i Belem’de ilk politikaya atıldığı yıllardan beri tanıyor. “ Şehir Meclisine seçilmişti. Toplantılara giderken taksiye verecek parası yoktu. Onu Meclise arabamla götürürdüm”, diyor.


Haydut: MAGRINHO. Gerçek adı bu değil. Yüzünü de maskeyle örtmüş. O da yoksul bir aile çocuğu. Mesleğine 9 yaşında hırsızlıkla başlamış. Banka soygunculuğuna terfi etmiş zamanla. Sonradan adam kaçırıp fidye almayı seçmiş. “Böylece bir defada 30, 35 banka soygunundan gelen paradan fazlasını kazanıyorum” diyor.


Önce kurbanını seçiyor. Sonra adım adım takip ediyor. Bu takip bazen aylar sürüyor. Hiçbir şeyi şansa bırakmıyor. Kaçırma işi bitince, kaçırılanın ailesinden para istiyor. Bazen 3, bazen 5 milyon Amerikan Doları.


Eğer aile tereddüt eder ödemezse, kaçırdığı kişinin bir kulağını kesip ailesine yolluyor, kesme işlemini gösteren videoyla. Para yine gelmezse diğer kulağını kesip yolluyor. “Yaparken hiç tereddüt etmem”, diyor. “Bakacak bir ailem var. Yoksa onları yaşatamam. Herkesin bir iyi, bir kötü yanı var. Ben yalnızca kötü yanımı biliyorum.”


Kurban: PATRICIA. Bu genç kızın fidyeciler tarafından kurban seçilmesinin nedeni ailesinin ZENGİN oluşu. Ailesi fidyeyi geciktirince kulakları kaçıranlar tarafından kesilmiş.


Doktor: JUARES AVELAR. Bu doktor haydutlarla savaşıp masum insanları onların elinden kurtaran bir kahraman değil. Fidyecilerin kulaklarını kestikleri kurbanlara yeni kulak yapan Estetik Cerrah. O da YOKSUL bir aile çocuğu.


Bu hepsi de gerçek olan kişilerin yaşamları bir şekilde birbiriyle kesişiyor.


Brezilya Devleti gelişmemiş Kuzey ve Kuzey Doğu eyaletlerindeki yoksul halkı kalkındırmak için iş imkanları yaratmak üzere girişimcilere kesenin ağzını açıyor.


Vali JADER gelen paraları çeşitli projelere yatırıyor. Devlet durmadan para gönderiyor. Hem de çok para. Milyarlarca Dolar. Evet, milyarlarca Dolar.


Paralar yapılmayan fabrikalara, ekilmeyen topraklara, hayali şirketlere yatırılıyor ve kayboluyor. Halkın yaşamında bir şey değişmezken Jader çok ama çok zenginleşiyor. Televizyonlarında, radyolarında propagandasını yapıp seçim üstüne seçim kazanıyor.


Brezilya seçimlerinde, seçim öncesi, fukara halka oy karşılığı yiyecek dağıtılırmış. Tuğla, çimento, bazen doğrudan para, bazen de ayakkabı verilirmiş. Ama ayakkabının seçimden önce sağ teki, seçim bitince de sol teki verilirmiş.


Valilik sonrası, sırasıyla Milletvekili olmuş Jader, sonra Senatör, sonra Senato Başkanı olmuş. Yani Cumhurbaşkanlığı dışında her türlü makamda, en üst makamlara oturmuş.


Çalınan paralar nedeniyle yatırım yapılamayan Kuzey Eyaletleri halkından milyonlarca insan iş ve para umuduyla Sao Paulo’ya gelip, şehrin varoşlarına yerleşmişler.


İşsizlik, yoksulluk, artan eşitsizlik sonucu MAGRINHO gibi binlerce kanun dışı, suç makinesi insan sokakları doldurmuş.


Savcı Fontales, Jader’e karşı yaptığı 10 yıllık bir mücadeleden sonra, Jader hakkında açtığı 2000 yolsuzluk davasının ancak bir tanesinden, o zaman Brezilya Senato Başkanı olan JADER’in dokunulmazlığını kaldırtarak, onu sanık sandalyesine oturtabilmiş.


Hatta Jader’i tutuklatıp hapse bile attırmış. Ama yüksek mahkeme Jader’in hapisten salınmasına karar vermiş. Halk Jader’i tekrar omuzlara almış. Yeniden Senatör seçmiş. Şimdi tekrar Senato’da. Senatör. Memlekete hizmete devam ediyor.


Savcı ise devamlı ölüm tehditleri altında. Polis korumasında yaşıyor.


Doktor Avelar, fidyecilerin kulaklarını kestiği kurbanların kulaklarını yeniden yapıyor ve yerine takıyor. Bu konuda çok ünlü olmuş. Ve de çok para kazanıyor. Ama o da, bir gün kendi kulaklarını kaybetmemek için, kocaman bir koruma ordusuyla dolaşıyor.


Çünkü aç ve işsiz insanlarla dolu 20 milyon nüfuslu Sao Paulo kentinde her an bir kaçırma olayı veya tehdidi var.


Haydut MAGRINHO kendisine tutulan kameraya varoşları göstererek: “ Bu insanların hiç biri bu şehirde doğmadı. Hepsi Kuzey’den iş umuduyla geldiler. Ama işleri yok. Açlar. Aldığım fidyeleri onlarla paylaşıyorum. 9 çocuğum var. Belki bir gün bir tanesi Brezilya’ya Cumhurbaşkanı olur da bütün bu adaletsizlikleri düzeltir ”diyor.


Sizlere “ Bir Mermi Gönder ”anlamına gelen MANDA BALA adlı belgesel filmin konusunu anlattım. Filmde lüksün, ihtişamın, karnavalların, tangaların ardındaki acı Brezilya gerçeğini, olayların kahramanları, kendileri anlatıyorlar.


En dehşetli anlar, abartısız, yumuşak, ironiyle, satirik uslupla anlatılmış. Eğer rastgelirseniz MANDA BALA’yı izleyin.


Yolsuzlukların coğrafyası olmadığını göreceksiniz.





ONTARIO ve TÜRKİYE'DEKİ
SEÇİMLER ve DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ



Yazar: Halit Angıner

Tarih: 18 Nisan 2009 15:45



Ontario Muhafazakar Partisinin başındaki John Tory ve arkadaşları, parti başkanının Meclis içerisinde daha iyi muhalefet yapacağına karar verdiler.

En güçlü oldukları bir bölgedeki milletvekili istifa etti. Böylece seçim yenilendi. Ve bizim John oradan seçime girdi. Rakibi mi ? Rakibi bir gitarist.

John, bu amatöre karşı elini kolunu sallayarak bile kazanabilirdi. Nitekim John elini kolunu sallarken, gitarist de gitarını çalıyordu.

Ne demiş atalarımız: Kızını bırakırsan ya davulcuya ya zurnacıya kaçar.

John’un nasılsa çantada keklik diye gördüğü seçmenler, onun peşlerinden koşmadığını görünce, davulcu veya zurnacı talipleri çıkmadığından, oylarını gitariste vermesinler mi?

Sonuç mu? Benim son yılların bu en komik politik gelişmesi saydığım bu olayda, Muhafazakarlar acı bir şekilde bir milletvekiliğinden oldular.

Ama Ontariolular ve elbette Muhafazakarlar, güler yüzlü, sempatik, sırası geldiğinde gitarını konuşturacak harika bir temsilci kazandılar.

Hem biz tarafsız veya taraflı Ontariolular, hem de Muhafazakar partililer bu seçime şükretmeliyiz. Ya John Tory yanlışlıkla seçilip de gelecekte başbakanımız olsaydı?

Tanrı korumuş hepimizi.

Ekmeğini müzikten kazanan saygıdeğer gitariste bundan sonraki politik hayatında başarılar diliyor ve bizleri beceriksiz ve sorumsuz bir politikacıdan kurtardığı için teşekkürlerimi sunuyorum.
***
Son yerel seçimlerde Türkiye’deydim. Yine, yerel seçimlerde Türkiye’de olmak ve bu renkli seçime bir kez daha şahit olmak varmış.
Sokaklar parti bayrakları ile süslenmiş. Caddelerde parti afişleri ile donanmış minibüsler, otobüsler; hoporlörleri sonuna kadar açık hem adayı övüyorlar hem sözlerini parti adaylarına uydurdukları popüler şarkıları çalıyorlar.

Bir belediye başkan adayı önden yürüyor. Arkasında 8, 10 kişilik bir gurup, daha arkada bir davul ve bir zurnacı. Onlar oyun havaları çalıyor, başkan adayı ise sağı, solu selamlıyor.
Arkadan koca bir seçim otobüsü onları takip ediyor.

Bazen adaylar yolda karşılaşıyorlar. Hepsi aynı kentin çocukları, hiçbiri bu fırsatı kaçırmıyor, sanki aylardır birbirlerini görmemişler: Sarılıp kucaklaşıyor, hasret gideriyorlar.

Sonra herkes yoluna: Savaşa – pardon - seçime devam.

Her yerde böyle mi oldu, bilemem. Ama bizim Manisa’da böyleydi: Tam bir şenlik.

Bu renkli seçimleri Turgut Özal’a borçluyuz. Sanırım şuna yakın bir şey söylemişti: “Seçim bir kutlamadır. Seçimleri hepimiz bayram gibi kutlamalıyız.”
***
Türkiye’deki seçimdeki en büyük espiriye gelince: Bence Türkiye yerel seçimlerinde en kral espiri AKP’lilerin seçime katılan başörtülü bir bayana yaptıkları itirazdı.
Olay şöyle: Bir ilçede AKP, kendi partisinden olan eski belediye başkanını bu defa aday göstermiyor. Bunun üzerine eski başkan bir başka partiden aday oluyor.

AKP bu adaylığa itiraz ediyor. İtiraz Seçim Kurulunca kabul edilince, kasaba halkı eski belediye başkanının hanımını aday gösteriyor.

AKP’ liler buna da itiraz ediyorlar. İtiraz gerekçesi şu: Hanım başörtülüymüş. Yasaya göre başörtüsüyle seçime katılınamazmış.

Seçim kurulu, partinin bu itirazını reddetmiş. Çünkü bayanın seçim kuruluna verdiği adaylık fotoğrafı başörtüsüzmüş, bayan resimde peruk takıyormuş.

Sonuçta seçimi başörtülü bayan aday kazandı. Şimdi başkanlık makamında başörtüsünün üzerine giydiği perukla oturuyor.

Neresinden tutsanız kara mizah: Yasağa mı gülmeli, yasağın nasıl delindiğine mi ? Ama asıl ibretlik yönü, AKP yerel yöneticilerinin davranışı.

Kardeşim siz neye karşısınız: Başörtüsü yasağına mı, yoksa başörtüsüne mi ?

Demek ki ihtirasın gerçekten dizgini yok.






AH, MİN EL AŞK



Yazar: Halit Angıner

Tarih: 04 Nisan 2009 15:07


Ruhşah’ım; Hamid’in sana kurban olsun. Efendim sana esir olmuş bir kulunum. İster bana vur, ister öldür. Sana teslimim. Yakarıyorum, gel. Billahi derdimin, belki de ölümümün nedeni olursun. Ayağının altına yüzümü, gözümü sürerek rica ediyorum.”

Bu coşkulu satırların, aşık yüreğini bütün çıplaklığı ile anlatan mektubun yazarı kim olabilir dersiniz?

“Abdülhamid’in canı Ruhşah; Efendim, kuşca canım, yoluna feda olsun.”
“Abdülhamid’in Ruhşah’ına, kul kurban olsun.”
“Efendim Hamid sana kurban olsun. Kerem senindir.”
“Ayağını öpeyim beni mahzun eyleme efendim. Sana kul kurban olayım efendim.”
“Ayağının tozlarına yüzümü sürerek rica ederim.”
Yukarıdaki satırları eski zamanlarda yazılmış aşk mektuplarından aldım. Eski zaman sevdalarının şiirli masallarında bu tür tutkulu, duygu dolu satırlara her zaman rastlanabilir.
Leyla ile Mecnun’u biliyoruz. Tahir ile Zühre’yi de. Tristan ve İsol de romanlarda ve operalarda.Peki yukarıdaki mektupların kahramanları Ruhşah ile Hamid’i hiç duymuş muydunuz ?
Ruhşah’ın kimliği net olarak bilinemiyor. Mektupların yazarı Abdülhamid’in eşi olabilir diyor bazı tarihler. Gerçekten Abdülhamid’in bu isimde eşi olduğu bir vesika da yazılı.
Ama bazı tarihçiler de Ruhşah’ın Abdülhamid’in eşi olması olasılığının çok zayıf olduğunu da belirtiyorlar.
Kısaca Ruhşah hakkında pek bir şey bilinmiyor.
Abdülhamid’e gelince: Yukarıdaki satırların sahibi, tepeden tırnağa, sırsıklam aşık kişi : Yedi Cihan Padişahı, Osmanlı Sultanı, 1. Abdülhamid.
Birinci Abdülhamid 1774 yılında 49 yaşındayken Padişah olmuş. Dindar, iyi niyetli ve duygulu bir Padişah olarak tarihe geçmiş.
15 yıl Padişahlık yapmış. O dönemde İmparatorluk bir gerileme sürecine girmiştir. Bilimin aydınlığında modernleşen, teknolojiyle güçlenen Avrupa ülkeleri birbirleriyle savaşmaktan fırsat bulunca Osmanlı İmparatorluğundan parçalar kopartmaktadırlar.
Gelişmelere açık ve atalarının kahramanlık destanlarını okuyarak yetişmiş olan I. Abdülhamid, ülkesini güçlü dönemlerdeki haline getirmek ister.
Orduyu harekete geçirir. Ancak teknolojik gerilik, yetişmiş adam eksikliği başarısızlıklara neden olur.
Padişah yenilgilere, olanlara üzülür. Ama bir başına yapabilecekleri son derece sınırlıdır. Üstelik kendisi de tahta geçinceye kadar sarayda kapalı bir hayat yaşamak zorunda kalmıştır. Dünyayı fazla tanımamaktadır.
En büyük desteği halkıdır. Onların arasında dolaşır. Namazlarını, değişik camilerde halkla beraber kılar. Halkı mutlu edecek eğlenceler tertipler.
Beceriksiz yöneticiler, yanlış yorumlarla olayları kendisine aktarırlar. Bu yanlış yorumlar yanlış kararların alınmasına neden olur. Yanlış kararlar ise başarısız sonuçlar getirir.
Bütün bunlar hassas Padişahı son derece üzer. Üstelik bir de Ruhşah’a tutulmuştur.
Ruhşah, bir emriyle yerleri oynatan Padişahı öylesine etkilemiştir ki, koca Hakan bitmez tükenmez günler ve gecelerde onu düşünür, bekler. Bu düşünüş ve bekleyişler sırasında, ona tutkulu mektuplar yazar.
Kimdir bu Ruhşah ! Sarayda sayıları yüzleri geçen cariyeler vardır. İhtimal onlardan biri.Peki ya Padişahın bu tutkusu nasıl bir şeydir ki, koca Sultan bir cariyenin ayaklarına yüzünü sürmek, öpmek istiyor !
Bu değişen zamanlarda, bu çağda böylesi bir aşkı anlamak hiç de kolay bir şey değil.

“ Benim ağlamalarımın ateşini söndürürse, ancak senin yüksek merhametin söndürür.”
Mektuplardan Ruhşah’ın Padişah’a görünmekte nazlandığı, görünse bile hemen kaçıp gittiği anlaşılıyor.

“ Bana bu yaşımda, sen merhamet etmezsen, kim eder.”

Bu kara sevdadan zamanımıza bilgi olarak yalnızca Sultan I. Abdülhamid’in yazdığı, Topkapı Sarayı arşivlerindeki mektuplar kalmıştır.
Bu aşkın nasıl bir sonuçlandığı bilinmiyor. Bildiğimiz yalnızca eski sevdaların artık tarihe karıştığı.Gönül, bir zamanlar gerçekten ferman dinlemiyormuş.


Okuyucuya not: Mektuplar Sultan’ın el yazısıyla ve Osmanlıca. Bu günkü dile çevirirken hata yapmışsam af ola. H.A.






AFGANİSTAN SAVAŞI



Yazar: Halit Angıner

Tarih: 18 Mart 2009 14:03




Kanada kamuoyu bir kez daha Afganistan’da görevli Kanadalı askerlerin ölümüyle sarsıldı. Görev bölgesinde ölen asker sayısı 112’ye yükseldi.
Kanada Parlementosu bu olayın öncesinde Kanada askerlerinin 2011 yılında Afganistan’dan geri çekilecekleri kararını almıştı.
Başbakan Stephen Harper, gerek Nato toplantısında ve gerekse CNN televizyonuyla yaptığı söyleşide Afganistan savaşının dışarıdan gelen güçler tarafından kazanılamayacağını ve hükümet karşıtı isyancıların hiçbir zaman tamamen yok edilemeyeceklerini açıkladı.
Anladığım kadarıyla Afganistan’daki bu savaşı kazanmanın olanağı şimdilik yok. Peki kazanılamayacak savaş niye yapılıyor acaba?
9/11 sonrasında Amerika’nın Afganistan’daki Taliban yönetimini devirmek için harekete geçeceği günlerde televizyon ve gazetelerde çıkan yazılarda, Afganistan’ın tarihte her işgale karşı savaştığı ve hiçbir zaman teslim olmadığı anlatılıyordu.
Bunun son örnekleri şöyle sıralanıyordu: İşte İngiltere; Hindistan’a hakim olmuş ama Afganistan’a hükmedememişti.
İşte Sovyetler Birliği; Dünyanın bu süper gücü yüzyılın yenilgisini almıştı Afganistan’da.Ne sihir var ki bu ülkede, dünyanın devleri, sonunda bu zayıf, kuru, fukara insanların önünde teslim bayrağını çekmek zorunda kalıyorlar.
Peki şimdi sıradaki ABD ne yapacaktı!
Acaba o da öncekiler gibi aynı sonuca mı varacak yoksa bir ilki gerçekleştirerek kazanabilecek miydi!
Bu ülkeyi bilenleri, örneğin Afganistan’da bulunmuş bir Türk Generalini dinlemiştim. Şöyle diyordu: ”Afganistan’da hiçbir ordu savaşarak kazanamaz. Afganistan’da para ile kazanılır. Parayı vereceksiniz, herkesi yanınıza alacaksınız. Ancak o zaman kazanabilirsiniz.”
Bana bu yorum pek inandırıcı gelmemişti. ABD müthiş teknolojik gücüyle, aynen Sovyetler Birliği gibi, kısa sürede Afganistan’ı işgal etti. Yeni bir yönetimi iş başına getirdi. İktidardaki Taliban ise ortadan yok oldu. Sanki o memlekette hiç böyle insanlar yaşamamışlardı. Ortadan kayboluverdiler.
Bilinmeyen bir yerden gelip tekrar geriye dönmüş gibi.
Bu olaydan birkac yıl sonra bir arkadaşımın iş daveti üzerine Afganistan’a gittim.
Başkent Kabil inanılmaz bir şekilde yıkılmış harabeye dönmüştü. Fukaralık, sefalet diz boyuydu. Üst katları zemin katının üstüne yıkılmış evlerde o yıkıntılar altında bir kaç aile bir arada yaşıyordu.
Şehrin yolları dünyanın dört bir tarafından getirilmiş takside, dolmuşta kullanılan eski püskü motorlu araçlarla doluydu.
Kış olmasına rağmen yağış olmadığında, kuruyan yollardan, metrelerce yukarıya, ortalığı sis gibi saran bir toz bulutu yükseliyordu.
Her evde birkaç aile kalıyor demiştim; bu insanlar, bir iki kuruş kazanıp evlerine bir lokma ekmek götürebilmek için ve aynı zamanda ev denilen harabelerde oturulacak yer olmadığından, sabahın köründe sokaklara dökülüyorlardı.
Ve sonra sokaklar dilenen, 2 kutu kibrit satmaya çalışan, amele pazarlarında günlerce her geçenin gözünün içine bakarak iş bekleyen 7’den 70’e her çeşit insanla doluydu.
Genel tuvaletler olmadığından bu insanlar ihtiyaçlarını açıkta gideriyorlardı. Hemen her sokakta bunu görebilirdiniz.
Fukaralık zaten terörün ana malzemesi. Buna bir de okumamış, aydınlanamamış olmanın getirdiği, düşünemeden, tartışamadan, verilen komutlara uyan korku dolu, diğerlerini düşman bilen kabile insanlarını, yoksul, ailesi ve çocukları için gözü kapalı her şeyi yapabilecek şekilde yetişmiş feodal kafaları ekleyin.
Her biri hayatın bin türlü kahrını çekmiş. Yürekler her acıya dayanıklı. Ölüm onlara pek bir şey ifade etmiyor.
Aynı adamlar hükümetle bir olmuş Taliban’a karşı savaşmış. Sonra Taliban’la bir olup, hükümete karşı savaşmış. Ne için savaşmış diye soruyorum, para işareti yapıyorlar. Birisi 3 defa Taliban’a katıldığını, her defasında kendisine kalaşnikof silah verildiğini söylüyor. Bir zaman sonra Taliban’dan kaçıp silahı satıyormuş. Kalabalığız, aileme para lazımdı, diyor.
Peki, Batı dünyasının Afganistan’a döktüğü milyarla dolar işe yaramıyor mu? Batı dünyası Afganistan’da yapılacak projelere para veriyor. Her ülke kendi projesini hazırlıyor ve kendi ülkesinden güvenilir büyük bir firmaya ihale ediyor. Bu firma aldığı işi, yine o işte uzman olan uluslararası bir başka firmaya satıyor. Uluslararası firma işi bir taşaron (sub contactor) firmaya veriyor. O da işi parçalara bölüp daha küçük firmalara ihale ediyor.
Malzemeler yurt dışından getiriliyor. Kazançlar zaten yurt dışında kalıyor. Taşaron firmalar işçilerini dışarıdan getirip işçi paralarını da dışarı transfer ediyorlar.
Afganistan’a neler mi kalıyor? Köprü, okul gibi şeyler kalıyor.
Taliban yetişebildiği yerlerde de onları bombalayıp yıkıyor. Yoksul Afgan halkına çocuklarını doyurmak için uyuşturucu tacirlerine çalışmak, ya da eski yıllarda yaptığı gibi bomba ve silahla haşır neşir olmak kalıyor.
Afganistan’da konuşunca adeta herkes ABD karşıtı. Ama herkes ABD Afganistan’da kalmalı diyor. Yaman bir çelişki gibi görünse de olay aslında çok basit. ABD giderse bütün ülke birbirine girebilir diyorlar. Çünkü; Afganistan bir çok etnik gruptan oluşuyor. Bu gruplar, her biri kendi cephesinde Ruslar’a karşı başarıyla savaşmışlar.
Ruslar şehirleri, şehirlerde hiç savaşmadan terkettikleri için, şehirler bu grupların (Tacikler, Paştunlar, Özbekler, vs.) eline sapasağlam olarak geçmiş. Bu defa bu gruplar bir süre sonra hakimiyet sağlamak için birbirleriyle sokak savaşları yapmışlar. Ve şehirler bu iç savaşta yerle bir olmuş.
Her grup karşı tarafla kan davalı. Çünkü hemen herkesin savaşta karşı tarafa verdiği bir zarar var; öldürülen, tecavüz edilen, evi yıkılan bir yakını var mutlaka.
Diyorlar ki Amerika giderse biz yine birbirimizle savaşa tutuşuruz ve bu daha büyük felaket olur.Başbakan Harper haklı: Afganistan’da kimse kazanamaz gibi görünüyor. Yalnızca dışarıdan gelenler değil, içeridekiler de.






AVCILIK NOTLARI (2)



Yazar: Halit Angıner

Tarih: 05 Mart 2009 10:47


Avcılık macerama devam ediyorum:

Bahçede atış talimini bitirince eve girdik. Kışın soğuğu parmaklarımızı dondurmuştu. Soba başında ısındık. Ali Bey’in hanımı sofrayı hazırlamış. Yemeğimizi yedik.
Ali Bey yola çıkma zamanının geldiğini söyledi. Sobanın tatlı sıcaklığına veda ederek binek Anadol otomobilden kesme, sonradan kasa eklenmiş pikaba bindik, yola çıktık.
Yolumuz üzerindeki, Ali Bey’in projelerini imzalayan mühendis arkadaşına uğrayıp onu da av partimize davet ettik. Genç adam içeriye girdi. Bir kaç dakika sonra giyinmiş, elinde tüfeği arabaya geldi. Av tutkunuydu besbelli.
Bu mühendis arkadaş sonraki yıllarda şehrin Belediye Başkanlığına aday oldu. Seçildi. Kasabasına hizmetlerde bulundu.
Ortalık kararmak üzereydi. Turgutlu ovasının derinliklerine yol alıyorduk. Ova karla, toprak yolumuz ise buzla örtülüydü. Tekerlekler üzerinden geçtikçe buzlar çatırdayarak kırılıyordu.Arkasına saklanılacak tek bir yaprağın bile kalmadığı dümdüz ovanın göbeğinde bir tarla kenarında durduk.
Tarlanın ortasında Eskimo İgloo’larına, ya da bizim köylerdeki fırınlara benzer topraktan bir yapı vardı. Yüksekliği olsun olsun 170 santim.
Bu fırına benzer şey, bizim, içinde av yapacağımız yer. Adı da: Güme.
Minik bir kapısı var. İki büklüm içeri giriliyor. Yükseklik olmadığından içeri girince bir daha doğrulmanın imkanı yok. Oturuyorsunuz, ya da diz çöküyorsunuz.
İçeride bir de küçük soba var. Soba olmazsa, o soğukta sabaha kadar donmak işten bile değil. Getirdiğimiz odunların birazını içeri aldık, birazını da girişin yanına bıraktık.
Gümenin az ilerisinde 10 metre çapında bir havuz var. Tamamen donuk. Ali Beyler buraya artezyenden su doldurmuşlar. Sonra su donmuş.
Yanımızda 2 ördek getirmiştik. Ali Bey ördeklerin eğitimli olduğunu, avda yardımcı olacaklarını anlatıyor. Ördekleri buz havuzun kenarındaki kazıklara ayaklarından bir hayli uzun iplerle bağladık.
Tüfeklerimiz, battaniyelerimizle sıkış tepiş gümeye yerleştik. Gümenin 35 santim genişliğinde kare şeklinde bir mazgal deliği var.
Ali Bey nasıl av yapacağımızı anlattı: Gecenin içinde, yukarılardan uçarak geçen ördek sürüsü, aşağıda yıldızların ışığında parlayan, ışıldayan buzdan havuzu görür;
Yaban ördekleri çok uzaklardan geldiklerinden hayli yorgunlar. Bu havuz başında dinlenebilirler. Ya da, daha erken deyip yollarına devam da edebilirler.
İşte o an, eğitilmiş ördeklerimiz av oyunumuza üzerlerine düşen rolü oynayarak katılıyorlar. Yukarıda ay ve yıldızların ışığında yol alan hemcinslerini görünce ve seslerini duyunca, havuzun ortasına koşuyor, yukarıdakilere sesleniyorlar:
Vak. Vak. Vak. Buradayız! Buradayız !
Sesleri duyan yaban ördeklerinin sürü başısı yavaşlıyor. Aşağıdaki havuzu, havuzun ortasındaki bizim ördekleri şimdi daha iyi, daha net görmüştür. Peşindekilerle havada bir daire çiziyor.
Şu havuza konsalar, oradaki ördeklerle birlikte biraz yosun yeseler. Hem karınları doyar, hem yol yorgunluğunu atarlar. Yüzlerce kilometrelik yoldan geliyorlar, vücutlarında bir damla yağ kalmadı.
Sürü başı karar veriyor: Hepsi birden aşağıdaki ördek kardeşlerinin yanına gitmek üzere inişe geçiyorlar.
Gümenin içinde, acıktıkça yanımızda getirdiğimiz sucukları yanan sobada pişirip yiyen bizler, yaban ördeklerinin haykırışlarını duyuyoruz. Fişekler tüfeklere sürüldü.
İlk atışı kim yapacak?
Mazgal deliğinin kapağını açtım. Tüfeğin namlusunu dışarı uzattım. Dışarının soğuğu içeriye girmek, sıcağı ise dışarıya kaçmak için çabalarken, namlunun üzerinden ay ışığında parlayan gümüş havuzu, kaçışan bizim ördekleri gördüm.
Bizim ördekler havuzun kenarına çekildiler. Birbirlerine sokularak karanlığın içine saklandılar. Bu bize uyarı: “Avınız geliyor, hazır olun!” anlamında.
Hışırtılar.. Kanat sesleri. Havuzun ortasına bir yığın ördek kondu.
Yanımdakiler : “ Hadi !”, dediler. Birden geceyi yırtan ses: “ Gümmmm !”
Ve bir daha: “ Gümmmm !”
O gece avladığımız ördek sayısını vermeyeyim, ama pek çoktu. Bu av tutkusu hastalıkmış gerçekten. Bana da bulaştı. Yıllar boyu sürdü.
Bunları niye mi anlattım: Bizim derenin kenarında geziyorum: Yeşil başlı bir ördek, sakin suda, ardında giderek genişleyen bir V çizerek bana doğru geliyor.
Güzelliği insanı büyülüyor. Aklıma eski günler, size nasıl başladığını anlattığım, eski günler geldi. Bu güzel hayvanları, hemcinslerinin, kardeşlerinin yardımıyla av torbama doldurduğum zamanları hatırladım.
Bunları yazmak, hemcinslerinin, kardeşlerinin bir gün ona da - biz insanların, her an birbirimize yapabildiğimiz gibi - ihanet edebilecekleri tehlikesine karşı, bu asil, alımlı hayvanı uyarmak istedim.Ama o, benim dilimi anlamıyor ! Bu yazıları da okumayacak !




AVCILIK NOTLARI (1)



Yazar: Halit Angıner

Tarih: 19 Şubat 2009 13:08


Yeni hayata atıldığım yıllarda Turgutlu Belediyesi’nde Fen İşleri Müdürlüğü yapmıştım. O sıralar Belediyeler, şimdiki gibi gelirleri olmadığından pek fukaraydılar.
Memur maaşlarını verebilmek için, Belediye Encümen toplantılarında Bakanlıktan para gelsin diye dua edilirdi. Parasızlık nedeniyle kadromuz pek küçüktü: Daire amiri olarak ben, filmlerden çıkıp gelivermiş, gözleri çakmak çakmak bir Topoğraf ve ben yaşlarda bir teknik eleman.Müdürlüklerin kapılarının açıldığı holde, hemen merdiven başında bir sandalyede çay getirip götüren, iyi kalpli hadememiz otururdu.
Bütün odalara hizmet verdiğinden bir çay için bile onu bulabilmek bayağı bir iş olurdu. Ama sağolsun, kısa sarı saçları, yine sapsarı kaşları, köşeli yüzü, sert çizgileri ile filmlerin acımasız SS subaylarına benzeyen Topoğrafımız hiç üşenmez, görüntüsünden beklenmeyen yumuşaklık ve içtenlikle, can ve gönülden koşturur, istediğimiz her şeyi bizzat getirir götürürdü.
Kibar bir adamdı. Hiç sen diye konuştuğunu duymadım. Kimle olursa olsun, siz diye konuşurdu. Ben çalışmaya başladıktan bir kaç ay sonra emekli oldu. Ara sıra uğrar, kapıdan selamlarını sunar giderdi. Bazen zorla oturturdum. Zamanımızı almak istemezdi.
Belediyenin bütün müdürlerine hizmet veren bir tek otomobili vardı: Bir Cip. Nuh Peygamber zamanından kalma bir araçtı ve zamanın çoğunda tamirhanede yatardı.
Cipin şöförü, yanakları hep kırmızı, durmaksızın konuşan, tatlı dilli bir adamdı. Bir defasında onunla bir iş için İzmir’e gitmiştik. Yolda cebinden bana göstermemeye çalışarak Konyak şisesi çıkardığını, yine bana farkettirmeden ara ara yudumladığını görünce yanaklarının niye her zaman öyle al al olduğunu anladım.
Belediyeye gelen projeleri kontrol ediyor, onaylıyor, ruhsatlarını veriyordum. İmar durumlarını hazırlamak da bana düşüyordu. Üstelik inşaatların projelere uygunluğunu da yerinde benim kontrol etmem gerekiyordu.
Diğer teknisyen arkadaş ise, hızla tuğla fabrikalarıyla dolan kasabanın, gecekondu bölgelerinde kum gibi biten kaçak inşaatlarla boğuşuyordu.
Yani kafamızı kaşıyacak vaktimiz yoktu. Öğle yemeklerim, ofiste yediğim sandöviç ve yanında içtiğim gazozdan ibaretti. Encümen toplantılarına katılacak zamanım yoktu, ancak her toplantıya mutlaka rapor yazmak zorundaydım.
Bir gün öğle vakti ofiste yine sandöviçimi yiyor, bir yandan bir projeyi inceliyorum. Projede önemli yanlışlıklar vardı.
Esmer, boynu bükük, sıkılgan otuz yaşlarında bir adam geldi. Problemli projeyi sordu ve kendini tanıttı:
Ben Ali, dedi.
Projede sizin adınız yok. Bir başka isim var, dedim.
Kendisi inşaat teknikeri imiş. Proje bürosu varmış. Ancak o sıralarda yeni çıkan yönetmelik teknikerlerin proje yapmalarını yasakladığı için projelerini inşaat mühendisi bir arkadaşı imzalıyormuş.
Bunun üzerine kendisine projenin yanlışlıklarını gösterdim ve düzeltilmesini istedim. Hele bazı yanlışlıklar komikti: Mesela eğer bina o şekilde inşa edilirse, insanların üst katlara merdivenden sürünerek çıkmaları gerekecekti.
Ali Bey baktı. Utandı. Özür diledi. Bu günlerde biraz dalgınmış. Neden mi ? Çünkü av mevsimiymiş. Böyle zamanda avdan başka bir şey düşünemiyormuş.
Av ile projenin ne ilgisi var, Ali Bey? dedim.
Anlattı: Babası av hastasıymış. Ali Bey daha yürümeye başlar başlamaz, her ava gidişinde onu yanında götürürmüş.
Yıllar geçtikçe bu ava gitme hikayesi, Ali Bey’de önce alışkanlığa, sonra tutkuya dönüşmüş: Kumar gibi, alkol bağımlılığı gibi ! İnanamadım.
Bu günlerde aklım, fikrim hep avda, dedi. İnanın sokakta göğe bakmaktan ağaçlara çarpıyorum.Gökte ne var, Ali Bey ?
Şimdi ördek ve kazların göç zamanı. Havalar soğudukça kuzeyden güneye gidiyorlar. Gökyüzü onlarla dolu.
- Ben hiç görmüyorum.
Bir ava gitseniz siz de görürsünüz, dedi Ali Bey.
İşte, proje hataları hep bu av tutkusunun yarattığı dalgınlıktanmış. Epeyi bir zaman bunları konuştuk. İlgilendiğimi görünce, eğer istersem, beni de bir gün ava götürebileceğini söyledi. Ama eğer onun gibi av tutkunu olursam, kusuru onda bulmamalıydım.
Havaya ateş edip uçan ördekleri mi avlayacaktık ? Ben hayatımda hiç tüfek kullanmadım ki !- Gösteririm. Hiç merak etmeyin. Çok kolay.
Bir Cuma akşamı, mesai bitiminde, Ali Bey beni Daireden aldı. Kasabanın bir hayli dışındaki evine gittik. Kendisi gibi uysal, içtenli hanımı bizi misafir etti. Küçük, saygılı, sevimli, cana yakın çocukları vardı.
Çaylar filan derken, Ali Bey çocuklardan birine bir tüfek getirmesini söyledi. Anladım ki birden fazla tüfeği var.
Bana tüfeği öğretti önce: Nasıl kırılır, nasıl doldurulur, nasıl nişan alınır.
Sonra bahçeye çıkıp, koyduğumuz hedeflere atış yaptık.
İnsanın hocası iyi olunca her şey ne kolay. Orada, hemen her attığımı vurduğumu söylersem inanın bana!
Av maceramı anlatmaya devam edeceğim.






"EVET İSYAN"



Yazar: Halit Angıner

Tarih: 05 Şubat 2009 13:07


Gündüzleri işimde çalışıyor, akşam olunca da okuluma gidiyordum. Gece yarılarına kadar laboratuvarda master tez’im için gerekli olan deneylerle uğraşıyordum.

Bir akşam üzeri yine Kızılay’dayım. Saatime baktım. Kampüse kalkacak otobüse daha bir hayli zaman var.

Avare avare dolaşıyor, vitrinlere bakarak vakit öldürüyordum.
Genç bir adam yere yirmi, otuz kitap sermiş, satıyor.

Birini aldım, baktım. Şiir kitabı. “Evet İsyan ” adını taşıyor. Sayfalarını çevirmeye başladım.

Kendime geldiğimde, kitabın neredeyse sonundaydım. Saat hayli geçmiş: Otobüsler kalkmak üzereydi.

Adama kitabın bedelini ödeyip koşarak okul otobüslerinin kalktığı durağa gittim.

Çok geç. Otobüsler çoktan gitmiş. Ama üzülmedim. Elimdeki şiir kitabını, ilk sayfasından başlayarak okumaya başladım.

Bir sonraki otobüsle okula vardığımda kitaptaki şiirlerin çoğunu bir kaç kez okumuştum.

Otobüsten indikten sonra laboratuvara gideceğime doğruca telefon kabinine gittim. Şiire tutkun, şiir içinde büyümüş bir arkadaşımı aradım.

“ İnanılmaz bir şey ! Ben olağanüstü bir şair keşfettim, biliyor musun! Bir okusan. Ah, bir okusan” dedim.

-Kim ?

- İsmet Özel

- Aaa ! Sen İsmet’i tanımıyor musun ?

İsmet Özel’i bilmiyordum. Birden ne kadar da utandım. Arkadaşım bana İsmet Özel’i anlattı; Aslında aynı yerlerde defalarca bulunmuşuz. Arkadaşım, eğer İsmet Özel’le tanışmak istiyorsan bu işi bana bırak, dedi.

Çok değil, iki gün sonra, arkadaşın evinde, İsmet Özel ve daha bir yığın insan, duygu ve heyecan dolu bir ortamda hep bir aradaydık.

İsmet Özel, ilgi duyduğum şairlerden ezbere şiirler okuyordu. Aynı yazarları seviyorduk. Ortak ne çok şeyimiz vardı. Yaşama çılgınca bağlıydık, yaşamak içimizde debeleniyordu

Bir arkadaşımız Segovia’dan parçalar çaldı. Sonra İsmet Özel harikulade sesiyle şarkılar, türküler söyledi.

Arkadaşlığımız sonraki yıllarda aynı heyecanla sürüp gitti.

Bazen sokakta yürürken, kalem aradığını, bazen bir sokak lambasının altında, o an bulabildiği her hangi bir şeyin üzerine mısralarını yazdığını hatırlıyorum.

Ve o mısraları dergilerde gördüğüm zaman; “ Keşke okur bu mısraların doğduğu anı ve ortamı bilebilseydi!” diye düşünürdüm.

İsmet Özel, Türkiye’nin ve Türkçe’nin en büyük şairlerinden biridir.

Ben İsmet Özel’e, “ Evet İsyan” kitabıyla tutuldum. “ Geceleyin Bir Koşu” bu duygumu pekiştirdi. Sonraki kitaplarını tutkuyla okudum.

İmzasını taşıyan ve nereye gitsem yanımda götürdüğüm kitaplarını, maalesef, sevdiğim şeyleri hep yanımda bulundurma tutkuma kurban ettim.

Yani, yanımda olsunlar, yanımdan ayırmayayım derken, Kanada’ya gelirken, bir valizim uçakta kaybolduğunda, bir anda hepsi elimden gidiverdi.

Ama ne gam. İsmet Özel’in şiiri, bunca yıldır her an aklımda, hep dilimin ucunda:

“...yaşamak debelenir içimde kıvrak ve küheylân beni artık ne sıkıntı ne rahatlık haylamaz çünkü ben ayaklanmanın domurmuş haliyim yürüsem rahmet boşanacak ve sana bir karşılık vereceğim.
sana bir karşılık vereceğim toprağı deşen boğuk sesimle sana bir karşılık vereceğim amansız kum fırtınası altında sana bir karşılık vereceğim birbiri üstüne yığılırken günler ey taşan suların imkânı ey taşan suların bekâreti sana bir karşılık vereceğim...”






AĞAÇLAR AYAKTA ÖLÜYOR



Yazar: Halit Angıner

Tarih: 18 Ocak 2009 11:35


Yine müthiş bir fırtına. Azıcık aralık bıraktığım pencereden gece boyunca çaldığı ıslıkları, çıkardığı ürkütücü uğultuyu dinledim.
Ertesi sabah ormanda yürürken geceki rüzgarın yarattığı yıkımı görüyordum. Bütün patikalar kırık dallarla dolu.
Kocaman dallar kopmuş, bir diğerini sürükleyerek aşağıya düşerken, birbirlerine takılarak, Zafer Tak’ı gibi yolun üzerini kaplamışlar.
Yolda hem yürüyor, bu doğal Tak’ların altından geçerken ağaçların kırılmış, yere yayılmış gövdelerine bakıyorum.
Dışarıdan bakıldığında, balta vursanız geri tepecekmiş gibi güçlü görünen ağaç gövdeleri, içi boşalmış, zavallı, perişan, uzanmış yatıyor.
Yılların mücadelesinde yorulmuş olan koca gövdeler, bin çeşit haşeratın, kurtların ve sonunda sincapların yuvası olmuş.
Kanada’ya ilk geldiğim günlerden beri bu ormanda yürüyorum. İlk zamanlarımda orman, ulu söğütler ve kocaman çam ağaçlarıyla doluydu. Şimdiyse o ulu ağaçlardan öyle az kaldı ki.Hele azıcık bir yerlere gidip gelmeyeyim, değişimi ayan beyan hemen görüyorum. İşte diyorum, bak, şurada ki koca söğüt de gitmiş !
Koca söğüdün gövdesi şimdi dereye yuvarlanmış. Adeta bir ada yaratmış orada. Gelen çalı çırpı ona takılıyor ve ada her gün biraz daha büyüyor.
Ördekler üzerine çıkıp dinlenmeye başlamış şimdiden. Bahar gelince kuşlar da orada yuva yapacaklar. Kurumuş dalların arasında cıvıldaşan, saklanan yavruları göreceğim.
Göçüp giden ağaçların yerini ise yeni fidanlar alacak. Zaten orman hemen hemen yenilenmedi mi ? İşte her yerde taze fidanlar.
Yolu kapatan kırılmış dalların ya altından eğilip geçerken, ya da üzerlerinden atlamaya çalışırken, bir hikaye; “ Hayatın Yasası ” geçiyor aklımdan.
Bu hikayede, kışın ağırlaşmasıyla, artık güneye, sıcak vadilere göç edecek olan Kızılderili aile, bu uzun, zor yolculuğa katlanması mümkün olmayan büyük babayı, orada, o son kamp yerinde bırakmak zorundadır.
Ateş yakılır. Ateşin karşısına oturtulur büyükbaba. Omuzuna bir battaniye örtülür. Gözleri artık görmeyen büyükbaba eşyaların kızaklara yüklenişini, çocuklarının, torunlarının fısıldaşmalarını dinler.
Böyle anlarda vedalaşma yoktur. Ve, vedalaşma olmaz.
Gidenler, gider. Sesler giderek kaybolur. Yalnızca kar, orman ve yanan ateşin cızırtısı kalır. Bir süre sonra ateşte sönecektir. İhtiyarın görmeyen gözlerinin önünde uçuşan hayaller, o zaman yerlerini karanlığa ve soğuğa bırakacaklar.
İhtiyar, bir zamanlar kendi yaşlı babasını, benzer durumda nasıl terkedip, bıraktığını hatırlar. Ama bu, “Hayatın Yasası” dır.
Vakti dolanlar, tıpkı onun gibi, az sonra sönecek olan ateşin giderek kaybolan sıcaklığında saniyeleri sayarken, daha zamanı olanlar hayatın bin bir gailesi ile savaşmak için yollarına devam edecekler.
Ayaklarımın altında ezilen karların çıkardığı ses beni böyle düşüncelere taşıyor. Ve belleğim felsefe ve şiir harmanıyla çalkalanıyor.
Gözlerim önünde bir resim çiziliyor:
Düşünür sıcak bir havada, uzun bir yoldan gelmiştir. Bir çardağın gölgesine sığınır. Dükkan sahibinden içecek soğuk bir şeyler ister. Sonra çardağın altında, önündeki sonsuz çöle, güneşin dünyamızı aydınlatan güçlü ışınlarının altında titreyen varlıkların görüntülerine dalar gözleri.
Çöl, ıssız tabiat, yani insanı filozof yapan herşey, işte burada.
Dükkan sahibi bir testi soğuk suyla döner. Getirdiği testiyi Bilge’nin önüne bırakır. Bilge, bir bardak dolusu suyu kana kana içer. Sonra bir sonsuzluğa bakar, bir de önündeki testiye.Doğu mistisizmi ! Yaşadığımız her an, hayatımızın gerçekleri, felsefeyle iç içe değil mi ?Ne kadar hayallere dalsak, gerçeğin ta içerilerine yuvarlanmaktan kendimizi nasıl alıkoyabiliz ? Bilge, bir ufka, bir de su testisine bakar. Şimdi esen yel yerden kaldırdığı tozu toprağı bir sağa, bir sola gezdiriyor. Sonra olduğu yerde bir girdap içinde çeviriyor. Çardağı toz ve toprakla örtüyor.
Toprak... Her şeyin anası, her şeyin kaynağı olan toprak. İnsanın meyvesini yediği ağacı besleyen, her türlü canlının var oluşunun kaynağı olan toprak.
Topraktan besleniyor, toprağı besliyoruz.
Şu testi mesela... Kimbilir neleri içinde yoğuran topraktan yapılmış. Ham maddesinde neler ve kimler var acaba ?
Bilge, biraz önce dükkan sahibinin kulpundan taşıyıp getirdiği testiye, testinin kulpuna bakıyor. Düşüncelere dalıyor ve dalgın bir aşık gibi, söylemeye başlıyor;

“Bir zamanlar benim gibi aşıktı bu testiGençliğinde başından sevda yelleri estiBir güzelin boynuna dolanan kollarının,Çamurundan, çömlekçi, bu testiye kulp kesti.”

Aklımdan bunlar geçerken birden hayatın gerçekleri beni kendime getirdi. Yediğim bir darbeyle karların üzerine düştüm. Ama kimseler vurmadı bana. Yalnızca dalgınlıkla, kırılıp düşerek yolu kapamış olan bir dala çarpmışım başımı. O kadar.
Bugünlerde beni alnımda bir kırmızı yarayla görürseniz nedeni bu yalnızca; Hayatın sırlarına, şiirlere kapılıp gitmek. Başka bir şey yok.






BOXİNG DAY ALIŞVERİŞİ



Yazar: Halit Angıner

Tarih: 04 Ocak 2009 12:48


Boxing Day geldi ya, Kanada’ya göçmen geldiğim ilk yıl gazetelerde indirim ilanlarını görünce ucuzlukları kaçırmayayım diye nasıl koşuşturduğumu hatırladım.
Kanada’da ilk tanıştığımız kişiye, heyecan içinde koşturup, gazetede okuduğum olağan üstü ucuzluğu haber vermiştim. Bize olan yardımlarına karşı ben de onun için birşeyler yapmak istemiştim.
Kadıncağız beni sabırla dinlemiş ve: “Daha burada yenisiniz. Ömrünüz oldukça bu ucuzlukları o kadar çok göreceksiniz ki!” demişti.
Sonraki zamanlarda, gerçekten bu ucuzlukların gazetelerden, radyolardan hiç eksik olmadığını yaşayarak gördüm.
İnanılmaz indirimler vardı bu ilanlarda. Birini söyleyeyim: Hani Eaton’s Center’in karşısındaki şimdiki meydan var ya, işte orada bulunan bir mağaza, hatırlayanlarınız vardır, yıllar boyu insanlara, yüzde 98 indirimli satış yaptığını 10 metre uzunluğundaki koskoca reklam panosuyla duyurmuştu.
Yani bu hesapla 500 dolarlık malı 10 dolara alabilirdiniz.
Bir gün gazetede, eğer indirim yoksa, Kanadalılar’ın alışveriş yapmadıklarını okuyunca, bunun bir Kanada karekteristiği olduğunu öğrenmiş oldum ve zamanla bu tür reklamlara alıştım.
O zamanlar, yani bizim yeni geldiğimiz yıllarda, Türkiye’de yılda ancak bir defa ticaret odasından alınan özel izinle indirim yapılabiliyordu.
Son yolculuğumda, arabanın üzerine koyup unuttuğum fotoğraf makinem düşüp kırılınca, internette detaylarını okuduğum ve fiyatını öğrendiğim yeni bir makine seçtim. Makinenin satıldığı mağazaya gidince o makinenin kalmadığını ama yakında tekrar geleceğini öğrendim.

Ama istersem biraz daha pahalı ama, daha iyi bir makine alabilirdim. Bekleyeceğimi söyledim.

Aradan bir zaman geçince mağazanın reklamında aynı makineyi, üstelik daha ucuz olarak görmeyeyim mi ! Yapacak işimin olmadığı bir gün, tekrar gittim. Maalesef fiyatı benim reklamda okuduğumdan fazlaydı. Biraz geç kalmış ve ucuzluğu kaçırmıştım.
Oğlumun bir arkadaşının, sabahın köründe bile gitse, bir türlü promosyon fiyatlı malı bulamayışını ve “maalesef kalmadı !” cevabıyla karşılaşmasını hatırladım.
Sonuçta, artık koşuşturmamaya, makineyi, ocak ayında, alışverişlerin durgun olduğu zamanda almaya karar verdim.
Ama Boxing Day’de televizyon izlerken, anlatıcıların yapılan ucuzluklar konusunda ağızlarından akan balları görünce yine dayanamadım ve hayatımda ilk defa bir Boxing Day alışverişi için yollara düştüm.
Bana yakın olan büyük mall’un yolunu polis kesmiş. Arabasından inmiş gelen araçlara durmayın, devam edin diyor.
Mall’un park alanı, hani denir ya; iğne atsan yere düşmez, işte aynen öyle. Park arası yollar ana baba günü. Trafik kilitlenmiş. Ne girilebiliyor ne çıkılabiliyor.
Mecburen yola devam edip park etme şansını bulduğum bir başka mall’a geldim.
Ünlü bir ‘büyük mağaza’nın içinden geçip mall’daki insan selinin arasından, elektronik mağazasına geldim. Ah ! İşte makinem burada ve üzerinde ilan edilen ucuzluk fiyatı var.
Uzun süre kuyrukta bekledikten sonra nihayet serbest kalan satış elemanına, ‘işte bu makine. Evet onu istiyorum’, dedim.
Sonunda istediğime kavuştum, diye düşünürken, satış elemanı eğilip vitrinin altında bir şeyleri karıştırdı, sonra, kafasını çıkarıp, maalesef o makineden kalmamış. Ama zaten o eski model. Size bu yeni modelini vereyim.
Peki bu yeni model ne kadar?
Sudan ucuz tabii. Hediyesi 999 dolar 95 cent.

Oysa benim alacağım makine 399.95 dolar.
Neyse en azından heyecanlı bir gün yaşıyorum: Hem kalabalık, hem de sürprizler.
Park yerine çıkmam için yine o ünlü büyük mağazanın içinden geçmek zorundayım. Geçerken gözüme bir tava ilişti: ‘40 % off’
Markasına ve fiyatına baktım. Böyle bir şeye ihtiyacım var, üstelik fiyatı da uygun. Tavayı alıp bir Cash Register aramaya başladım. Biliyorsunuz büyük mağazalarda en zor işlerden biri aldığınız malın parasını ödeyebilmek.
Buldum. Önümde bir genç kız var. Kasiyer bayana bitmez tükenmez sorular soruyor. Kartı varmış, puan biriktirmiş, onları nasıl paraya çevirirmiş.
Kasiyer bayan anlatıyor. Ben sanıyorum ki olayı anladım. Ve genç kıza açıkladım: “ Eğer bu puanları biriktirirseniz, benim hesabıma göre beş yıl sonra, on beş dolarlık bir krediniz olur.”Kız: ‘Sahi mi, beş yıl mı?’ diye sordu. Kasiyer bayan bana gülerek baktı ve: ‘Eh, işte, hemen hemen öyle bir şey’, dedi.
Neyse, kızcağız bir yorgan almış. Fiyatı 49.99 dolar. ‘İyi ama bu normal fiyatı. Üzerinde yüzde 30 indirim olduğu yazılıydı!’
Kasiyer, bilgisayarda indirim görünmediğini söyledi. Ve birisini çağırdı gidip bakması için. O birisi, yorganların olduğu yere gidip baktı. Döndüğünde bu markada değil, bir başka markada indirim olduğunu söyledi.
Kasiyer bu fiyattan alıp almayacağını sorunca, kızcağız arkamızda oluşan kocaman kuyruktan utandığı için mi bilmem, indirimsiz fiyat olan 49.99 dolara peki deyip parayı ödedi.
Sıra bana gelince o ana kadar konuşarak bir hayli samimi olduğumuz bayan hemen hesabımı çıkardı. Üzerinde yazılı olan normal fiyat ve artı vergiler.
‘ İyi ama bu tavada yüzde 40 indirim var!’
İndirim mi? Ama bilgisayar indirim göstermiyor! Bu küçük tavanın üzerinde bu tavanın en az 3 katı büyüklüğünde yüzde 40 indirim levhası var. İsterseniz gidip bakalım, dedim.
-‘Ama belki başka marka yazıyordur !”
Gidip baktık. Benim tavanın markası, levhanın üzerine, tavanın kendisi kadar büyük harflerle yazılmıştı. Yüzde 40 indirim ise daha da büyük harflerle. En alta da minik harflerle iki marka daha ilave edilmişti.
Kadıncağız: ‘ Herhalde indirim bunlarda var, demek ki sizinkinde yok. Bilmem ki!’, dedi.
Birden aklıma karla örtülü ormanda yapacağım yürüyüş geldi. Niye burada zamanımı harcıyorum. Eşofmanlarımı giyer, karlara bata çıka yürürken, ağaçların ardına saklanan ve bir yandan da beni gözleyen sincaplara seslenirim.
Yürüdüm, dışarıya çıktım. Alışverişimi bir başka zaman yapabilirim.