Thursday, September 30, 2010

Denize Düşen Neye Sarılır - Eylül 2010

DENİZE DÜŞEN NEYE SARILIR


04 Eylül 2010, 08:33

Yazan: HALİT ANGINER








“ Her akşam sokak ortasında öldükçe

önümü arkamı bilmiyorum” Cemal Süreya



Akşam büronun sokağa bakan ışıklarını söndürmüş, ortağımla, arka odada, yeni bir iş için vereceğimiz teklifi tartışıyorduk.

Sokak penceresinin hızlı hızlı vurulmasıyla konuşmamız kesildi. Pencerenin yanına sokuldum. Kendime duvarı siper alarak: “Kim o?” diye seslendim.

Kötü zamanlardı. Pencereden sesi alan, içeriye ateş edebilir ve kurşunlardan biri hedefi bulabilirdi.

Dışarıdan boğuk bir ses: “Kapıyı aç” dedi. Sesi önce tanıyamadım. Dehşet ve korku doluydu. Neden sonra seslenen kişinin babam olduğunu anladım.

Kapıyı açtığımda ürkmüş ve telaş içindeki babamı gördüm. İçeri girmeden: “Hadi hemen eve!” dedi. Bir şeyler söylemek istediğimde beni susturdu. Hemen eve gitmeliydim.

Babam, ortağıma da derhal evine gitmesini, büroda kalmamasını söyledi.

Dördüncü katta oturuyordum. Eve vardığımızda, babam yukarı çıkmamı, çıkınca da balkondan kendisine görünmemi istedi.

Dairemin kapısını çaldım. Hanımın kapıyı açması biraz zaman aldı. Çünkü her akşam portmantoyu çekip kapının arkasına dayıyorduk.

Ticaret Lisesinde öğretmenlik yapan karı kocanın evine akşam saatinde iki çocuk gelmiş ve öğretmenlerine bir şey soracaklarını söylemişlerdi.

Akrabamız olan öğretmen hanım içeriden öğretmen kocasını çağırmıştı. Ve adam kapıya gelince çocuklar silahlarını çıkartmışlar, eşinin gözleri önünde öğretmeni vurmuşlardı.

O günden beri, kapı kırılıp içeri girilmesin diye, portmantoyu kapının arkasına dayıyorduk. Balkondan babama el salladım. Babam karanlıkta kaybolunca hanıma neler olup bittiğini sordum.

Hanım anlattı: Babamın elli yıldır esnaflık yaptığı Karaköy çarşısında akşam vakti bir esnaf komşusu vurulmuş ve bir başkasının dükkanı yakılmış.

Babam dükkanını kapattığı gibi kardeşimi eve göndermiş. Başıma bir şey gelmesin diye beni evden çıkmamam için uyarmaya eve gitmiş. Evde olmadığımı öğrenince aceleyle büroya gelmiş.

Ama aylardır, ortalık kararmaya yüz tutunca herhangi bir saldırı olabilir diye ön taraftaki ışıkları söndürüp en arkadaki odada çalışıyorduk.

Babam, büroda ışık göremeyince tekrar eve gitmiş. Hanım hâlâ gelmediğimi söyleyince de telaşla geri dönmüş.

Başkalarının da dikkatini çekip herhangi bir tehlikeyi kendi elleriyle davet etmemek için pek hızlı çalmamış kapıyı. Biz ışık sızmasın diye ara kapıların hepsini kapattığımızdan duymamış olabilirdik. Cevap alamayınca eve gitmiş olabileceğimi düşünerek aceleyle tekrar eve koşmuş. Gitmediğimi öğrenince sokaklarda beni aramış. Sonra tekrar büroya gelmiş. Bu defa sesini duyabildik.

Babamın korkusu ve bizlerin korkusu yersiz değildi. Şehir ikiye bölünmüştü. Bir taraftan diğer tarafa geçmek pek kolay değildi.

Okudukları gazeteler beğenilmediğinden, bir akrabam bir taraf, bir başka akrabam diğer taraf tarafından dövülmüşlerdi.

Öldürülen akrabamı hatırlayınca bu kadarla kurtulduklarına seviniyorduk.

Bir meleğin kalbine sahip, iyiler iyisi bir arkadaşım, Fahrettin, sırf bir partiye mensup diye sokak ortasında yere yatırılmış, kafasından kurşunlanarak öldürülmüştü.

Eczacı arkadaşım Mete, iş yerinde öldürüldü. İki gün sonra bir başka eczacı tanıdığım Cemil, yine iş yerinde intikam kurşunlarının hedefi olmuştu.

Olaya şahit olan bir arkadaş, heyecandan titreyerek şöyle anlatmıştı gördüklerini: “Arabamı park etmiş, içinde hanımı bekliyorum. Bir motosiklet yanımdan geçip eczanenin önünde durdu. Motosikletin arkasında oturan çocuk inerek eczaneye girdi. Hanım o taraftan geleceği için hep eczane yönüne bakıyorum. Derken silah seslerini duydum: Pat, pat, pat...

Demin içeriye giren çocuk, her iki elinde birer silah ile eczaneden çıktı. Gayet sakin motosikletin arkasına bindi. Öndekine: “Yürü” dedi. Bir yandan silahları beline sokmaya çalışıyordu. Ama bana, silahlar o kadar büyük, kendisi o kadar küçük görünüyordu ki, silahları bir türlü beline sokamadı. Korktum, direksiyonun altına girdim adeta, saklandım.”

Arkadaşım korkusundan şahitlik yapamadı. Ama yıllar yılı olayı unutamadı, anlattı durdu.

Eczacı cinayetleri son bulmadı. Eczacı Cemil’in öldürülmesinden iki gün sonra, Eczacı Neşe’nin eczanesine gelen bir genç, Neşe’yi soruyor.

Arkadaşlarıyla oturmakta olan Neşe: “Buyrun benim” deyince, genç belinden çıkardığı silahla Neşe’yi öldürüyor.

Manisa’ya büyük bir korku hakimdi. Geceleri sokağa çıkılamıyordu. Sıra kimde? Konuşulan buydu. Bir sizden bir bizden. Korku içindeydik ve çaresizdik.

Alabildiğimiz tek tedbir, akşamları kapının ardına portmantoyu çekip kapıdan girebileceklerin işlerini zorlaştırmaktı. ODTÜ mezunuydum. O zamanlar ODTÜ’lü olmak, küçük yerlerde hedef olmak için yeterli nedendi.

Sabah saat 7.30 sularıydı. Mutfağın balkonunda kahvaltı yapıyorduk. Manisa ovası, güzelim bahar gününü neşeli pırıltılarla karşılıyordu.

Ve sabahın o saatinde sessizliği silah sesleri böldü. Hanım elinde çaydanlık, gözlerinde beliren yaşlarla: “Eyvah! Yine kimin canını yaktılar acaba!” dedi.

Öldürülen berberi tanıyordum. Sabah ilk müşterisini traş ederken içeri girmişler. Onları müşteri sanmış, “Günaydın, hoş geldiniz” demiş.

Gelenler, çocuklarının nafakası için çalışan bedenine kurşun yağdırmışlar.

Tanıdığım bir başka berber, bu olaydan sonra, can korkusuyla iş yerini kapattı. Manisa’yı terkederek İzmir’e taşındı.

Tıpkı, emniyette olacaklarını düşündükleri yerlere kaçan, göç eden işçiler, memurlar avukatlar, eczacılar, mühendisler gibi.

Gazeteler politik cinayet haberleriyle doluydu. Ülkenin her yerinde katliamlar oluyordu.

Polis bölünmüştü; öğretmenler bölünmüştü. Öğrenciler bölünmüştü. Yargı bölünmüştü. Meclis bölünmüştü. Halk bölünmüştü. Kısacası Türkiye bölünmüştü. Herkes herkesle savaş halindeydi.

Politika çözüm üretmiyor, sanki tersine bölünme körükleniyordu.

Korku ovaları dağları, umutsuzluk yürekleri kaplamıştı.

12 Eylül’de, bu ortamda, ordu, Kenan Evren liderliğinde yönetime el koydu.

13 Eylül sonrasını, 13 Eylül sonrasında anlatacağım.









12 Eylül Sonrası



Yunanistan’da 1967 darbesini yapan, sonradan müebbet hapse mahkûm olan bir general, bir gazeticinin sorusunu cevaplarken şöyle demişti:

 - “ Gazeteler ve politikacılar, komünistlerin ülkeyi ele geçirdiklerini, vatanın elden gittiğini, fedakâr bir kurtarıcının, milliyetçi bir vatan evladının arandığını söylüyor, yazıyorlardı. Vatanını seven biriydim. Sessiz kalamazdım. Memleketi komünistlerin elinden kurtarmak için harekete geçtim.”


12 Eylül’de ordu Türkiye’de yönetime el koydu. Aylardır endişe içinde yaşayan Türkiye halkı büyük bir “oh! “ çekti.

12 Eylül gecesi insanlar huzur içinde uyudu.

Biz de, evde, geceleri kapımız kırılıp içeri girilmesin diye kapının arkasına ağır gardrobu dayamayı bıraktık.

Çünkü artık devlet vardı.

Ülke huzura kavuştu. Kurtarıcılar her gün televizyonlarda eski günleri hatırlatıyor, insanlara onları nelerden, ne büyük tehlikelerden kurtardıklarını anlatıyorlardı.

Anlatıklarında bir yanlışlık da yoktu. Çünkü halk o anlatılan olayları gerçekten yaşamıştı.

12 Eylül öncesi şehirler cehenneme dönmüştü. Öğrenciler için can güvenliği yoktu. Okullarına gidemiyorlardı.

Bombalar patlıyor, hergün onlarca insan öldürülüyordu.

Sokaklara korku hakimdi.

Şimdi halk, kötü günlerin geride kalmasını sağlayan kurtarıcılara minnettardı. Meydanlarda toplanıyor, kurtarıcıları alkışlıyordu.

12 Eylül Anayasası böyle onaylandı, Kenan Evren referanduma katılan halkın yüzde 92‘sinin olumlu oyuyla, Türkiye’nin 7. Cumhurbaşkanı seçildi.

Oy pusulalarının renkli olduğu, zarfın içinden farkedildiği, bu şekilde halkın baskı altında tutulduğu, tek yönlü propaganda yapıldığı ileri sürülse de, yüzde 92 çok büyük bir rakam.

Üstelik katılım oranı da çok yüksek: Yüzde 82.

Büyük bir olasılıktır ki, bu oran kurtarıldığını düşünen insanların, kurtarıcılarına teşekkürüdür.

Peki olay bu kadar basit miydi: Vatan tehlikeye düşmüş ve onu kurtarıcılar mı kurtarmıştı ?

Soğuk savaşın o yıllarında dünyanın iki büyük güç arasındaki paylaşım savaşını hatırlayalım.

Dünyayı yönetenler, kendilerine bağlı ülkelerdeki bağımsızlık fikirlerini ya iç savaşlar çıkartarak veya ordu müdahaleleri ile önlediler.

Aynı yöntemi bağımsız politika gütmeye çalışan ülkeleri kendilerine bağlamak için de kullandılar.

Endonezya, Guatemala, Polonya, Şili, Arjantin, Lübnan, Panama, Afganistan gibi bir çok ülkede ya darbe oldu, ya da doğrudan kuvvet kullanarak işgal edildiler.

Türkiye de bu acılı olaylardan nasibini aldı; hem de birkaç defa.

Ülke savaş alanına döndü. O günleri yaşayanlar, darbeler öncesi yapılan kışkırtmaları, kışkırtıcıları, yani ajan provakatörleri gördü, tanıdı.

Ama yapılabilecek pek bir şey de yoktu. Çünkü bu kışkırtıcılar, yöneticiler tarafından korunuyordu.

Politikacılar ve politikacıyı destekleyen çıkar çevreleri yangına benzin döküyordu.

Kenan Evren’in kendi şahsi hesapları var mıydı, bunu bilmek elbette mümkün değil.

Ama hayatını okuyuncaşu sonuca varmak kolayca mümkün: Ateşi kucağında buluverdi.

İhtimal, o sıralar kulağına “Vatanı ancak kendisinin kurtarabileceği ” fısıldandı.

Ayrıca iktidar olmanın büyülü çekiciliğine kim karşı koyabilir ki….

12 Eylül’de kurtarıcı Kenan Evren’i alkışlayan halk, kapalıkapılar ardında olan biteni, yaşanan acıları ancak yıllar sonra öğrenebildi.

Her şey ince dokunmuş bir plana mı dayanıyordu?

Özgürlüklerin, örgütlenmenin yok edilmesi, kafaların biçimlendirilmesi, üniversitelerin liseleştirilmesi, ekonominin, politikanın yeniden şekillendirilmesi….

Bütün bunlar bir büyük planın sonucu muydu?

Bütün bunları Kenan Evren ve arkadaşlarının o an düşünüp yapmış olmaları mümkün müydü?

Bu sorunun en doğru cevabı, 12 Eylül darbesini haber alınca, birilerinin gösterdikleri şu tepkide saklıdır:

Our boys did it.”

Yani: “Bizim çocuklar işi başardı.”

O birileri, aynı lafları, Şili’de yönetime el koyduğunda, General Pinochet için söylemişlerdi.

Aynı sosyal ve ekonomik önlemler Şili’de de alındı. Karşıçıkacağı varsayılan herkes işkence evlerine, hapishanelere kapatıldı.

Belki, yazının başında bahsettiğim Yunan general gibi, Kenan Evren de, vatanını seven her insan gibi kendisine “vatan kurtarıcılığı”nı görev bildi.

Kendisini destekleyenler, yol gösterenler, adını yollara, bulvarlara, okullara, salonlara verdiler.

Paşanın adına müze açıldı. Yaptığı resimler çok beğenildi. Büyük paralar ödenerek satın alındı.
Peki, Evren’in bu destekçileri kimdi?

Bir kısmı: 

Kenan Evren “vatanı kurtardığında” istedikleri yönetim tarzına kavuşmuş olanlar ve onların temsilcisi olan politikacılardır.

Bunların 12 Eylül öncesi tutumları hatırlandığında; ülkeyi bilerek bir müdahale ortamına götürdükleri düşünülebilir.

Aslında demokrasi onların ilgi alanı dışındadır. Önemli olan çarkın istedikleri gibi dönmesidir.

Diğerleri: 

Her devrin adamları olanlar. Onlar zaten her zaman iktidar sahiplerinin hizmetindedirler.

O günlerde, her şeyi bildikleri halde, Evren’in yaptıklarına alkış tuttular, yanında yer aldılar.

Bugün ise demokrasiden yanalar ve Kenan Evren’e, 12 Eylül’e şiddetle karşılar.

Kenan Evren, geçen yıl, bir meydandan adının silineceği kendisine söylendiğinde:

 - “Yahu ben kimseye, şuraya buraya benim adımı verin demedim ki...” demişti.

Acaba Kenan Evren adını oraya buraya kimler verdi?... 

Bilinse bir faydası olur mu?












Yeni çiçekler




Üzeri çiçekler ve avuçlar dolusu minik acı biberle donanmış,iki kök biberin bulunduğu saksıyı balkonda bırakmıştım.

Kışın acımasız dondurucu soğuğunu hesaplayamadım. Üzerlerini örtmeme rağmen yeteri korunmayı sağlayamadığımı bahar gelince gördüm.

Biberlerim yeşeremedi bir türlü.

Ama mucize gibi, bir yığın minik yeni fide saksının her yerinde toprağı aralayıp gözlerini dünyaya açtılar.

Bir zaman sonra bunların evdeki her saksının dibine attığım kedi tırnağı tohumlarından çıkan fideler olduğu anladım.

Kedi tırnakları orman gibi sardılar toprağı. Saksının kenarlarından aşağılara sarktılar. Üzerleri yüzlerce çiçekle doldu.

Kat kat çelenkleriyle çiçekler minik güllere benziyorlardı. Yaz boyunca açtıkça açtılar. Açtıkça açtılar.

Derken birgün, bu gül bahçesini andıran saksının bir yerinde, bir başka bitki, kedi tırnaklarının dallarının arasından başını uzattı.

Ertesi günler bu yeni bitkinin sayısı çoğaldı.

Onlarıyolmadım; Bekledim ne olacak diye.

Yeni bitki önce tam ortasından upuzun bir dal çıkardı. Sonra dalın ucunda sarı renkli, güzel bir çiçek oluştu.

Eve gelen bir arkadaşıma sarı çiçekleri gösteriyor ve hikayesini anlatıyordum ki telefon çaldı.

Mutluluk bazen kapıyı, bazen de telefonu çalıyor.

Telefon AYDIN’ın doğumunu müjdeliyordu. Ne yapacağımı şaşırdım.

Kapıyı bulamıyordum. Duvarlara çarpıyor, televizyon kumandasıyla telefon etmeye çalışıyordum.

Sokağa çıkabilir, koşabilir, 

 - “Hoş geldin bebek!” diye bağırabilirdim:


hoş geldin bebek dünyamıza

hoş geldin,

renklendirdin birden

ışıltısı azalan günlerimizi

hoş geldin,

heyecanlar aşıladın ruhumuza

ateşleyip yeni baştan kendimizi

dostlukla, coşkuyla, aşkla

kucaklıyoruz seni

Sevgili bebek, bir akşam vakti, senin babanın doğum haberini, bir oğlum olduğu haberini aldığım anı hatırlıyorum. 

İşte aynı heyecan yüreğimde. Güm güm vuruyor.

O akşam saati, bir gün onun çocuğunu da kollarımın arasında tutacağımı düşünmüş müydüm ?

Zaman nasıl da akıp gidiyor..

O narin, ipince, babaannesine sabırla okuma yazma öğretmeye çalışan, okulda öğrendiği her şeyi, heyecanla evdekilere anlatan o küçük çocuk ne çabuk büyüdü.

Şimdi O da bir baba. Yavrusunu kolları arasında tutuyor, ağladığında yanağını yanağına dayıyor, şefkatle kucaklıyor, öpüyor.

Bebeğin en küçük üzüntüsü, onun üzüntüsü. İşten eve koşmak için dakikaları sayıyor.

Yavrusu kollarındayken zamanın nasıl geçtiğini anlamıyor. Bebeğe seslenmek, onunla konuşmak istiyor:

AYDIN koyduk adını

sen, ey, doğanın büyülü harikası

dostluğun ve sevginin yumağı

mutluluk ve sevincin kaynağı bebek

sırlarla yoğrulmuş şaşırtıcı varlık

sabırla, merakla bekleyerek

sana, AYDIN’lı günlere ulaştık

Bir zamanlar babam beni kollarında böyle tutmuş olmalı.Benim kollarımda tuttuğumun ise kollarında şimdi kendi bebeğini var.

AYDIN diyoruz adına:

uzanırken yaşam yolculuğun

hayat adlı oyunda,

pırıltılı günlere, aydınlık yarınlara,

kalplerimizin dileği

gülerken başarman

dokunduğun her şeyi

Her şey yenileniyor, yeniden doğuyor. Biri diğerinin yerini alıyor. Yeni şeyler: Yeni hayat, yeni ufuklar, yeni umutlar.

AYDIN diyoruz sana:

zafer bağrışlarıyla

dünyayı selamlayan sesin

ve bilinmezden getirdiğin

umut saçan ışığınla

aydınlattın yürekleri, kucakladın

gün aydın seninle, gönüller aydın

sen, ey, en güzel ayda,

eylülde açan çiçek

hoş geldin aramıza,

hoş geldin, AYDIN bebek

Yine çiçeklerimle başbaşayım. Kedi tırnaklarının çiçekleri batan günle kapanırken şunları düşündüm:

Her bir çiçeğin dibindeki torbada tohumları var. Çiçek kuruduğunda bu tohumlar toprağa dökülüyor.

Bir zaman sonra taptaze, güneşle ışıldayan, renk renk çiçekler yeniden doğuyor, açılıyor.

Şöyle mi demeli:

Yaşam, yinelemelerle oluşuyor. Bizden öncekiler yinelediler.İşte bizler de yineledik, yineliyoruz. Sıra bizden sonra gelenlerde.

bu evren her gece ne gömlekler diker

kimini gelen, kimini giden giyer

her gün yeni sevinçlerle dolar dünya

nice dertler toprağa karışır gider

                                     (Ömer Hayyam)













Satranç ve aşk üzerine




Orhan Pamuk, Şekure ve Kara’ın aşkını anlatırken “ Aşk Satrancı ”ndan söz eder.

Kara, yıllar süren ayrılıktan sonra Şekure ile tekrar buluştuğunda, şair Nizami’nin, Hüsrev ile Şirin’in aşkını hikaye eden kitabını hatırlar.

Kara, Nizami’nin “Aşk Satrancı” yla anlattığı şeyin yalnızca aşıkların söz oyunlarından ibaret olmadığını, sevgililer arasındaki bir çok gizli, duygusal manevralardan meydana geldiğini ve Şekure’nin bütün bunları bildiğini düşünür.

Hikayede Hüsrev Şirin’e aşıktır, Şirin de Hüsrev’e. İran hükümdarı olan Hüsrev bir yandan aşkına kavuşmak için savaş verirken bir yandan da taht mücadelesi yapmaktadır.

Şirin de bir başka ülkenin hükümdarıdır. Nizami’nin bu hikayesinde en yüce duygularla yaşanan şey, yani aşk ve savaşlar, entrikalar, hepsi iç içedir.

Yaşamın satranç tahtasında bütün güçler amansız bir mücadelenin içindedirler.

Satranç oyunu, bu gerçeğin, 8X8 ‘lik, 64 kare üzerinde, değişik karakterleri temsil eden taşlarla; Kaleler, atlar, filler, askerlerle oynanmasıdır.

Oyunun stratejisi, en güçlü olan taş olan vezirin, bir başka adıyla kraliçenin, diğer taşların yardımıyla şahı teslim almasıdır.

Tehdit edildiğinde, şahın gidebileceği bir yer kalmamışsa ŞAH, MAT oluyor ve oyun bitiyor.

Satranç oynarken hep ürkerim. Çünkü oyun başlayınca, aynen yaşamın zorlu evrelerinde, ya da aşkın eşiğinde olduğu gibi belirsiz bir geleceğe karşı tek başınadır insan.

Askerleri, kaleleri, at ve filleriyle, düz bir tahta üzerinde, karşı kuvvetlerin önünde yapayalnızdır.

Bir adım atıldığında artık dönüş yok. Karşı taraf her hamleyi görüyor, izliyor.

Gizlenebilen hiç bir sır yok. Rakip karşısında her şey çırılçıplak. Ardına saklanılabilecek ne bir ağaç, ne bir tepe var. Hiçbir siper yok.

Sığınılabilecek tek şey oyundaki beceri, ustalık..

ustalaşamadın bir türlü

şu satranç denen oyunda

becerin sıkıştırmaktır elini

üç beş dakikada,

bir anda unutursun; taktik, kumpas, strateji

yani oyun hakkında bildiğin her şeyi

İşte o an kollar, kanatlar kırılıverir. Eldeki kılıç, kalkan bir yerlere savrulur gider:

yapayalnız kalırsın, korumasız

bir başına karşındakinle; silahsız

o zaman başlar kocaman panik

üç oyun sonrasındaki mat

ışıldar önce

sonra gelir hızlı hızlı

burayı savunurken, birden bire

öte yandan vurur kılıcını

saldırgan, korkusuz kraliçe

İnsanın karmaşık dünyası: Çetrefilli hayat mücadelesi, hamleleri ve karşı hamleleriyle;

Ömrümüz boyu verdiklerimiz ve aldıklarımızla, yaşamımıza karışan piyonlar ve kraliçelerle, kaybettiklerimiz ve kazandıklarımızla;

Sevdiklerimizle yaşadığımız çıkışlar ve inişlerle;

bir uzun, upuzun satranç oyunu..

Bazen bütün kapılar tutulur. Yolları ya kale kapatmıştır, ya fil, ya at. Güçlü elin tuttuğu ağ sarmıştır her yanı: Yapayalnız kalır insan umarsız:


oradadır uzaktan bakan sevgili

uzaktan bakan

duygulu mu, duygusuz mu bakışları

kolayca anlaşılamayan

poker yüzü diye anlatılır ya hani

öylesine işte, aldırmayan

aklı başka şeylerdeymiş gibi

bırakmaz hiçbir kaçış kapısı

zaten anlamı var mı kaçmanın

nasılsa bir başınasın bundan sonrası

perdesi ardında yalnızlığının

Kara’nın, Şekure’ye olan aşkı onu yıllar yılı gurbet ellerde dolaştırmıştır.

Asılmış Yahudi’nin metruk evinde buluştuklarında Kara’nın kalbi, yılların özlemi ve kavuşmanın heyecanıyla doludur.

El ele tutuşurlar, konuşurlar, anlatırlar.

Sonra Şekure birden uzaklaşır. Kapıyı açar. Hızla dışarıya kaçar. Geride kalan Kara,şaşkın, belirsiz geleceğin eşiğinde, Şekure’ye seslenir:

 - “Peki, şimdi ne olacak ?”

Şekure:

 - “Bilmiyorum,” der.

Bahçenin içinden, yağan kar üzerinde hafif ayak izleri bırakarak, beyazlık ve sessizliğin içinde kaybolur gider.

İşte Aşk Satrancı başladı. Bundan böyle oyun, onun, yani sevgilinin kurallarıyla oynanacak.


aşkın acımasız yanı

aşıkın yüreğine batırırken kılıcını

ulaşamazsın hiçbir çözüme

çünkü hep imkansıza yönelir sevgili

yaşamın kareleri üzerinde

kalplerle oynanan satrancın

bitmeyen hamleleriyle

acımasız hırpalar seni

şöyle yazılmış ezelde:

"oyun biter şah gidince"

öyleyse sen aç göğsünü

ve sevgili

vursun şaha son darbeyi

şah gitsin

oyun bitsin.














No comments:

Post a Comment