Thursday, September 30, 2010

Dostluğa ve Aşka dair - Temmuz 2010

Dostluğa ve aşka dair

06 Temmuz 2010, 11:42

HALİT ANGINER











“koyver kendini ey tomurcuk

bırak kalbin çatlasın”

Tagore




Doğa uyanırken söğüt dalları önce kırmızılaştı, derken sarardı ve sonrasında yeşillere büründü.

Ardından yüreği kaplayan buzların kırılma anı: Doğadaki her şey gibi yürekler de ısındı. Gökyüzü uçuşan kuşlar, böcekler ve şarkılarla doldu.

Klavyenin başına oturmuş yazıyordum.

Noktayı koyup yazıyı bitirmiştim ki, bir küçük yaz bulutuna kapıldım. Öyle yavaş salınıyor, öyle tatlı akıyordu ki içimi şiirlerle doldurdu.

“bir türkü üfledim, uçuştu havada

uzaklara düştü, bilemedim nereye

öyle güçlü görüş olabilir mi insanda

ki yetişebilsin uçuşan bir türküye” *




- ah, bir şarkı nereye gidebilir

dolanır mı saçları arasında bir dostun,

okşayarak yüzünü

gönlündeki hayallere karışarak

göğsüne dolar mı

- bir şarkı nasıl takip edilebilir

nereye sürükler insanı

dalgalar arasında

dümensiz sallanmak

hayaller arasında

anlamsız koşmak

boşuna macera

- böyle söylesen de

ne aradığını biliyorsun sen

bulutlara üflediğin

türkünün peşindesin

- nasıl bulunur peki

bulutlara üflenen türkü

kuşları mı takip etmeli, düşleri mi



- takip etmelisin mesela yüreğini

birkaç mısra bulursun hiç değilse

arayan derviş muradına erermiş:




“buldum sonunda şarkımı

başından sonuna tastamam

bir dostun kalbinde”




Bir heyecan kaplar kalpleri bu mevsimde; ve tomurcukların yanı sıra kalpler de çatlar, açılır dünyaya, şiirler boşalır.

Şarkılar söylenir havaya. İnsanın aklı, üflenen, bulutlara karışan şarkıya takılabilir.

Uçan, giden, kaybolan şarkının peşinde, hayallerin labirentinde yollara düşülür. Nereye kadar?

Şarkının kalbine sığındığı dost bulunana kadar.

Dostluk ve aşk deyince akla geliveren, aşkın ve dostluğun tükenmeyen kaynağı Mevlana nasıl sesleniyor, duymamak mümkün mü:

Ey boyuyla, o güzelim dudaklarıyla

beni kendine hayran eden;

şehla nergislerinin gamzeleri

kul edip sevdana

yok ederken beni

dökülen saçların gibi

kıvır kıvır kıvranıyorum

öpmek için ayaklarını

sema’da dönerken

kulaklarıma ulaşan nağmelerinle

mest olup kendimden geçmişken:

canımı mı istiyorsun, söyle bana

al, senin olsun

yapacağım ne istersen

gamzelerindeki ima

çelişkilere düşürüyor âşığını

ve aşkının yakıcılığı

ortalığa inciler saçar gibi

yaşlar yağdırıyor

gözlerimden yanaklarıma

sevdanın ateşinden her yana

alevler saçılıyor

Türkiye mozaiğinden bir parça daha koptu

Kırk küsur yıl aynı gazetede, aynı köşede yazdığı hâlde, aynı tatla okunabilen Türk basınının çizgisi hep aynı kalmış, o kadar yıla karşın hiç yaşlanmayan her dem taze olan bir yazardı İlhan Selçuk. Hiç modası geçmedi.

Türk ve Doğu folklörü, halk hikâyelerinin yanı sıra Batı kültürüyle harmanlanmış, bilgelik taşan yazıları, yediden yetmişe her yaştan okur tarafından aynı duygularla rahatlıkla okunabilir ve anlaşılırdı.

Yurt sevgisiyle örülü yazarlık macerası onun bazen işkence odalarında misafir edilmesine neden olmuştur:

“Gözlerim bağlı olduğundan hiçbir şey görmüyordum. Birileri beni yere yatırmış, çoraplarımı çıkarmışlardı.

Ayak bileklerime bir alet geçirilmişti.

Bir manivelanın ya da vidanın sıkıştırıldığını duyumsuyordum.

Bacaklarımı kıpırdatamaz oldum. Sonra tabanlarıma sopa vurulmaya başlandı.

Kendimi acıya katlanabilir sanırdım. Ancak falakanın verdiği acı hiçbir acıyla kıyaslanamaz.

Taa kemiklerine işleyen bir acı duyuyor insan.

Başlangıçta bağırmamak için kendimi tutuyor, dişlerimi sıkıyordum. Ama sonra kendimi bıraktım; çünkü ne kadar çabalarsan çabala sesine gem vuramıyorsun.”

İşkencecilerini bağışladı İlhan Selçuk. Onları Anadolu ozanlarının şiirleri, Anadolu erenlerinin söylemleri, halkın meseleleriyle eleştirdi.

Son gelirken şöyle veda etti okurlarına:

“Pazartesi günü kalp ameliyatı olacağım. Söylendiğine göre epeyi gıllıgışlı bir operasyonmuş.

Nalları dikmezsem daha görüşürüz.

Dikersem, ne kadar kusurum olmuşsa affola.

Her ikisine de eyvallah”

İlhan Selçuk 85 yaşındaydı.



* Longfellow

No comments:

Post a Comment