Dostluğa ve aşka dair
06 Temmuz 2010, 11:42
HALİT ANGINER
“koyver kendini ey tomurcuk
bırak kalbin çatlasın”
Tagore
Doğa uyanırken söğüt dalları önce kırmızılaştı, derken sarardı ve sonrasında yeşillere büründü.
Ardından yüreği kaplayan buzların kırılma anı: Doğadaki her şey gibi yürekler de ısındı. Gökyüzü uçuşan kuşlar, böcekler ve şarkılarla doldu.
Klavyenin başına oturmuş yazıyordum.
Noktayı koyup yazıyı bitirmiştim ki, bir küçük yaz bulutuna kapıldım. Öyle yavaş salınıyor, öyle tatlı akıyordu ki içimi şiirlerle doldurdu.
“bir türkü üfledim, uçuştu havada
uzaklara düştü, bilemedim nereye
öyle güçlü görüş olabilir mi insanda
ki yetişebilsin uçuşan bir türküye” *
- ah, bir şarkı nereye gidebilir
dolanır mı saçları arasında bir dostun,
okşayarak yüzünü
gönlündeki hayallere karışarak
göğsüne dolar mı
- bir şarkı nasıl takip edilebilir
nereye sürükler insanı
dalgalar arasında
dümensiz sallanmak
hayaller arasında
anlamsız koşmak
boşuna macera
- böyle söylesen de
ne aradığını biliyorsun sen
bulutlara üflediğin
türkünün peşindesin
- nasıl bulunur peki
bulutlara üflenen türkü
kuşları mı takip etmeli, düşleri mi
- takip etmelisin mesela yüreğini
birkaç mısra bulursun hiç değilse
arayan derviş muradına erermiş:
“buldum sonunda şarkımı
başından sonuna tastamam
bir dostun kalbinde”
Bir heyecan kaplar kalpleri bu mevsimde; ve tomurcukların yanı sıra kalpler de çatlar, açılır dünyaya, şiirler boşalır.
Şarkılar söylenir havaya. İnsanın aklı, üflenen, bulutlara karışan şarkıya takılabilir.
Uçan, giden, kaybolan şarkının peşinde, hayallerin labirentinde yollara düşülür. Nereye kadar?
Şarkının kalbine sığındığı dost bulunana kadar.
Dostluk ve aşk deyince akla geliveren, aşkın ve dostluğun tükenmeyen kaynağı Mevlana nasıl sesleniyor, duymamak mümkün mü:
Ey boyuyla, o güzelim dudaklarıyla
beni kendine hayran eden;
şehla nergislerinin gamzeleri
kul edip sevdana
yok ederken beni
dökülen saçların gibi
kıvır kıvır kıvranıyorum
öpmek için ayaklarını
sema’da dönerken
kulaklarıma ulaşan nağmelerinle
mest olup kendimden geçmişken:
canımı mı istiyorsun, söyle bana
al, senin olsun
yapacağım ne istersen
gamzelerindeki ima
çelişkilere düşürüyor âşığını
ve aşkının yakıcılığı
ortalığa inciler saçar gibi
yaşlar yağdırıyor
gözlerimden yanaklarıma
sevdanın ateşinden her yana
alevler saçılıyor
Türkiye mozaiğinden bir parça daha koptu
Kırk küsur yıl aynı gazetede, aynı köşede yazdığı hâlde, aynı tatla okunabilen Türk basınının çizgisi hep aynı kalmış, o kadar yıla karşın hiç yaşlanmayan her dem taze olan bir yazardı İlhan Selçuk. Hiç modası geçmedi.
Türk ve Doğu folklörü, halk hikâyelerinin yanı sıra Batı kültürüyle harmanlanmış, bilgelik taşan yazıları, yediden yetmişe her yaştan okur tarafından aynı duygularla rahatlıkla okunabilir ve anlaşılırdı.
Yurt sevgisiyle örülü yazarlık macerası onun bazen işkence odalarında misafir edilmesine neden olmuştur:
“Gözlerim bağlı olduğundan hiçbir şey görmüyordum. Birileri beni yere yatırmış, çoraplarımı çıkarmışlardı.
Ayak bileklerime bir alet geçirilmişti.
Bir manivelanın ya da vidanın sıkıştırıldığını duyumsuyordum.
Bacaklarımı kıpırdatamaz oldum. Sonra tabanlarıma sopa vurulmaya başlandı.
Kendimi acıya katlanabilir sanırdım. Ancak falakanın verdiği acı hiçbir acıyla kıyaslanamaz.
Taa kemiklerine işleyen bir acı duyuyor insan.
Başlangıçta bağırmamak için kendimi tutuyor, dişlerimi sıkıyordum. Ama sonra kendimi bıraktım; çünkü ne kadar çabalarsan çabala sesine gem vuramıyorsun.”
İşkencecilerini bağışladı İlhan Selçuk. Onları Anadolu ozanlarının şiirleri, Anadolu erenlerinin söylemleri, halkın meseleleriyle eleştirdi.
Son gelirken şöyle veda etti okurlarına:
“Pazartesi günü kalp ameliyatı olacağım. Söylendiğine göre epeyi gıllıgışlı bir operasyonmuş.
Nalları dikmezsem daha görüşürüz.
Dikersem, ne kadar kusurum olmuşsa affola.
Her ikisine de eyvallah”
İlhan Selçuk 85 yaşındaydı.
* Longfellow
No comments:
Post a Comment