"GÖNÜL"; BİR KELİME, BİN ANI
10 Mart 2010, 11:32
HALİT ANGINER
Ankara’da öğrenciliğimin ilk yılıydı. Demirtepe’de üç katlı bir apartmanın son katındaki Manisa Öğrenci Yurdu’nda kalıyordum.
Asar-ı antika denen cinsten eski püskü bir binaydı. Orayı ne kadar anlatsam pek inandırıcı olamam sanıyorum:
Badanasız odalar sıkış tıkış çift katlı ranzalarla doldurulmuştu. Öyleki ranzalar arasında iki karış yer bile yoktu. Yan yan aralarından geçer, güçlükle yatağımıza tırmanırdık.
Biraz kımıldadığımızda yatağın ağırlığını taşıyan çelik gergiler ve onların paslı yayları binbir ses çıkararak inlerdi.
Her odada en az sekiz kişi, salonda ise otuz öğrenci yatıyordu.
Geceleri ranzalardan çıkan gıcırtıların yarattığı senfoni sabaha kadar sürerdi.
Yurt, Manisa Yüksek Tahsil Dayanışma Derneğinden ve Manisa Borsasından gelen yardımlarla ayakta duruyordu. Eğer Manisa’dan para gelmez, borç ödenmezse, elektrik ve su kesilirdi.
Böyle zamanlarda yurt müdürü bizlerden para toplar, borcu ödemeye çalışırdı.
Yurt müdürü de bizim gibi öğrenciydi. Müdürlük için aramızdan birisi aday olur, biz de demokratik bir seçimle oy verir, müdürümüzü seçerdik.
Belki garip gelecek ama seçtiğimiz müdürün sözünden hiç çıkmazdık.
Belki de bu, bir terslik anında sokakta kalıverme korkusundan ileri geliyordu.
Hemen herkes gıdasızdı. Sonradan Hukuk Fakültesini bitirip avukat olan ve Manisa Milletvekili seçilen bir arkadaşımız, bir gün sokakta düşüp bayılmıştı.
Hastaneye kaldırdık: Parası kalmamış. Günlerdir ondan bundan borç alıp idare etmiş. Borç alabileceği kimse kalmayınca da birkaç gün bir şey yiyememiş, yalnızca su içmiş. En sonunda da o gün vücudu dayanamamış, sokakta bayılmış.
Biz, liseden birkaç sınıf arkadaşı, bir gruptuk. Aramızda dayanışma vardı: Yiyeceğimizi, giyeceğimizi paylaşırdık.
Derslerime okulun kütüphanesinde çalışır, yurda olduğunca geç gelirdim.
Çünkü yurt çok soğuktu. Kırık cam yerine yapıştırdığımız kâğıtlar rüzgârla yırtılır ve buz gibi havayla içeri giren kar odalara dolardı.
Yine bir akşam geç vakit yurda geldiğimde ışıkların sönük olduğunu ve yurtta kalan öğrencilerin koridorda duvar diplerine çömeldiklerini gördüm.
Yurt müdürü, odasındaki ranzalardan birinin alt katındaki yatağa oturmuştu. Etrafındakiler de diğer ranzalara ilişmişlerdi.
Müdür şarkı söylüyordu, herkes büyük bir sessizlik içinde onu dinliyordu.
Şarkının nakarat bölümüne gelince dinleyenler müdüre katılıyor ve bir ağızdan nakarat kısmını tekrarlıyorlardı:
Sabret gönül bir gün olur bu hasret biter,
çekilen acılar canım gün olur geçer!
Sokaktan evin duvarlarına yansıyan ışıkların loş aydınlığında küçük kasabalardan büyük umutlarla, bu büyük şehre okumaya gelmiş ana kuzularının gölgeli yüzlerinin gözyaşlarıyla ıslandığını görüyordum.
Bir şarkının insanı nasıl duygulandırabileceğini orada öğrendim, yüreğimde duydum.
Ben de duvar dibine çöktüm. Gözyaşlarımı bıraktım -diğerleri gibi- sel olsun diye.
İşte bir kelimenin, “gönül” kelimesinin, ne kadar güzel, ne kadar anlamlı olabildiğini belki o an ilk defa fark ettim.
Yıllar sonra bugün, Oktay Sinanoğlu’nun, “gönül” kelimesinde bir kültürü, Doğu‘nun Kültürünü nasıl yüceleştirdiğini okurken, yukarıda anlattığım olayı bir daha hatırladım.
Sinanoğlu: “Batının hangi dilinde “gönül” gibi bir kelime var?” diye soruyor.
Gerçekten hangi dilde var “gönül” gibi bir kelime ve bu kelimedeki anlam derinliği, anlam zenginliği.
İçimizde bir yerlerde, belki yüreğimizde bir kaynak “gönül”; sevginin, duygunun, dostluğun, fedakârlığın, şiirin, şarkının, güzel olan her şeyin kaynağı.
Gönül almak, gönül birliği, gönül bağı, gönül vermek, gönlü tok, gönlünden kopmak, gönüldeş, gönülden, gönlüaçık, gönül bağı, gönlü bol, gönlü kalmak, gönül çelmek, gönülden sevmek....
Gönül sevginin mekânı, sevgilinin dergâhı.
Mevlana’da “gönül” kelimesi geçmeyen bir şiir, bir sayfa bile bulabilmek mümkün mü?
Şarkılar, türküler “gönül”le dolu. Neler söylenmemiş “gönül” için: Neşet Ertaş’a sorulmuş:
- Sevgi nedir, Hocam?
- Gönül’dür.
- Gençlik nedir, Hocam?
- Gönül’dür.
Yunus Emre ne güzel tarif etmiş “gönül”ü:
Gönül Tanrı’nın tahtı
Tanrı Gönül’e baktı
İki cihan bedbahtı
Kim gönül yıkar ise
“Hani dalar gidersin, hatırlarsın, bir şeyler kımıldar ya içinde, işte gönüldeki sancıdır o!”
“Bedene kanı pompalayan bir organdır kalp. Ne zaman ki sevda girer içine, o zaman gönül olur.”
Ne diyor Nef‘i gönül için:
Hem kadeh, hem içki, hem hoş bir saki’dir gönül
aşkı bilenin süzüp çıkardığı bal’dır gönül
küçüktür ama aşkın ateşinin parlaklığında
rüzgârı kucaklayan, güneşten bir taçtır gönül
Belki bir özlemdir, özlenendir gönül;
gönül sensizliğimi nasıl anlatsam
özlemimi her bir şeyi
neler nasıl akıp geçiyor bilsen ruhumdan
üzmek de istemiyorum kimseyi
limanda takılan serüvenci değilim, büyüdüm
lüle saçlarım artık yok, döküldüler
üşümüyorum, beni yüreğim ısıtıyor
nedeni mi, hatırladıkça seni
öbek öbek ateşler yakıyor içimi
gönlümü doldururken geçmiş seneler
No comments:
Post a Comment