Saturday, March 30, 2013


Trafik cezası



Mississauga’dan yola çıktık. Downtown’a gidiyoruz. 

Yanımızda Türkiye’den bir misafirimiz var. Misafir Canadatürk’ün son sayısını okuyor. 

Birinci sayfadaki Toronto Polis Şefi Blair’in Türkiye seyahati ile ilgili haberi konuşuyoruz.

Konu Türkiye seyahatinden sonra polise , Toronto polisine geliyor. Hemen, her zamanki aceleciliğimle Toronto polisini anlatıyorum.

Duyduklarım ve okuduklarımdan öğrendiğim kadarıyla, Toronto polisi bilgiliydi, otoriterdi, çözümleyiciydi.

Polis Şefi Blair’e gelince: 

Kendisinin adını ilk kez 51.nci bölgeye şef olduğu zaman gazetede okumuştum. 

Toronto’nun en problemli semtlerinden birinde halka güven vermek için her yere üniformalı polis devriyeler çıkarmıştı.

Gazetedeki fotoğraflarda polisler sokaklarda devriye geziyor, halkla konuşuyorlardı. 

Kadınlar çocuklarıyla parklarda gezerken gazetecilere:

“Polisleri etrafımızda görünce daha huzurluyuz. Kendimizi, çocuklarımızı daha emniyette hissediyoruz ” diyorlardı.

Filmlerin o “baba” polisleri sokaklarda tekrar sahne almışlardı. 

Gazetelerin o zamanlar yazdığına göre o çevrede işlenen suçların sayısında önemli azalma gerçekleşmişti.

En önemlisi halkın huzura kavuşmasıydı. Çocuğunu gönül rahatlığı ile sokağa gönderebilmesiydi. 

Üstelik bunu başarmak için kimse tehdid edilmemiş, kimsenin canı yakılmamış, kimse cezalandırılmamıştı.

Yolda hem gidiyoruz hem misafirimize bunları anlatıyorum. 

17 yıldır her sabah işe gittiğimiz bir yol var. Yine aynı yol üzerindeyiz. Arabalar üstüste.

Virajı alırken polis durdurdu. 

Aslında önce “geç ”, dedi, sonra: “Dur.”

Bizimle beraber bir kaç araba daha var durdurulan. Polis cama gelip kusurumuzu söyledi. 

Pek anlayamadım. Arabadan inip peşi sıra gittim.

Ne kusur ettiğimizi anlıyamadığımı söyledim. 

Baktım diğer durdurulanlarda aynı soruyu soruyorlar: “ Ne kusur ettik ?”

Polis kusurumuzu anlattı. Oysa biz 17 yıldır aynı yoldan aynı şekilde geçiyoruz. Bilerek hiç bir yanlışlık yapmadık.

Bir uyarı levhası da yok. Üstelik orada bir kere bile bir polis memurunu görmemiştik. 

“Yani şimdiye kadar hiç bir şekilde uyarılmadık.”

Meğer daha yeni bir uyarı levhası konmuş.

Eğer kurallarda bir değişiklik olmuşsa bunun anlatılması, öğretilmesi, öncelikle o yolu sürekli kullanan bizlerin uyarılması gerekmez mi ?

Biz bu konuşmaları yaparken yanımızdan en az 50 araba, aynen bizim gibi, aynı kusuru işleyerek geçti. 

Ve sel halinde geçmeye devam ediyorlardı.

Birisi polislere geçen arabaları göstererek: “Biz kusurluysak bunlar ne yapıyorlar?”

Polis bu sizin şansınız der gibi omuz silkti. 

Bir başkasının: “Ama olur mu? O zaman biz niye ceza alıyoruz?” değişini de duymadı.

“Tamam şimdi burada bir kusur olduğunu öğrendik, bari ceza yazmayın, nasıl olsa amaç hasıl oldu” diyecek oldum, polislerden birisi:

“Bundan sonra bu hatayı yapacak mısın?” diye sordu.

- Niye yapayım, yapmayacağım elbette !”

- Hah bak işte ceza bu işe yarıyor, bundan sonra bu hatayı yapmazsın !”

Öylece durdum. Söylenecek ne kaldı ki.

Cezayla eğitim! Yani bu ceza verilmese aynı hatayı tekrarlarım, mı?

Ama bu kadar insan, elleri kesilmediği halde hırsızlık yapmıyorlar.

Eğitim, doğru ve yanlışın öğretilmesi, çok ama çok büyük bir çoğunluğumuzu bu tür kötülüklere bulaşmaktan koruyor.

Eğer bir kural değiştirilmiş ve yenisi konmuşsa ve yüzlerce kişi haberleri olmadığından, bilmeksizin bu kuralı çiğniyorsa önce onları uyarmak ve kuralı öğretmek gerekmez miydi?

Bir kaç kişi cezalandırılarak, diğer, ne olup bittiğini bile farketmeyen binlerce insana ders mi verilmiş olur ?

Neyse, cezamızı alıp arabaya bindik. 

Gideceğimiz yere kadar hepimiz suskunluk içinde kaldık. 

Misafirimiz sıkıldığımızı anladı ve konuyu değiştirmeye çalıştı.

Özgür Ülke


LEOPOLD II, Avrupa’nın küçük ülkesi Belçika’ya 1865 yılında kral oldu. 

Ülkesini çok seviyordu, onun Avrupa’nın sayılı ülkelerinden biri olmasını arzuluyordu.

Fikrini meclise sundu: Belçika, diğer ülkeler gibi, sömürge sahibi olmalıydı.

Meclis kralın bu önerisini reddetti. Belçikalılar huzurlarını bozacak bir macerayı istemiyorlardı.

Leopold meclise yeni bir öneride bulundu: 

Eğer devlet kendisine, gerekli masrafları için kredi açarsa, bizzat kendisi bir sömürge sahibi olacaktı. 

Parlamento kralın bu önerisini kabul etti ve istediği parayı kendisine verdi.

Leopold ünlü kaşif Stanley’i davet etti ve onunla anlaştı. Stanley Afrika’ya, Kongo’ya gidecek ve keşfettiği yerlerde istasyonlar kuracaktı.

Stanley’in seferleri çok başarılı oldu. Bütün Kongo’yu Leopold adına dolaştı. 

Bu gezilerinde Afrika’lıları maymun niyetine avladığı rivayet edilir. 

Çok etkili bir kişiliği olan Kral Leopold, yaptığı kulislerle ABD ve Avrupa ülkelerini ikna ederek Kongo’nun kendisinin mülkü olarak tanınmasını sağladı.

Toplanan Berlin konferansı, Kongo’nun Leopold’un tapulu malı olduğunu tescil etti.

Leopold, artık kişisel malı olan KONGO’ya yeni bir isim verdi: Özgür Ülke

Özgür Ülke, Leopold’un kralı olduğu Belçika’dan 76 kat daha büyüktü.

Leopold Özgür Ülke’den fildişi getirecekti. Tam o sıralarda, otomobillerde şişirilebilir lastik kullanılmaya başlandı.

Henüz petrolden bu yönde yararlanılmadığından, lastik yapımında ağaç ve sarmaşıklardan elde edilen doğal kauçuk kullanılıyordu.

Bir kauçuk ağacı 15 yılda yetişiyordu. Oysa, şansa bakın ki, Leopold’un Özgür Ülke’sinde dağ taş kauçuk ağaçlarıyla doluydu.

Bütün iş bu kauçuğun nasıl çıkarılacağı idi. Leopold Özgür Ülke’nin, özgür vatandaşları olan Kara Adam’lara görev verdi.

Her Kara Adam, her ay, kendisinden istenen miktarda kauçuk toplayacaktı. Bu, bir çeşit vergiydi, Kara Adam ormandan kauçuğu toplayacak ve getirip Leopold’un adamlarına teslim edecekti.

Karşılığında hiç bir şey almayacaktı.

Ama eğer Kota adı verilen istenilen miktarda kauçuğu toplayamazsa o zaman bir karşılık alacaktı: Ya 40 katır, ya 40 satır.

İşlerin yürümesi için Leopold 20 000 kişilik Halk Ordusu adlı özel ordu kurmuştu. 

Ordunun başında beyaz komutanlar vardı, askerlerse hep Afrikalılardı. 

Ve iş şöyle yürüyordu; Kral Leopold’un askerleri bir köye geliyorlar, kadın ve çocukları rehin alıyorlardı.

Çalışabilir herkes kauçuk toplamaya gönderiliyordu. Karılarına ve çocuklarına kavuşabilmeleri için istenen miktar kauçuğu getirmek zorundaydılar.

Kalan yaşlılar ise hem askerlerin ve hem ailelerin yiyeceğini temin etmekle görevliydiler. 

Rehine kadınlara tecavüzler olağan vakalardı.

Kotalarını dolduramayanlar, isyan edenler işkence görüyor ve asılıyorlardı.

Askerler isyancıların sağ ellerini kesiyor ve komutanlarına getirdikleri her el için pirim alıyorlardı.

Kauçuğa talep müthişti. Leopold çok zengin oldu. 

Kazandığı paralarla Belçika’da anıtsal binalar yaptırdı. Hayır kurumlarına, kültür kurumlarına büyük paralar harcadı.

Leopold ince düşünceli bir kraldı. Belçika’da küçük çocukların çalıştırılmasını yasakladı.

Her yerde Kongo’ya uygarlık götürdüğünü anlatıyordu. Dinsiz zencileri Hristiyanlığın ilahi ışığıyla aydınlatmıştı.

Leopold’un sahipliğinde, 1890 yılında 30 milyon olduğu tahmin edilen Kongo’nun nüfusu, 1920 yılında 10 milyona inmişti. Milyonlarca insan, koca bir halk, Kongo halkı, yok olmuştu.


biri ak bir adam, ötekiyse kara
ikisi de içimde kanayan yara
biri beyaz, gelmiş yaban ellerden,
ötekiyse, Tanrım, siyah biri, içimizden

                                        (Kongo halk şarkısı


MOBUTU, 1970 yılı seçimlerini, oyların % 98.33 ünü alarak kazandı.

Yoksul çocukların kaldığı yurtlarda yetişmişti. Akıllı ve çok becerikliydi. Genç yaşta Kongo’nun bağımsızlık hareketine katıldı.

Sömürgeci Belçika’ya karşı mücadelenin efsane lideri Lumumba’nın sağ kolu oldu. 

Tarihler, Mobutu’nun Lumumba’yla birlikte sömürgecilere karşı bağımsızlık için savaşırken, bir yandan da sömürgeci gizli servislerin hesabına çalıştığını kaydeder.

Mobutu 1965 yılında, CIA’nın yardımıyla, askeri bir darbe ile ülkenin başına geçti. 

Kendisi bir Kongo milliyetçisiydi ve komünizme karşıydı. Bu nitelikleri ile, soğuk savaşın en karanlık günlerinde, ABD ve diğer batılı ülkelerin tam desteğini ve yardımını almaya hak kazandı.

Komünizme karşı fedakârca savaşırken, ülkenin zenginliklerini, eşi, dostu arasında paylaştırdı. 

Kongo’da artık beyaz sömürgeciler yoktu. Yerlerini siyah yöneticiler almıştı.

10 yıl içinde ülkenin alt yapısı öyle harap oldu ki, her şey 10 yıl öncesinin onda birine inmişti. Kongo’da ne yol kalmıştı, ne fabrika.

Gelen dış yardımlar doğrudan yurt dışındaki kişisel hesaplara yatıyordu. 

Batılı ülkeler bunun böyle olduğunu bile bile Mobutu’ya yardıma devam ediyorlardı.

Mobutu bir siyahtı, ama o da, beyaz Kral Leopold’un metodlarını kullanıyordu.

Ancak Mobutu, kendisine karşı çıkanların yalnızca ellerini kesmiyordu:
Muhaliflerin, canlı canlı, bütün organları vücutlarından tek tek kopartılıyor, gözleri oyularak çıkartılıyordu.

Mobutu’nun Afrika’da, komünizme karşı verdiği bu fedakâr mücadele, hem ülkenin dışında, hem de ülkenin içinde, büyük takdir topluyordu.

Dışarıda, Mobutu çok saygın biriydi. Mesela, Beyaz Saray’a defalarca misafir oldu. 

Kongo’ya yapılan yardım sürekli arttı. 

İçeride, halk, her seçimde, Mobutu’yu % 100’e yakın bir oyla tekrar seçiyordu.

Bu güven ve destek ona ve yakınlarına, Kongo’yu babasının malı gibi kullanma özgürlüğü veriyordu.

Bir yakını şöyle anlatıyor:

“Mobutu bana, git bankadan bir milyon Dolar al, getir, derdi

Ben, emrimdeki bürokrata, git bankadan 5 milyon Dolar al, derdim

Bürokrat bankaya gider, Mobutu 10 milyon Dolar istiyor, derdi ve 10 milyon Doları alır, gelirdi. 

Mobutu’ya bir milyon Dolar verir, kalan 9 milyon Doları aramızda pay ederdik.

Soğuk savaş bitince ABD’yi ziyaret etmek isteyen Mobutu’ya ABD vize vermedi.

Ona ihtiyaç kalmamıştı. O artık buruşuk bir kağıttı ve gideceği yer çöp sepetiydi.



Adaletin bu mu dünya!



Gazetelerin yazdığına göre, Apple şirketinin kasasında Amerikan hükümetinin kasasında olduğundan daha çok para varmış.

Amerikan hazinesindeki nakit para miktarı 73.7 milyar dolar, Apple’ın hesabındaki para ise 75.8 milyar dolarmış.

Bu haber üzerine Apple’ın hisseleri 400 dolara yükselmiş.

Bazı şeyleri anlamak pek kolay olmuyor.

Çağımızda her şey çok hızlı gelişiyor bunu biliyoruz, ama yine de şirketlerin ve şirket patronlarının bu kadar hızlı zenginleşmesine akıl ermiyor.

Düşünün, 100 bin dolar alan bir adamın maaşı 200 bin dolara çıkınca ne kadarı vergiye gidiyor.

Peki bu şirketler, bu kadar kazanır ve değerlerine değer katarken ne kadar vergi ödüyorlar?

Serveti 3 milyar dolar olan adamın bu serveti kazanırken en az 1 milyar dolar vergi ödemiş olması gerekmez mi?

Bir garip oldu dünyamız.

Her şeyin ölçüsü kaçmış görünüyor. Bir küçük haber üzerine borsa allak bullak olabiliyor.

Piyasa değeri 100 milyar olan şirketin değeri üç günde 90 milyara düşüyor.

Yani, üç günde 10 milyar azalıyor. Ya da değeri üç günde 10 milyar artıveriyor.
Üstelik durduk yerde oluyor bu.

Kaliforniya’daki işsizlik rakamı açıklanıyor, Tokyo borsası düşüyor.

FED faiz arttırınca, Brezilya parası değer kaybediyor.

S&P, İtalya’nın kredi puanını düşürüyor, ABD dolarının değeri, Türk parasına karşı artıyor.

Bakıyorsunuz, Fransız Bankası zora girmiş, bu haber üzerine Manisalı çiftçinin mahsulü para etmiyor.

Borsada iş yapanlara oyuncu deniyor. Yani bir kumar oyunu oynuyorlar.

Olmayan paralarla, olmayan malları alıp satıyorlar.

Gerçek üreticilerin, çalışan insanların emekleriyle oyuncakla oynarcasına oynuyorlar.

Kendi kendilerine bu işi yapsalar, kumarı aralarında oynasalar sorun yok.
Ama kabak çalışanların başına patlıyor.

Çalışanlar, çalıştıkları işe devam eder ve aynı ücreti alırken; aynı ev, araba, elbise ve benzin için daha fazla para ödemek zorunda kalıyorlar.

Çalışanlar kredi kartları, mortgage kredileriyle boğazlarına kadar borca boğuluyorlar. 

Gelecekleri ipotek altında. Ev borçları bazen kendileri hayattayken bile bitmiyor. Çocukları borç ödemeye devam ediyor.

Oysa spekülasyonlarla hayat pahalılığını yaratanlar, bulanık sularda avlanarak inanılmaz paraları kazanıyorlar.

Çalışanlar ve küçük esnaf, GST, PST, gelir vergisi gibi herkesin bildiği ve hesaplayabildiği vergileri öderken, bir anda milyonlar kazanan kuruluşların ne kadar vergi ödediğini kimseler bilmiyor.

Lobileri güçlü olduğu için yasa ve yönetmelikleri kendilerine göre kolaylaştırdıkları duyuluyor.

Şirket vergileri sürekli düşürülüyor. Çeşitli teşviklerle daha da azaltılıyor.

Bu teşviklerin insanlara iş imkanı yarattığını söylemek de güç.

Çünkü şirketler güçlendikçe teknolojiye yatırım yapıp işçi azaltıyorlar.

O zaman teşviklerin ve vergi indirimlerinin, şirket sahipleri ve yöneticilerin zenginleşmesinden başka bir işe yaradığı söylenebilir mi?

Dünyada azımsanmayacak sayıda insan, bir lokma ekmeye, bir bardak temiz suya muhtaçken, bir şirketin kasasında, dünyanın en zengin devletinin kasasındakinden fazla para bulunması vicdanlara nasıl açıklanacak?

Kazanmak herkesin doğal hakkı. Buna bir itiraz elbette olmaz. Ama kazanç, adil bir şekilde vergilendirilirse kutsaldır.

Ay sonunu zor denk getiren maaşlılar ve küçük esnaf, kuzu kuzu vergilerini ödüyorlarsa, büyük kazanç sahiplerinden de adil vergi alınması devletin görevi olmalı.

Böylece bu inanılmaz kazançların bir kısmı daha adaletli bir dünya için hem ülke halkı hem de dünyanın fukara insanları için kullanılabilir.

Somali ağıdı


Batıda insanlar aşırı yemenin yol açtığı obezite sorunuyla mücadele ederken kaynakları sömürülen Afrika'da açlık can almaya devam ediyor. (Gazeteler)

zenciyim ben,
karayım, gecenin karanlıkları,
Afrika'nın derinlikleri kadar kara

köleyim ben,
Sezar kapısını temiz tutmamı emrederdi,
ben parlatırdım Washington'un çizmelerini

işçiyim ben,
benim emeğimle yükseldi piramitler
ben kardım Woolworth binasının harcını

şarkıcıyım ben,
Afrika'dan Georgia'ya,
taşıyıp getirdim keder dolu türkülerimi

benim kıyılan,
Belçikalılar Kongo'da ellerimi kesti
Mississipi’de linç ediyorlar beni

ben bir zenciyim,
karayım, gecenin karanlıkları kadar,
Afrika'nın derinlikleri kadar kara


Hiçbir şeyden çekmedi Afrikalı, renginden çektiği kadar.

İnsanlığın bütün kayıtlı tarihinde, masallarında, efsanelerinde köle olarak yerini alır Afrikalı.

Üstün beyaz adam Afrika’ya gelir, sağlam, sağlıklı, güçlü kara adamları seçer, alır ülkesine götürürdü.

Onları, atı, ineği, koyunu gibi kullanır, alır, satardı. İsterse çalıştırır, isterse dövüştürürdü.

Afrika yüzlerce yıl beyaz adamın köle deposu olarak çalıştı.

Ne zaman ki uygarlık daha da gelişti, uygar ülkeler Afrika’da, kara derili adamdan başka şeylerin de olduğunun farkına vardılar, o zaman işler değişti.

Beyaz adam artık Afrika’ya adam siparişi vermiyordu. Çünkü bu defa kendisi gelip Afrika’ya yerleşti.

Kara adam yine her zamanki gibi köleydi. Ama artık yabancı yerlerde değil, kendi topraklarında beyaz adamın kölesiydi.

Beyazlar Afrika’ya yerleşirken büyük katliamlar yaptılar. Kara adamların topraklarını ellerinden aldılar.

Karaların işe yarayanlarını çiftliklerde, madenlerde çalıştırdılar. İşe yaramayanları verimsiz arazilere, çöllere sürdüler, onlara hastalık bulaştırdılar.

Kara adamlar açlıktan, hastalıktan öldüler. Ara ara isyan ettiler. Beyaz adam onları dünyaya “Vahşiler“ , “Yamyamlar“ olarak tanıttı.

Sinemada, beyaz perdede, Mau Mau’ların Kenya’da, Mehdi’nin Hartum’da, beyaz adama isyanını gören bizler bu isyanların gerçek nedenini anlayamadık.

Bu isyanlar vahşiceydi, anlamsızdı. Uygarlığı getirenlere böyle mi teşekkür edilirdi?

Böylece, sinemalarda, koltuklarımıza yayılarak, vahşi Mau Mau’ları kurşunlayan, kılıçla savaşan Mehdi’nin askerlerini makineli tüfekleriyle biçip yok eden beyazları alkışladık.

Bakın son günlerde olup bitene: Hâlâ aynı duygular içinde değilmiyiz! Hayat karmaşası ve hay-u huy içerisinde bize ne anlatılırsa ancak onu biliyor ona inanıyoruz.

Gerçekleri öğrenmek için yeni yalanlarla dolu bir yüzyıl daha geçecek galiba.

Afrika kıtası, dünyada var olan Kobalt’ın %90’ına, Platinin %90’ına, Altın’ın %50’sine, Krom’un %98’ine, Tantal’ın %70’ine, Manganez’in %64’üne, Uranyum’un %35’ine sahip.

Her gün 700 çocuğun açlıktan öldüğü Kongo Cumhuriyeti tek başına dünya da var olan Koltan’ın %70’ine ve dünya elmas reservlerinin %30’una sahip.

Gine dünyanın en büyük Boksit ihracatçısı.

Mısır, Libya, Sudan, Nijerya Petrol denizi üzerinde yüzüyorlar.

Peki!

Nasıl oluyorda böylesi zenginliğin ortasında açlıktan ölüyor Afrika?

Nasıl oluyor da hastalıktan kırılıyor Afrika?

Nereye gidiyor Afrika topraklarından çıkarılan Altın, Elmas, Platin, petrol, Krom, Manganez?

Sabah, akşam Afrika’dan taşınan gemiler dolusu yer altı zenginliklerinin bir bedeli yok mu?

Varsa bu bedeller kimler için, nerelerde istifleniyor?

Libya, bir ara, Afrika ülkelerinin eski sömürgecilerden tazminat talep etmelerini istemişti.

Ya yeni sömürgeciler?

Yeni sömürgeciler eskiler gibi eli sopalı değiller. Kendilerine içeride işbirlikçiler buluyorlar ve işler onlar eliyle yürütülüyor.

Ve perdenin önünde bir deri, bir kemik çocuklar..
kara derililerin yası duyuluyor ansızın
tamtamlarında:

hapitiki hapitakü takü

neden, dedim yanımdakine, neden Fransız Afrikası?
çünkü, dedi, uygarlık götürüyoruz
din taşıyoruz ışıldayan haçlar üstünde
ancak bizimle olabilir o yerlerin uyanması

cıncık boncukların Fransız Afrikası
ver portakalını, ver muzunu, madenini ver
işte sana yeni tanrının duası
çalışmak Eyfel’e doğru
bir sonsuz kaderin raksında:

hapitiki hapitakü takü

Dikenlidüzü’nün dikenleri


İnce Memed okunmadan Türkiye ve Türk edebiyatı anlaşılamaz!

Ne kadar iddialı bir cümle değil mi ?

Edebiyat eleştirmeni Doğan Hızlan’ın bu cümle ile başlayan yazısını okuyunca bir zaman düşündüm.

İnce Memed’i yıllar ve yıllar önce okumuştum. O zamanlar daha yeni maaş almaya başlayan ağabeyim bir gün elinde bir kitapla gelmiş:

“Bu kitabı oku ve nasıl bulduğunu bana yaz!” demişti.

Yaz günüydü, okul tatildi. Bağda, ovayı kavuran, yakan kızgın sıcakta, söğüt ağacının gölgesine serilmiş örtüye uzanıp okumaya başladım. 

Okurken her şeyi unutmuşum. Yemek falan aklıma gelmedi hiç. Bir solukta okudum, bitirdim. 

Sonra oturdum, ağabeyime bir mektup yazdım, sayfalar dolusu. Bu mektup benim hayatımın ilk edebiyat ve kitap eleştirisiydi. 

Arkadaşlarla buluşur, okuduğumuz dergileri, kitaplarları birbirimize anlatır ve tartışırdık. Ama, bu işi ilk defa yazılı olarak yapıyordum.

Yaşar Kemal, İnce Memed’i nasıl yazdığını anlatırken:

Oturduğum ev sobalıydı. Odun alacak param yoktu. O yıl, yani 1953 yılı, müthiş bir kış olmuştu. İstanbul Boğazını buzlar kaplamıştı. Evde ne varsa hepsini kat kat üzerime giyiniyor, elimde eldivenler, öyle yazıyordum. diyor.

O, güç şartlarda doğarak, dünyaya gözlerini açan İnce Memed büyük bir ilgiyle karşılanmış. 

Ancak, memleketi idare edenler, ağa baskısı altındaki köyü ve köylüyü ve bu baskıya karşı çıkan bir çocuğun hikayesini anlatan romanı, hiç sevmemişler. 

Bu birkaç yüz sayfalık kitabı, ülkenin temellerine konan bir dinamit olarak görmüşler. 

Memleketi Yaşar Kemal’den ve herkesten daha çok seven güçleri harekete geçirerek kitabın önüne engeller çıkarmaya başlamışlar. 

Mesela romanın Türkiye’de sinemaya aktarılması yasaklanmış.

Hollywood’un 20th Century Fox şirketi romanı film yapmak istemiş ve o zamanın parasıyla 250,000 Dolar ödeyerek sinema haklarını satın almış. 

Filmi Türkiye’de çekmek istemişler ama buna izin verilmemiş. 

Filmi Türklerin yaşadığı ve Türkiye’ye benzeyen Yugoslavya’da çekmek zorunda kalmışlar.

Anlaşmaya göre filmin Türkiye’de gösteriminden doğacak kazanç Yaşar Kemal’in olacakmış. 

Ama Türk Hükümeti, Türkiye’de çekilmesine izin vermediği filmin, Türkiye’de gösterilmesine de izin vermedi.

İnce Memed, dünyanın bütün önemli dillerine çevrildi. Bir çok ülkede yayımlandı. 

Yaşar Kemal’i ve Türkiye’yi bütün dünyaya tanıttı.

Bütün dünyada, milyonlarca insan İnce Memed’in şahsında Türk halkını sevdi. Merak etti Türkiye’ye geldi. 

Ama, İnce Memed, romanı ve filmi bütün dünyada okunur, izlenir ve sevilirken, Türkiye’yi yönetenler tarafından hiç sevilmedi.

Fransa Cumhurbaşkanı’nın, Paris’te, Yaşar Kemal’e verdiği Legion d’honneur Ödülü törenine davetli bir çok yabancı büyükelçi ve devlet adamı katılırken, davete katılmayan yalnızca Türkiye Devleti’nin Büyükelçisiydi.

Niye peki?

Vatanının, taşına, toprağına, insanına böylesine sevdalı bir yazara sahip olsalardı, yazarlarının böyle bir ödülü alması Kanada’da ve Amerika’da nasıl karşılanırdı?

Türk edebiyatının diğer Kemalleri gibi -Kemal Tahir ve Orhan Kemal- Yaşar Kemal de hayatı boyunca sürekli devletin desteği ile değil, kösteğiyle karşılaştı. 

Diğerleri gibi, o da hapislere atıldı. Neden?

Çünkü;

Onlar, ümidin düşmanıdır sevgilim,
akan suyun,
meyve çağındaki ağacın,
serpilip gelişen hayatın düşmanı..

Doğan Hızlan’ın yazısını okuyunca dalıp gittim. İnce Memed’i bir yaz günü okumuştum, yine böyle bir yaz günü şöyle bir karıştırayım diye elime aldım.

İlk sayfaya başladım ve elimden bırakamadım bir daha. Kitap bittiğinde geçmişe döndüm. 

Yaşar Kemal’in Çukurova’yı anlatan başka romanlarını da sanki hep yaz günleri okumuşum gibi geldi: Demirciler Çarşısı Cinayeti, Ölmez Otu...

Yine bir yaz günü İnce Memed’i bir defa daha okudum. Okurken büyük haz duydum. Olayları Memed’le birlikteymiş gibi yaşadım.

İnce Memed’le çift sürerken Dikenlidüzü’nün çakır dikenleri ayaklarımı daladı.

Toroslar’ın doruklarındaki kaynaklardan, kana kana, buz gibi sular içtik.

Kozan’ın, Kadirli’nin tozlu yollarında birlikte yürüdük.

Kızgın kayaların ardına sığındık, uçuşan mermiler değmesin diye başımızı eğip saklandık.

Yörük çadırının direğinin sedef kakmalarına, rengarenk nakışlı örtülere hayran olduk.

Memed’le, yer sofrasında, kalaylı sahandaki süte, tahta kaşıklarımızı birlikte salladık.

Ve sonunda, muhteşem finalde, Dikenlidüzü’nün çakır dikenlerini birlikte ateşe verdik.

Not: The Guardian gazetesi okurlarına bu yaz Yaşar Kemal’i ve Orhan Pamuk’u okumalarını tavsiye etmiş.

Yorum beslemesine abone olun Yorumlar (2 gönderilen)


avatar
avsar 28/10/2012 01:59:05
Yaşar Kemal ve Orhan Kemal sayesinde Çukurovanın geçmiş yaşam tarzını kültürünü sevdasını şivesini öğreniyoruz.İkiside Çukurovanın gülü.Saygılarımı sunarım.
Çok iyiÇok kötü
0
Uygunsuzları bildir

avatar
avsar 28/10/2012 01:45:00
Memleket sevgisi toprak kokusunu Yaşar Kemal,Orhan Kemal gibi yazarlarımız sayesinde hissettim.Mükemmel bir güçleri var bunu Halktan alıyorlar.Adeta anlattıkları tarihi yeri olayı yaşıyorsunuz.İkiside Çukurovanın gülü bence.Selamlar.                                        

Kim kazandı?


Genellikle ne zaman politik veya ekonomik bir sorun çıksa, paniğe kapılınıyor.

İçte veya dışta kötü bir olay meydana gelse moraller bozuluveriyor. Memleket batacak diye düşünülüyor.

Öğrenciliğimde, ülke sorunlarını öğrenip, tartışmaya başladığımız yıllarda, başbakan, Süleyman Demirel’di. O zamanlar Demirel Türkiye politikasının bir numarasıydı.

Hayata atıldık. Çoluk, çocuk, iş hayatı derken, geçen bütün yıllarda başbakan, hep Demirel’di.

Demirel sanki bizleri yönetmek için, özel olarak gönderilmişti.

Ekonomi bozuluyor, Türkiye 70 sente muhtaç oluyor, kamyonlar mazotsuzluktan yürümüyor, bakkallarda yağ, sigara bulunamıyordu.

Demirel’in partisi bölünüyor, ordu yönetime el koyuyordu. 

Ama Demirel, sağ olsun, bir türlü başımızdan eksik olmuyordu. Her seçimde, sandıktan o çıkıyordu.

Fikret Kızılok, çocukluğundan bu dünyaya veda edişine kadar, bütün hayatı boyunca süren “Demirel’li yaşamı”, DEMİRBAŞ adlı şarkısında pek güzel anlatır:

Süleyman hep başbakan, başbakan hep Süleyman” 

Demirel seçimleri kazandıkça bizler üzülür, “Eyvah memleket bu defa kesin batacak”, derdik. 

Ama memleket her şeye rağmen bir türlü batmadı. İç ve dış uğraşılara rağmen batamadı. 

Felaket senaryoları gerçekleşmedi. Ekonomik krizler ülkeye vız gelip, tırıs gitti.

Sonradan Demirel’den öğrendiğimize göre, ilk başbakan olduğunda gazetelerde ekonomik kriz haberlerini okudukça uykuları kaçıyormuş.

Müsteşarını çağırmış; “Yahu bu kriz lafı nedir?” diye sormuş.

Müsteşar:

 “Efendim, bakmayın siz o haberlere. Rahat olun. Bildim bileli Türkiye ekonomik kriz içindedir. Hiç krizden çıkmadı ki, yeni bir krize girsin!”

Demirel, kendi değişiyle, o günden sonra daha “rahat uyumuş”.

Bir garib toprak bu Anadolu. Kriz, mıriz vız geliyor. Halkı da her şeye dayanıklı, mütevekkil. 

Dünyanın en pahalı benzinini, mazotunu kullanır, gıkı çıkmaz.

Lokmasını, elindekini, eşiyle, dostuyla, felakete uğrayan komşusuyla paylaşır.

Deprem olur, yer yerinden oynar, ama 6 ay sonra taşlar yerine oturuverir.

Bardak taşmadan burada değişiklik olmaz

Roma -Bizans Anadolu’yu 1500 yıl yönetti. Osmanlılar ise 600 yıl.. 

Ama bir gün, dünyanın en güçlü 7 düveli, Anadolu’ya gelip onu 7 parçaya böldüler. 

İşte o zaman bardak taştı. 

Bölünen parçalar ve içlerinden çıkardıkları lider etrafında toplanan yurttaşlar, 3 yıl süren Kurtuluş Savaşı sürecinde, bilgisayar oyunlarında olduğu gibi, birbirlerine doğru aktılar, kaynaştılar, birleştiler ve kurtuldular.

Harabelerin üzerinde, halkın gücünün ve birlikteliğinin kurduğu Türkiye Cumhuriyeti doğdu. 

Roma ve Osmanlı’dan sonra gelen Cumhuriyet’in ömrü, öncekiler kadar uzun mu olacak ?

Türkiye Seçimleri çok sertleşen bir ortamda yapıldı. Ama seçimin ve ertesi günü ülkede sükunet vardı.

Bu kadar gün sonra seçim sonucuna bakınca, şunlar görülüyor:

AKP : Oyunu arttırarak %50’ye yakın bir orana ulaştı. Yani kazandı.

CHP : Oyunu en çok arttıran parti oldu. Yani kazandı.

MHP : Beklentileri yıkarak barajı aştı. Yani kazandı.

BDP : Zoru başardı. Okur yazar oranının düşük olduğu bölgede, on binlerce vatandaşı örgütleyerek, oylarını, onlarca bağımsız adaya, ziyan olmadan paylaştırarak, inanılmazı gerçekleştirdi. Yani kazandı.

Görüldüğü gibi demokrasinin kaybedeni yok. Olsa bile, bugün kaybeden yarın kazanabiliyor.

Kıyamet kopmuyor; Ülke elden girmiyor; ekonomi çökmüyor. 

Yeter ki başkalarının haklarına saldırılmasın, düşüncelerini savunmalarına engel olunmasın.Adaletin terazisi şaşırmasın.

Milyonlarca insan, miting meydanlarını doldurdu. “Öyle” konuşan parti liderini de, “böyle” konuşan parti liderini de, alkışladılar veya yuhaladılar. 

Sonra bu milyonlarca insan barış içinde oylarını kullandılar.

Asıl kazanan kim?

Asıl kazanan, Cumhuriyetin kurucusu ve sahibi olan Türkiye Halkıdır.

O halk, kurduğu Cumhuriyet sayesinde, iktidarı “kendi verdiği oyla, kendi içinde yetiştirdiği, kendi çocuklarına” vermiştir.

Artık iktidar, “Babasının Oğlu” olmaktan başka özelliği olmayanlara miras olarak kalmıyor. 

Halk karar veriyor kimin iktidar olacağına.

Bugün Tayyip Erdoğan’ı iktidar yaptı, belki yarın Kılıçdaroğlu’nu, belki Bahçeli’yi, belki Demirtaş’ı, belki bir başkasını iktidar yapacaktır. 

Ama, umudumuz, inancımız şudur ki: “Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar olacaktır.”

Amerikalılara sorulmuş...



İnternette izledim; 

Televizyon muhabiri haritada Avustralya kıtasının üzerine ”İran” diye yazmış sokaktaki Amerikalılar’a soruyor:

“İran’ın yerini gösterebilir misiz ?”

İnsanlar tereddütsüz İran diye Avustralya kıtasını gösteriyorlar.

Sonra Avustralya kıtasının üzerine Kuzey Kore diye yazıyor, alttaki Tasmanya adasına da Güney Kore.

Sorduğu herkes, yine duraklamaksızın, Kore diye Avustralya’yı gösteriyorlar.

Yalnızca bir kişi biraz şaşırmış: “ Ben Kuzey Kore’nin Güney Kore’den bu kadar büyük olduğunu bilmiyordum!” diyor.

Peki ya Kırgızistan? Kırgızistan’ın nerede olduğunu bilen kimse çıkmıyor ama terörün oradan kaynaklanabileceğini herkes kabul ediyor.

Eğer başkan Kırgızistan’a karşı harekete geçerse hepsi onun arkasında yer alacağını söylüyor.

Hiç bilmedikleri, tanımadıkları insanlara, hatta hayali ülkelere açılacak bir savaşı bile haklı görebiliyor, silaha sarılmaya hazır olabiliyorlar.

Amerikan halkının da dünyada yaşayan diğer halklardan bir farkı yok, fazlası yok.

Üstelik karmaşık bir ülke Amerika. Dünyada yaşayan her bir etnik topluluktan insanlar var içinde.

Görünüşte, konuştukları dil ve ellerinde taşıdıkları bayrak dışında birbirine benzer yönleri yok.

Nasıl bir güç, bu bin çeşit insanı bir arada tutabiliyor, üstelik onları dünyanın en güçlü ülkesi yapabiliyor?

Virginia’da, Williamsburg sokaklarında dolaşırken bunları düşünüyordum.

Salı günü olduğu halde, tarihi kasabanın sokakları bir hayli kalabalıktı.

Ödenmesi gereken 35 Dolar kişi başı ücrete rağmen, her çeşit insan, çocuklarını almış, Williamsburg’a gelmişlerdi.

Bir zamanlar, yani bundan 250 yıl kadar önce, İngiltere yönetimindeki Virginia’nın başkenti olan Williamsburg’ta, o günleri hatırlatan binalar var.

Bunların bazılarında 18.nci yüzyıl yaşamı canlandırılıyor. Ziyaretçiler eski zaman elbiselerini kiralayıp giyebiliyorlar.

O nedenle sokaklarda 250 yıl öncesinin kıyafetleri içinde dolaşan çocukları ve büyükleri görmek mümkün.

Adım başı mihmandarlar, bıkmadan, usanmadan, anlatıyorlar, anlatıyorlar.

Dinledikçe, izledikçe, bu bin renkli, bin çeşit kişiliği birleştiren çimentoyu daha iyi kavrıyor insan.

Çok kısa olan Amerikan tarihinde, başarılı kişiler olağanüstü yüceltiliyor.

Her şehirde her kasabada, her köyde kahramanlar için anıtlar dikilmiş.

Hiç bir tarihi kişilik unutulmuyor. Etnik kökeni ne olursa olsun, ne yapmış olursa olsun, saygı ile anılıyor.

Yaptıkları kitaplara, filmlere konu oluyor. Heryerde anlatılıyor,öğretiliyor.

Öyle ki, bu kısacık Amerikan tarihinin kahramanlarını dünyanın dört bucağında, en ücra köşesindeki insanlar bile öğreniyorlar.

Hepimizin adlarını ezberlediği bu kahramanlar arasında kimler yok ki! Askerler, çiftçiler, sanayiciler, köleler, kaşifler, mucitler..

Bir sinema sanatçısı burada milli kahraman olabiliyor. 

Yaptığı her şey, iyi olsun, kötü olsun, yazılıyor, anlatılıyor, ama kendisi dövülmüyor, sövülmüyor.

Sonunda, tarihteki yerini aldığında da, heykelleri kırılmıyor, taşlanmıyor. 

Tersine, köyünde, kasabasında adına müzeler kuruluyor. Seveni, sevmiyeni, bu yapılanları saygıyla karşılıyor.

Bir avuç insanla, ucu bucağı olmayan topraklarda tabiata ve diğer güçlere karşı mücadele, Amerikalıları, her türlü yeniliği kullanmaya ve her türlü yeniliğe açık olmaya itmiş.

İcadların ülkesi olmuş Amerika. Bu onları güçlü kılmış, özgüvenlerini arttırmış.

Öyle ki kime sorsanız; en gelişmiş ülke onlarınki, en güzeli de; En iyi okullar Amerika’dadır.

En güçlü ordu Amerikan ordusu; En kahraman asker de Amerikan askeridir.

Karar vericilere inanılır, güvenilir.

Savaşa bile karar verseler, bu doğru karardır. Dünya demokrasisine ve Amerikan ideallerine uygundur.

Kasabalardan geçiyorum.Elektrik direklerine savaşlarda yararlık gösteren yerel kahramanların fotoğrafları asılmış.

Her yer bayraklarla donanmış: Mezarlıklar bile. 

Amerika kendi topraklarında son savaşı bundan 150 yıl önce yaşamış. 

Kuzeylilerle Güneyliler arsındaki kanlı savaşı, 5 yıl süren kardeş kavgasını Kuzey kazanmış.

Bu Amerikalıları derin bir şekilde ikiye bölmüş, birbirileriyle kan davalı yapmış. 

Bu bölünmenin izlerinin günümüzde bile devam ettiğini söylemek ve görmek mümkün.

Ama ortak çıkarlar, bin çeşit renk taşıyan insanları bir bayrak altında; Amerikan bayrağı altında birleştirmiş.

Başarının kazanmaktan, kazanmanın ise birlikten geçtiği bilinciyle, birliğin ve beraberliğin sembolü olan yıldızlı-çizgili bayrağın etrafında toplanmışlar.

Ve o bayrağı dalgalandırabilmek için dünyanın dört bir yanında savaşmışlar. Canlarını vermişler. 

Geride kalanlar da, onların bu fedakârlıkları sonucunda, dünyanın nimetlerine sahip olmuşlar.

Bir zamanlar, çok değil, bundan doksan yıl önce Anadolu halkı da aynı bölünmeyi yaşamıştı.

Sonrasında, akıl ve fedakârlık ağır basmış, birlik ve beraberliğin tek kurtarıcı olduğu görülmüştü.

5 yıl süren kanlı iç savaş bitince, kan davasına sünger çekebilen Amerikan halkı, yaşadıkları ülkelerde, etnik nedenlerle birbirleriyle kavga eden ülke insanlarına verilecek en güzel örnektir.

Kendi ülkesinde birbiriyle kanlı bıçaklı olan insanlar, Amerika’ya geldiklerinde nasıl oluyor da tek bayrağın etrafında toplanıyor, vatandaş, dost, arkadaş oluyor ve o bayrak altında omuz omuza savaşıyorlar?

Yugoslavya’da, Belçika’da, Çekoslavakya’da, Etopya’da ve çok iyi bildiğimiz bir ülkede, birbirleriyle geçinemeyenler, ülke bölünsün diye uğraşanlar, Amerikalı olduklarında, nasıl oluyor da bir arada yaşayabiliyorlar?

KİM, KİMİ SEÇSİN?


Hatırlayacaksınız, bir manken bayan: 

“ Benim oyumla dağdaki çobanın oyu bir olur mu? ”, demişti.

Büyük tartışmalara yol açtı bu sözler. Politikacılar ve gazeteciler hemen haberin üzerine atladılar.
Güzel manken, böyle konuşarak oy kullanan geniş kitlelere bir şekilde hakaret etmiş olmuyor muydu!

Kendilerini bilgili, kültürlü olarak gören seçkinler her zaman böyle davranıyorlardı zaten.

Halkı küçümsüyorlardı. Kendilerini büyük görüyorlardı. Şimdiye kadar halk ne çekmişse bunlardan çekmişti.

Halbuki halk sağ duyuluydu. Vereceği oyla doğruyu ve yanlışı şaşmaz bir şekilde bulabilirdi.

Zaten demokrasilerde halkın oyu doğru ile yanlışın ayırımının, doğrunun bulunmasının şaşmaz pusulası, ayıracıydı.

O sıralarda yapılan tartışmalar aklıma geldiğinde, konuşmalar ya da yazılarda yapılan halk övgüsünün sınırları çok zorladığını hatırlıyorum.

Bugün bile siyasiler aynı tartışmayı diri tutarak, halkı diğerlerine, yani seçkinlere karşı uyarıyorlar.

Peki gerçekten halk seçimlerde oy vererek ortaya doğruyu çıkartıyor, sağlıklı seçim yapıyor mu?

Yaşadığımız seçimleri ve seçimler sırasında izlediğimiz olayları hatırlayınca böyle bir sonuca varmak olanaksız görünüyor.

Seçim sistemi çok gelişmiş bile olsa, halkın oyuyla seçilen iktidarlar çoğunlukla umulduğu gibi çıkmıyor.

Hem seçim sistemi, ne olursa olsun, seçmenler bilinçli ise, büyük bir engel haline gelemez.

Aslında adil kullanılmak koşuluyla, sistemlerin her birinin kendine göre doğruları vardır mutlaka.

Burada önemli olan, seçimde, seçecek olan halkın kriterlerinin ne olduğu. Seçimini neye göre yaptığı.

Seçim sonrası, seçilenlerin kurduğu hükümet ülkenin ekonomisini, iç işlerini, dış işlerini idare edecek.

Partiler seçimi kazanırlarsa yapacaklarını programlarına yazıyorlar. Ve seçimler öncesinde programları ilan ediyorlar.

Seçmen bu programlara, yani kendi geleceğine oy veriyor.

Bu işin ne kadar bilinçle yapıldığı çok önemli. Peki seçmenin programlar ve onların gerçekliği hakkında ne kadar bilgisi var?

Seçmen, dış politikayı, ekonomiyi, küreselleşmeyi, çevre sağlık politikasını, eğitim politikalarını ne kadar biliyor?

Bu bilgisini program vaadleri ile nasıl karşılaştırıyor? Kendi doğrularına uyumlu olan programı nasıl seçiyor?

Dünyayı ve ülkesini bilen, parti programlarının gerçekliğini tartabilen, seçmeni gelecek konusunda uyarmaya çalışanlar var elbette.

Ama bu Aydın diye adlandırılan, bilgili kitlenin sesini duyurma şansı, politikacılarınkinden çok az şüphesiz.

Çünkü onların arkasında büyük parasal olanaklar yok. Sermaye gurupları tarafından, medya tarafından desteklenmiyorlar.

Bu nedenle halkı uyarmak için seslerini çok zor duyurabiliyorlar.

Peki halk doğru seçimini nasıl yapacak?

Bu cevabı zor bir soru. Hayat gailesi içinde koşuşturan insanların herşeyi kendi kendine öğrenip bilmesi, pek olası değil.

Köklü batı demokrasilerinde iktidarları seçimle değiştirme olanağı var. Seçmen her şeyi bilemese de dört yıl sonra beğenmediğinin yerine yenisini seçebiliyor.

Bu dört yıl içinde atı alan belki Üsküdar’ı geçiyor ama başka ne yapılabilir !

Doğu demokrasilerde işler biraz daha zor. Lideri kusursuz bulma, ona çılgınca inanma, doğu toplumlarının büyük zaafı.

Bu bağlılık demokrasiyi bir anda diktatörlük haline getirebiliyor.

Halkın, ne yaparsa yapsın, körü körüne peşinden geldiğini gören lider, bir sultan gibi davranmakta sakınca görmüyor.

İktidara yedi sülâlesiyle yerleşiyor. Kendisinden sonra da çocukları iktidara geçiyor.

Son günlerde Orta Doğu’daki hareketlenmeler, bir çok ülke liderinin yaptıklarını ortaya çıkardı.

Basının nasıl susturulduğu, nasıl hep tek yanlı propaganda yapıldığı, aydınların nasıl hapishanelere doldurulduğu öğrenildi.

Oysa bunlar, halkın % 90’ının oyunu alarak seçilmişlerdi. Ve halk onları seçmeye devam ediyordu. Bu zalim bir çelişkidir.

Sayın Aydın Boysan bir bilimkurgu roman yazmış. Roman gelecek yüzyıllarda geçiyormuş.

O zaman da seçimler yapılıyormuş. Ama ülkede yaşayan her kişi seçimlerde oy kullanamıyormuş.
Ancak içlerinden bilgi sahibi seçkinler oy kullanabiliyorlarmış.

Yalnızca “çok şeyi bilen azınlığın” oy kullanabildiği bir seçim sistemi, “ çok az şeyi bilen çoğunluğun ” oy kullandığı seçimle karşılaştırılsa, sizce hangisi daha uygun seçim olurdu ?

Dil niye önemli?


Bebek sabırsızlanıp vaktinden önce dünyaya gözlerini açtığında Türkiye’deydim. 

Yıllardır gelişini beklediğimiz yavruyu görebilmek için biraz acele etmiş olmalıyım ki, evrenin kadim ve kalıcı sahibi beni ikaz etti.

O nedenle yolculuğumu ertelemek zorunda kaldım. 

Bebek bebekliğini süratle geçerken, benim giderek hızını kaybeden yaşamım, aramızdaki zaman diliminin bir hayli açılmasına yol açtı.

Bereket uygarlığın nimetlerine: 

Açıyorum sihirli kutuyu, fareyi tıklıyorum, bir iki bib bip sesinden sonra perde açılıyor:

Ve işte, bebek karşımda..

Önce sessiz sessiz bakarken, zamanla büyüklerini taklit ederek bir takım sesler çıkarmaya başlıyor.

Ne kadar da çabalıyor bir küçücük sesi çıkarabilmek için.

Derken bir gün bir kelimeyi tanımaya başlıyor. O kelime ne zaman tekrarlansa bildiğini göstermek için kahkahayla gülüyor.

Gelirken bebek için ne getireyim diye soruyorum. Oğlum Türkçe kitap ve Türkçe masal CD‘si istiyor.

Bizim aklımıza gelen ise tekstil cenneti Türkiye’den giysi götürmek.

Bu karara varınca da hemen ertesi gün kahvaltı sonrası ver elini çocuk mağazaları dedik.

Çocukluğumda Manisa’da hazır giyim mağazası yoktu. Elbiseleri hep terziler dikerdi.

Çocukların giyimleri ise genellikle annelerin elinden çıkardı.

Benim çocuklarım doğduğunda, koca şehirde çocuk eşyaları satan bir veya iki yer vardı ya da yoktu.

Oysa şimdi her yaşta çocuk için giysi satan mağazalar neredeyse büyükler için olanların sayısı kadar.

Öyle güzel giysiler var ki, vaktiyle çocuklara böyle şeyleri giydiremediği için, insanın içini hüzün dolduruyor.

Ama beğendiğimiz bir şeyi yine bizim bir parçamız olan bebeğe alacağımız için yeniden heyecanlanıyoruz.

Giysilerin üzerindeki yazıları okuyorum: Renkli harfler yazıldıkları üstlüğe bir başka hava veriyorlar.

Sonra birden yazıların İngilizce ve Fransızca, az da olsa İspanyolca olduğunu fark ediyorum.

Bir giysinin göğsüne bir deniz kıyısı ve bir Palmiye ağacı işlenmiş, yanına “Sun Travels” yazılmış. Ancak Travels kelimesi Trawels olarak yazılmış.

Yanlışı bulunca şunu da keşfetmiş oldum: giysilerin hiçbirinin üzerinde Türkçe yazmıyordu.

Başladık mağazaları gezmeye. Birinde olsun, üzerinde bir kelime Türkçe yazı olan giysi bulamadım.

Satıcılarda hiç Türkçe yazılı giysi görmemişler. Demek ki memleketin tamamı yabancı dil konuşuyor.

Bu bana bir başka şeyi merak ettirdi, başladım bu ürünlerin satıldığı çarşıdaki mağazaların isimlerini okumaya.

Hanıma kağıt kalem çıkarmasını söyledim. Sonra ben okudum, o yazdı. Bakın çarşının bir katında bulunan mağazaların adları:

Faik, Ruba, Uz, Jezabel, Clarie’s, Jimmy Key, Tiffany, Camel, Harry, Ramon, Marks and Spencer, Assortie, Atalar, Polo Garage, Altınyıldız Classics, Elle, Bisse, Centro, D’s, Damat, Dufy, Kiğılı, Journey, Batik.

Bir kaçına Türkçe ad verilmiş. Herhalde yanlışlıkla olsa gerek.

Biliyorsunuz son günlerde İslam dünyasında önemli olaylar meydana geldi ve devam ediyor.

Kuzey Afrika büyük bir hareketlilik yaşadı ve yaşıyor. Aynı şekilde Orta Doğu’da karışıklıklar oluyor
.
Bu ülkelerin hepsi Arap Ülkeleri olarak biliniyorlar. Ve tamamı Arap Birliği adlı kuruluşa üyeler.

Fas, Cezayir, Tunus, Libya, Mısır, Sudan, Sahra, Ürdün, Filistin, Lübnan, Suriye ve Irak birer Arap ülkesi olarak adlandırılıyorlar.

Bunun nedeni bu ülkelerde ortak dilin Arapça olması, Arapça konuşulmasıdır.

Buralarda İslamiyet öncesinde değişik diller konuşan çeşitli halklar yaşıyordu:

Akadlar, Babilliler, Finikeliler, Kartacalılar, Yahudiler, Farslar, Mısırlılar, Etiyopyalılar, Tuaregler, Berberiler...

İslamiyet sonrasında Araplar, İslam’ı yaymak amacıyla, Arap yarımadasından çıkarak, Lübnan, Suriye, Irak, Mısır ve Kuzey Afrika’ya gittiler ve oralara hakim oldular.

Zamanla, yüzyıllar geçtiğinde, yönetenlerin dili olan Arapça, burada yaşayan halklar arasında, ana dillerin yerini aldı.

Şarkılar, türküler, isimler Arapça oldu. Masallar Arapça anlatıldı. Arapça yazıldı, Arapça okundu. 

Yeni nesiller kendilerini, konuştukları dilin bir parçası, yani Arap olarak görmeye başladılar.

Çünkü onlara artık bir Tuareg veya Berberi olduklarını hatırlatacak dilleri yoktu veya o dili unutmuşlardı. 

Bugün bu uçsuz bucaksız topraklar, Arap Coğrafyası olarak biliniyor.

Buralarda yaşayan eski halklar artık tarihin sayfalarındalar. 

Bu insanlar fizik olarak yok olmadılar. Ama dil yok olunca halk da bir türlü kaybolup gidiyor.

Yarattığı uygarlık bile bir ulusu yaşatamıyor. Mısır büyük bir uygarlıktı. Mısır artık bir Firavun Ülkesi değil, bir Arap ülkesi.

Dilin gücüdür bu.

2011 yılı Canadaturk de çıkan köşe yazıları


WikiLeaks ve Orta Doğu ile Kuzey Afrika’da deprem



Televizyon muhabiri şehrin meydanında gelen geçene soruyor:

- Wikiliks’i duydunuz mu? Nedir bu Wikiliks?
- Duydum. Herhalde sağlıkla ilgili bir şey.
- İlaç mı yani?
- Onun gibi bir şey. Hani viks var ya, burnumuza sürüyoruz, işte oradan hareketle...

Muhabir bir başka vatandaşa yaklaşıyor:

- Wikiliks hakkında ne biliyorsunuz?
- Wikiliks oyun abi!
- Ne oyunu?
- Bilgisayar oyunu. Moda şimdi, herkes oynuyor. Piley Siteyşın yani.


- Wikiliks nedir, biliyor musunuz?
- Bilmez miyim abi. Wikiliks bi futbolcu ya.
- Futbolcu mu?
- Evet, abi, Fenerbahçe’nin son transfer bombası. İspanyol. Tam 7.5 milyon yuro saydı Fener.
- 7.5 milyon Euro ha?
- Ya! Ama değer. Müthiş bi golcü abi. Dünyaca meşhur. Televizyonda görmedin mi, nasıl karşılandı hava alanında. Bu sene çooook gol seyretçez abi.

- Wikiliks’i duydunuz mu?
- Bana bunu sorma.
- Neden?
- Abi boş ver, sorma. Başımız yanar sonra. Senin de yanar, benim de yanar.

- Wikiliks?
- Mikiliks mi? Çizgi film tabi. Hani Miki filmleri var ya, onlardan.

- Wikiliks’i biliyor musunuz?
- Wikiliks? (Biraz düşündükten sonra:) Wikiliks kestanedir beyim.
- Kestane mi? Yani….
- Baya, bildiğimiz kestane. Çok lezzetlidir. Yalnız ötekilere göre biraz daha pahalı.
- Nerede yetişiyor bu kestane?
- (Kendinden çok emin) Balıkesir’de yetişir beyim. Pazara çıkar çıkmaz biter. Hemen almazsan gitti. Bi daha bulamazsın. Şifalıdır.
- Ne yapılır bu kestaneyle?
- Yenir beyim. Haşlayıp yersin. İstersen kebap yap: Immmıh.Tadına doyum olmaz.
- Yani Wikiliks kebabı…
- Evet beyim!

….

- Wikiliks nedir?
- Wikiliks yürürken giydiğimiz şey!
- Yani elbise mi?
- Evet. Hani yürüyüş yaparken giyilir ya. Yani eşofman. Aslında eşofmanın markası.

Bu konuşmalar muhabirin videoya kaydettiklerinden aklımda kalanlar. Söyleşi böyle sürüp gidiyor.



Kuzey Afrika’da ve Orta Doğu’da olup bitenler


Son günlerde Kuzey Afrika’da oluşan deprem, ülkelerinin yönetimine kazık çakan çağımızın “Modern Krallarının” hesaplarını karıştırdı.

Yönetimde kaldığı süre içinde gecesini gündüzüne katarak halkı için ölesiye çalışan Tunus Cumhurbaşkanı bu çalışmaları sırasında döktüğü çok sayıda alın terinin karşılığı olan birikimlerini alarak çok sevdiği vatanından uzaklara gitmek zorunda kaldı.

Gazetelerin yazdığına göre sayın Tunus Cumhurbaşkanı’nın eşi, kocasının ardından, yurtdışına giderken yanında Merkez Bankası’nın 1.5 ton altınını götürmüş.

Gariban Tunus halkı, bilmedikleri için olsa gerek, altını pek kıymetli bir şey sayıp dünyanın parasını verip, gram gram satın alıyorlar.

Halbuki bilseler onlar da Sayın Cumhurbaşkanı’nın hanımı gibi Merkez Bankası’na gider ve tonla altın alabilirler.

Ne de olsa, o altınlar babalarının malı.

Başkan ailesinin servetinin 5 milyar dolar olduğu söyleniyor. 23 sene iktidarda kaldığına göre başkan muntazaman her ay 18 milyon dolar maaş almış olmalı.

Aynı konular Diğer Kuzey Afrika ve Orta Doğu ülkelerinin liderleri için de bahis konusu. Libya’dan Yemen’e koltuklar sallanmaya başladı.

Bu noktada, dünyanın egemen güçleri tarafından bu ülkeler için daha önceden yapılmış ve şimdi uygulamaya konmuş planlardan bahsedilebilir.

Ama böyle planların var oluşu ülkelerinin kaderine el koymuş bu kişilerin ömür boyu iktidarda kalmak istemelerini ne kadar mazur gösterebilir.

Genellikle bu liderler uzun süren iktidarlarında sürekli düşmanlar yaratırlar. Bu düşmanlarla halkı korkutur, aklını çelerler. Demokrasiyle oynayarak ve bin türlü baskıyla muhalefeti sustururlar. Halkı istedikleri gibi eğitirler, yönlendirirler. Ve sonuçta bir şekilde halkın oyunu alırlar.

Bakın seçimlerde aldıkları oylara, hep yüzde 85 ve fazlasıdır. Eski Irak Lideri devrilmeden önceki son seçimde % 100 (yüzde yüz) oy alıp seçilmişti. Diğerlerinin seçimlerde aldıkları oy yüzdeleri de bundan farklı değil.

Bu, ülkelerinin çok sevilen vatansever ve fedakâr çocukları yalnızca vatanlarını düşünürler. 

Onlardan başka kimse vatanı onlar gibi sevemez ve vatana onlar gibi hizmet edemez.

Onun için yaşlandıklarında vatanı kimselere emanet edemedikleri için kendilerinden sonraki ülke yönetimine çocuklarını hazırlarlar.

Böylece gözleri açık gitmeyecektir: Çünkü çok sevdikleri halklarını, tıpkı kendileri gibi vatansever olarak yetiştirdikleri çocuklarına bırakacaklar. Bundan böyle hizmete çocukları devam edecektir.

İşte Türkiye’nin güney komşusu: Baba, ülkeye büyük bir özveriyle, tam 30 yıl hizmet etti. Sonrasında yerine geçen, yani % 97.7 oyla seçilen oğlu da 10 yıldır hizmete devam ediyor.

Kuzey Afrika’da bir diğer lider vatana hizmette 40 yılını doldurdu. Yerine oğlunu hazırlıyormuş. Eee tabii, ne de olsa hizmette süreklilik esastır. Hem vatan hizmeti kutsaldır. Sıradan insanlara teslim edilemez.

Komşusu Mısır lideri ise 30. yılında tam da oğlunu yönetim için ayarlarken dış güçlerin aleti olanların isyanı sonucu çekilmek zorunda kaldı.

O da son seçimde % 87 oy almıştı.

Onlara bu oyları kim veriyor dersiniz?






Üniversitelerde zararlı fikirler



Çok seviyoruz demokrasiyi. Çünkü demokrasi bizleri ülke meselelerinde söz sahibi yapıyor. 

Oyumuzla hükümetleri biz seçiyoruz. Onlara ‘ülkeyi sen yönet’ diyoruz.

Demokrasi böyle güzel bir şey. 

Bizim seçtiğimiz kişiler yönetecek ülkeyi, yani doğru insanların seçtiği doğru kişiler.

Artık karşı taraftakilere söz düşmeyecek. 

Yanlış kişiler yönetimde olmayacak. Demokrasi zaten karşı tarafın sesini kesmek için var.

Demokraside biz konuşacağız. Bizim seçtiklerimiz konuşacak. Bizim seçtiklerimizin atadığı kişiler konuşacak. 

Öbürleri konuşmayacak.

Onlar zaten demokrasi düşmanları. Yapılan güzel şeyleri görmezden gelirler. İşleri güçleri ortalığı bulandırmaktır.

Zararlı şeyler okurlar, zararlı şeyleri öğrenirler. Sonra öğrendikleri zararlı şeyleri etraflarına da anlatarak çevrelerini zehirlerler.

İşte üniversiteler zararlı fikirliler tarafından yine karıştırılıyor. 

Öğrencileri dinliyor, söylediklerini okuyoruz. Bazıları pek efendi. Kılık kıyafetleri de çok düzgün.

Büyükleri ve yöneticileri ile pek uyum içindeler. Ne kadar güzel, değil mi?

Bazıları ise pek isyankâr. 

Protesto ediyorlar. Beğenmiyorlar. Neyi beğenmiyorlar da protesto ediyorlar? Büyüklerinin, yöneticilerinin yaptığı işleri beğenmiyorlar.

Rektör soruyor:

- Ne yapıyorsunuz?

- Protesto ediyoruz!

- Size kim dedi protesto edin diye?

- Kimse demedi bu bizim görevimiz!

- Ben size böyle bir görev vermedim. Bu üniversite benim üniversitem. Burada ne yapılacağına ben karar veririm. Burada politika yaparsanız hepinizi bu üniversiteden atarım. Hadi gidin derslerinize çalışın.

Ve öğrenciler okuldan atılma korkusuyla protestolarını yapamadan dağılıyorlar.

Şöyle bakınca Rektör ne kadar haklı. 

Analar babalar dişlerinden tırnaklarından arttırıp çocuklarını okullara gönderiyorlar, okusunlar adam olsunlar diye.

Ama kötü fikirli kişiler, yanlış kitaplar çocukları baştan çıkarıyorlar. 

Çocuklar da derslerine çalışacaklarına olmadık işlere kalkışıyorlar. 

Yöneticiler onları tekrar doğru yola sokmak için akla karayı seçiyorlar.

Zıvanadan çıkan üniversiteleri adam edebilmek için çok uğraşıldı. 

Yoldan çıkanlar okullardan mı atılmadı, hapislere mi konmadı; İşkenceden mi geçirilmedi; Üniversitelere karakollar mı kurulmadı; 

Maalesef hiç birinin faydası olmuyor. İşte yine aynı şeyler tekrarlanıyor.

Peki, ne yapmalı?

Dil Kurumunun sözlüğünde “üniversite” kelimesi şöyle tarif ediliyor:

Bilimsel özerkliğe sahip yüksek düzeyde eğitim, öğretim, bilimsel araştırma yapan ve çeşitli birimlerden oluşan öğrenim kurumu.”

Aynı sözlükte özerklik kelimesi ise şu şekilde açıklanıyor:

Bir kuruluşun bir yasaya bağlı olarak kendi kendini yönetme hakkı, muhtariyet, otonomi.”

12 Eylül bir nesli ezerek sindirdiği gibi gelecek nesillerin nasıl olması gerektiğini de belirledi. 

Etliye sütlüye” karışmayan, tahtaya yazılanı öğrenecek ve görev hayatında da okulda öğrendiklerini tatbik edecek gençler yetiştirilecekti.

Özerklik rafa kaldırıldı. Üniversitelerde artık aykırılığa yer olamayacaktı. Kurulu mekanizmaya “Taş koyanlar” ayıklanacaktı.

Oysa uygarlığın yaratıcıları “Aykırı olanlar, taş koyanlar” değil mi?

Bir insan, binlerce yıldır boşa akıp giden derenin önüne “taş koyup” derenin suyunu biriktirdi. Sonra suyu bir kanalla tarlalara akıttı. Bol su kullanılarak tarlalardan bol ürün alındı.

Elde edilen bol ürün biriktirildi. Artık her gün yiyecek peşinde koşmak gerekmiyordu. İnsanların başka şeylere ayıracak daha çok boş zamanları oldu.

Bu boş zamanı değerlendirenlerden biri akan suyun gücünden yararlanıp o zamana kadar elle çevirdiği taşı su gücüyle döndürten bir düzenek yaptı: 

Buna su değirmeni dediler.

Uygarlık adım adım, bu, her konuda “Taş koyan”, “Herkesten farklı düşünen” aykırı insanlarla ilerledi, gelişti.

Asya Bozkırlarında hayvan güderken denemeleri sonucu peyniri keşfeden ve bunu yaparken bir hayli sütü ziyan eden kadın veya adama bugün ne kadar çok minnettarız.

Eğer o günlerde onun denemelerini kabile halkı “Böyle zararlı şeylerle uğraşarak sütleri ziyan edip durma” diyerek engellenseydiler, bugün onların torunları “Peyniri atalarımız buldu” diye övünebilir miydiler?

Üniversitelerde, aykırı düşünceler, aman verilmez ve erken öten horoz misali susturulursa, belki derslerini dört dörtlük yapan, mesleklerinde çok başarılı olan insanlar yetişebilir.

Bunlar iyi teknisyenler olurlar, iyi tarih bilirler, iyi bilgisayar bilirler, iyi tıp bilirler, meslekleri ile ilgili her alet edevatı ustalıkla kullanabilir ve iyi de ticaret yapabilirler.

Bu onları yetiştiren okulların başarısıdır. Takdir edilmesi gereken bir durumdur.

Ama bir de şu tarafından bakılmalı mı?:

Bugün bilgisayarla internetten her türlü haberi alıyoruz, anında fotoğraf çekip gönderiyoruz. Birisi hastalandığında telefonla otomobil çağırılabiliyor, onu uçakla bir başka şehre tedaviye gönderebiliyoruz. 

Gerekiyorsa organ nakli yapılıyor, ilaçlar kullanılarak hayatı kurtarılabiliyor.

Bu sayılan şeylerin hangisiyle; bilgisayar, internet, fotoğraf, otomobil, uçak, organ nakil cihazları ve ilaçtan hangisiyle, “Bizim ülkemizden biri yaptı”, “Bizden biri icat etti” diye övünebiliriz.

Ansiklopedileri dolduran, Tarih, Politika, Sosyoloji, Psikoloji, Matematik, Ekonomi gibi bilimlerin kuramcılarından kaç tanesi bizden? 

Felsefe ansiklopedisinde kaç tane bizden denilebilecek isim var?

Üniversite, düşünen, yaptığı işi tartışabilen adam yetiştirmelidir. Yoksa başkalarının icat ettiği bir aleti başarıyla kullanmak için 16 yıl süren upuzun bir tahsile gerek var mı?

Üniversiteler, öğrencilerine yeni ufuklar açmak, onlara bir dünya görüşü kazandırabilmek için gerekli özgür tartışma ortamını sağlayarak “Taş koyan” adam yetiştirmek için var olmalılar.

Rektör öğrencilerine diyor ki:

- “Burada politika yapamazsınız!” 

Politika üniversitelerde yapılmazsa nerede yapılacak? Politikacı, üniversitelerden çıkmayacaksa, nereden çıkacak?

Çocuklarımızı fikir sahibi olsun diye okutuyoruz. 

Fikir sahibi olduklarında da fikirlerini beğenmeyip onlara eziyet ediyoruz. 

Bunun faydası, mantığı ne?  










Bal tutan parmağını yalayamasın






Bir filmde izlemiştim: 

İngiltere krallarından biri, 7. veya 8. Henry, kız kardeşini evlendiriyordu. 

Kız kardeş evlendiği için memnundu, ancak kocasının bir ünvanı yoktu. 

Kral Henry adamı “kont” yapar ve prensesin kocası böylece bir anda “asil” oluverir. Ama prensesin bir isteği daha vardır.

Yeni evlilere geçinebilmek için para da gerekmektedir. Henry bu konuda da yardımcı olur genç evlilere. Yeni konta bir eyaletin vergi gelirlerini bağışlar. 

Böylece genç çiftin parasal sorunları da çözülür.

Beş dakika önce parasız ve sıradan bir insan olan genç adam, bu beş dakika içinde bir başka dünyaya transfer olur. 

Adam artık asiller sınıfındadır ve bir konttur. Aynı zamanda da çok zengindir. Ülkenin koca bir bölümünde insanlar çalışıp ona vergi ödeyecektir.

Filmi izleyen bizlerin içi sevinçle dolmuş, filmin böyle güzel bir şekilde bitmesini alkışlamıştık. Genç adamın hayatı bundan böyle mutluluk içinde geçecek, çocukları bolluk ve refah içinde yaşayacaklardı.

Bütün bunları hak etmek için, genç adam ne yaptı? 

Kralın kız kardeşiyle evlendi ya! Daha ne olsun!

İngiltere’deki gösterilerde, öğrencilerin Prens Charles’ı da protesto ettiklerini gazetelerde okuyunca bu film aklıma geldi.

Çocukken sinemada izlediğimiz filmlerde heyecanlanır, mutlu sonu görünce alkışlarımızla inletirdik ortalığı.

Yalnızca filmlerde mi? Karşılaştığımız her olayda öylesine naiftik ki..

Her şey yeniydi, ilginçti, bilgiler çekiciydi ve insanın içini heyecanla dolduruveriyordu.

Okul, kitaplar, gazeteler, arkadaşlar, hepsi yeni kapıların, yeni ufukların anahtarlarıydı.

İnanıyorduk, inancımızı savunuyorduk. 

Ama çok zaman filmlerdeki gibi bitmiyor yaşananlar.

İnsan, rüzgarda saçları uçuşan birine tutuluyor, ama reddediliyor. 

Bir diğerine inanıyor, ama inanılan inandığı gibi çıkmıyor. 

O zaman, çocuk bile olsa, insan düşünmeye, olaylara tartışarak bakmaya başlıyor. Tartıştığı konunun doğrularını ve yanlışlarını araştırıp öğrenmeye girişiyor. 

Sonunda, hem bilgi ediniyor, hem de olayları kabullenmeden önce kendi akıl süzgecinden geçiriyor.

Filmleri yüzeyden değil, biraz daha derinliğine görmeye ve farklı yorumlamaya başlıyor:

 - “Artık kimse beni, sırf bir prensesle evlendi diye kont yapılan adama saygı göstermeye, önünde eğilmeye ikna edemez. "

 - "Artık kimse bana, yoksul köylülerden, çocukların nafakalarından kopartılarak zorla toplanan vergilerin, yeni konta, muhteşem saraylarda yaşasın, mükellef sofralarda yesin içsin, çocukları bir elleri yağda, bir elleri balda, iyi eğitim görsünler diye tahsis edilmesini, sinemada bile olsa, alkışlatamaz.”

Bilgi dağarcığı doldukça, çok şeyi beğenmemeye, olaylarda bit yeniği aramaya başlıyor insan.

Bu şüpheci yaklaşım iyi midir, kötü müdür? Bunu tam bir netlikle söylemek kolay değil. 

Çünkü olaylara şüpheyle yaklaşmak, insanı yaşamında mutsuz kılabilir. 

Muhalif olmanın maddi manevi kayıpları da cabası.

Ancak şüphe ve sorgu, olayların perde arkasını anlamaya götürebilir insanı, yalanlar dünyasında yaşama yanlışından kurtarabilir.

Çocuklara bırakılacak daha güzel bir dünya için gerekli uğraşın temel taşları sayılabilir şüphe ve sorgulama.

Herkesin ortak malı olan ülke zenginliklerini, hasbelkader iktidar olmuş biri, nasıl babasının malı gibi eşe dosta, akrabaya taallukata dağıtabilir ?

Tanrının insanları eşit yarattığına inanılırken, bazılarının asil, yani "biraz daha eşit" olduğu nasıl kabullenilebilir ?

Yahut oy verilip seçilen kişinin, memlekete hizmet ediyorum diye her istediğini, keyfinin bildiği şekilde yapmasına nasıl izin verilir ?

Kendisine hesap sorulduğu zaman hesap vermekten kaçtığında, hesap soranları susturduğunda, nasıl sessiz kalınır ?

Kral Henry’nin zamanında yaşayan insanlar, bugünkü kadar direnme gücüne sahip değillerdi. 

Kaba kuvvete dayalı iktidarlara karşı insanların Tanrı’ya sığınmaktan başka bir çareleri yoktu.

Şimdi, binlerce yılın deneyimleri sonucu demokrasi denilen bir olgunluğa kavuştu insanlık.

Oy veriliyor. Oy sonucu iktidarlar değiştirilebiliyor. İnsanlara eziyet edenlerin cezaları yalnızca öteki dünyaya kalmayabiliyor artık.

İnsanların dünyası, uzun mücadeleler sonucu, babadan oğula geçen yönetimlerden, seçilen yönetimlere geçiş yaptı.

Bu, keyfi idarelere karşı insan aklının, insan düşüncesinin gücüdür, zaferidir.

Verilen oyların, bazılarını ezeli ve ebedi lider yapmasına da izin verilmemesi gerekiyor. Yoksa, şüphesiz, yeni Hitler’ler hazır beklemedeler.

Demokrasilerde “senin adamın, benim adamım” olayı kalktığında demokrasiler, demokrasi olacak.

Ülke yönetimine talip olanların, maaşlarından fazlasını kendilerine hak görmelerine, çevrelerine haksız kazanç sağlamalarına izin verilmezse, demokrasi rayına oturur.

İktidara geçince maddi kazanç sağlayamayacaklarını anlayan çıkarcılar aday olmazlar. Belki o zaman, gerçekten halka hizmet edeceklere devlet idaresinde kapılar açılabilir.

Seçim sırasında verdikleri sözleri yerine getirmeyenler, küçücük bile olsa yolsuzluk yapanlar, gözünün yaşına bakılmadan, ilk seçimde indirilmeli.

Böylece kimse, halkın ödediği vergi gelirlerini, ona buna bağışlayamaz. “Bal tutan parmağını yalar” düşüncesi de akıllardan silinir.