Saturday, March 30, 2013


Bal tutan parmağını yalaya masın



Bir filmde izlemiştim: İngiltere krallarından biri, 7. veya 8. Henry, kız kardeşini evlendiriyordu. 
Kız kardeş evlendiği için memnundu, ancak kocasının bir ünvanı yoktu. 

Kral Henry adamı “kont” yapar ve prensesin kocası böylece bir anda “asil” oluverir. Ama prensesin bir isteği daha vardır.

Yeni evlilere geçinebilmek için para da gerekmektedir. Henry bu konuda da yardımcı olur genç evlilere. Yeni konta bir eyaletin vergi gelirlerini bağışlar. Böylece genç çiftin parasal sorunları da çözülür.

Beş dakika önce parasız ve sıradan bir insan olan genç adam, bu beş dakika içinde bir başka dünyaya transfer olur. 

Artık asiller sınıfındadır ve bir konttur. Aynı zamanda da çok zengindir. Ülkenin koca bir bölümünde insanlar çalışıp ona vergi ödeyecektir.

Filmi izleyen bizlerin içi sevinçle dolmuş, filmin böyle güzel bir şekilde bitmesini alkışlamıştık. Genç adamın hayatı bundan böyle mutluluk içinde geçecek, çocukları bolluk ve refah içinde yaşayacaklardı.

Bütün bunları hak etmek için, genç adam ne yaptı? Kralın kız kardeşiyle evlendi. Daha ne olsun!

İngiltere’deki gösterilerde, öğrencilerin Prens Charles’ı da protesto ettiklerini gazetelerde okuyunca bu film aklıma geldi.

Çocukken sinemada izlediğimiz filmlerde heyecanlanır, mutlu sonu görünce alkışlarımızla inletirdik ortalığı.

Yalnızca filmlerde mi? Karşılaştığımız her olayda öylesine naiftik ki..

Her şey yeniydi, ilginçti, bilgiler çekiciydi ve insanın içini heyecanla dolduruveriyordu.

Okul, kitaplar, gazeteler, arkadaşlar, hepsi yeni kapıların, yeni ufukların anahtarlarıydı.

İnanıyorduk, inancımızı savunuyorduk. Ama çok zaman filmlerdeki gibi bitmiyor yaşananlar.

İnsan, rüzgarda saçları uçuşan birine tutuluyor, ama reddediliyor. Bir diğerine inanıyor, ama inanılan inandığı gibi çıkmıyor. 

O zaman, çocuk bile olsa, insan düşünmeye, olaylara tartışarak bakmaya başlıyor. Tartıştığı konunun doğrularını ve yanlışlarını araştırıp öğrenmeye girişiyor. 

Sonunda, hem bilgi ediniyor, hem de olayları kabullenmeden önce kendi akıl süzgecinden geçiriyor. Filmleri yüzeyden değil, biraz daha derinliğine görmeye ve farklı yorumlamaya başlıyor:

“Artık kimse beni, sırf bir prensesle evlendi diye kont yapılan adama saygı göstermeye, önünde eğilmeye ikna edemez." 

"Artık kimse bana, yoksul köylülerden, çocukların nafakalarından kopartılarak zorla toplanan vergilerin, yeni konta, muhteşem saraylarda yaşasın, mükellef sofralarda yesin içsin, çocukları bir elleri yağda, bir elleri balda, iyi eğitim görsünler diye tahsis edilmesini, sinemada bile olsa, alkışlatamaz.”

Bilgi dağarcığı doldukça, çok şeyi beğenmemeye, olaylarda bit yeniği aramaya başlıyor insan.

Bu şüpheci yaklaşım iyi midir, kötü müdür? Bunu tam bir netlikle söylemek kolay değil. Çünkü olaylara şüpheyle yaklaşmak, insanı yaşamında mutsuz kılabilir. Muhalif olmanın maddi kayıpları da cabası.

Ancak şüphe ve sorgu, olayların perde arkasını anlamaya götürebilir insanı, yalanlar dünyasında yaşama yanlışından kurtarabilir.

Çocuklara bırakılacak daha güzel bir dünya için gerekli uğraşın temel taşları sayılabilir şüphe ve sorgulama.

Herkesin ortak malı olan ülke zenginliklerini, hasbelkader iktidar olmuş biri, nasıl babasının malı gibi eşe dosta, akrabaya taallukata dağıtabilir!

Tanrının insanları eşit yarattığına inanılırken, bazılarının asil, yani ‘biraz daha eşit’ olduğu nasıl kabullenilebilir!

Yahut oy verilip seçilen kişinin, memlekete hizmet ediyorum diye her istediğini, keyfinin bildiği şekilde yapmasına nasıl izin verilir!

Kendisine hesap sorulduğu zaman hesap vermekten kaçtığında, hesap soranları susturduğunda, nasıl sessiz kalınır!

Kral Henry’nin zamanında yaşayan insanlar, bugünkü kadar direnme gücüne sahip değillerdi. Kaba kuvvete dayalı iktidarlara karşı insanların Tanrı’ya sığınmaktan başka bir çareleri yoktu.

Şimdi, binlerce yılın deneyimleri sonucu demokrasi denilen bir olgunluğa kavuştu insanlık.

Oy veriliyor. Oy sonucu iktidarlar değiştirilebiliyor. İnsanlara eziyet edenlerin cezaları yalnızca öteki dünyaya kalmayabiliyor artık.

İnsanların dünyası, uzun mücadeleler sonucu, babadan oğula geçen yönetimlerden, seçilen yönetimlere geçiş yaptı.

Bu, keyfi idarelere karşı insan aklının, insan düşüncesinin gücüdür, zaferidir.

Verilen oyların, bazılarını ezeli ve ebedi lider yapmasına da izin verilmemesi gerekiyor. Yoksa, şüphesiz, yeni Hitler’ler hazır beklemedeler.

Demokrasilerde “senin adamın, benim adamım” olayı kalktığında demokrasiler, demokrasi olacak.

Ülke yönetimine talip olanların, maaşlarından fazlasını kendilerine hak görmelerine, çevrelerine haksız kazanç sağlamalarına izin verilmezse, demokrasi rayına oturur.

İktidara geçince maddi kazanç sağlayamayacaklarını anlayan çıkarcılar aday olmazlar. Belki o zaman, gerçekten halka hizmet edeceklere devlet idaresinde kapılar açılabilir.

Seçim sırasında verdikleri sözleri yerine getirmeyenler, küçücük bile olsa yolsuzluk yapanlar, gözünün yaşına bakılmadan, ilk seçimde indirilmeli.

Böylece kimse, halkın ödediği vergi gelirlerini, ona buna bağışlayamaz. “Bal tutan parmağını yalar” düşüncesi de akıllardan silinir.

No comments:

Post a Comment