Saturday, March 30, 2013

2011 yılı Canadaturk de çıkan köşe yazıları


WikiLeaks ve Orta Doğu ile Kuzey Afrika’da deprem



Televizyon muhabiri şehrin meydanında gelen geçene soruyor:

- Wikiliks’i duydunuz mu? Nedir bu Wikiliks?
- Duydum. Herhalde sağlıkla ilgili bir şey.
- İlaç mı yani?
- Onun gibi bir şey. Hani viks var ya, burnumuza sürüyoruz, işte oradan hareketle...

Muhabir bir başka vatandaşa yaklaşıyor:

- Wikiliks hakkında ne biliyorsunuz?
- Wikiliks oyun abi!
- Ne oyunu?
- Bilgisayar oyunu. Moda şimdi, herkes oynuyor. Piley Siteyşın yani.


- Wikiliks nedir, biliyor musunuz?
- Bilmez miyim abi. Wikiliks bi futbolcu ya.
- Futbolcu mu?
- Evet, abi, Fenerbahçe’nin son transfer bombası. İspanyol. Tam 7.5 milyon yuro saydı Fener.
- 7.5 milyon Euro ha?
- Ya! Ama değer. Müthiş bi golcü abi. Dünyaca meşhur. Televizyonda görmedin mi, nasıl karşılandı hava alanında. Bu sene çooook gol seyretçez abi.

- Wikiliks’i duydunuz mu?
- Bana bunu sorma.
- Neden?
- Abi boş ver, sorma. Başımız yanar sonra. Senin de yanar, benim de yanar.

- Wikiliks?
- Mikiliks mi? Çizgi film tabi. Hani Miki filmleri var ya, onlardan.

- Wikiliks’i biliyor musunuz?
- Wikiliks? (Biraz düşündükten sonra:) Wikiliks kestanedir beyim.
- Kestane mi? Yani….
- Baya, bildiğimiz kestane. Çok lezzetlidir. Yalnız ötekilere göre biraz daha pahalı.
- Nerede yetişiyor bu kestane?
- (Kendinden çok emin) Balıkesir’de yetişir beyim. Pazara çıkar çıkmaz biter. Hemen almazsan gitti. Bi daha bulamazsın. Şifalıdır.
- Ne yapılır bu kestaneyle?
- Yenir beyim. Haşlayıp yersin. İstersen kebap yap: Immmıh.Tadına doyum olmaz.
- Yani Wikiliks kebabı…
- Evet beyim!

….

- Wikiliks nedir?
- Wikiliks yürürken giydiğimiz şey!
- Yani elbise mi?
- Evet. Hani yürüyüş yaparken giyilir ya. Yani eşofman. Aslında eşofmanın markası.

Bu konuşmalar muhabirin videoya kaydettiklerinden aklımda kalanlar. Söyleşi böyle sürüp gidiyor.



Kuzey Afrika’da ve Orta Doğu’da olup bitenler


Son günlerde Kuzey Afrika’da oluşan deprem, ülkelerinin yönetimine kazık çakan çağımızın “Modern Krallarının” hesaplarını karıştırdı.

Yönetimde kaldığı süre içinde gecesini gündüzüne katarak halkı için ölesiye çalışan Tunus Cumhurbaşkanı bu çalışmaları sırasında döktüğü çok sayıda alın terinin karşılığı olan birikimlerini alarak çok sevdiği vatanından uzaklara gitmek zorunda kaldı.

Gazetelerin yazdığına göre sayın Tunus Cumhurbaşkanı’nın eşi, kocasının ardından, yurtdışına giderken yanında Merkez Bankası’nın 1.5 ton altınını götürmüş.

Gariban Tunus halkı, bilmedikleri için olsa gerek, altını pek kıymetli bir şey sayıp dünyanın parasını verip, gram gram satın alıyorlar.

Halbuki bilseler onlar da Sayın Cumhurbaşkanı’nın hanımı gibi Merkez Bankası’na gider ve tonla altın alabilirler.

Ne de olsa, o altınlar babalarının malı.

Başkan ailesinin servetinin 5 milyar dolar olduğu söyleniyor. 23 sene iktidarda kaldığına göre başkan muntazaman her ay 18 milyon dolar maaş almış olmalı.

Aynı konular Diğer Kuzey Afrika ve Orta Doğu ülkelerinin liderleri için de bahis konusu. Libya’dan Yemen’e koltuklar sallanmaya başladı.

Bu noktada, dünyanın egemen güçleri tarafından bu ülkeler için daha önceden yapılmış ve şimdi uygulamaya konmuş planlardan bahsedilebilir.

Ama böyle planların var oluşu ülkelerinin kaderine el koymuş bu kişilerin ömür boyu iktidarda kalmak istemelerini ne kadar mazur gösterebilir.

Genellikle bu liderler uzun süren iktidarlarında sürekli düşmanlar yaratırlar. Bu düşmanlarla halkı korkutur, aklını çelerler. Demokrasiyle oynayarak ve bin türlü baskıyla muhalefeti sustururlar. Halkı istedikleri gibi eğitirler, yönlendirirler. Ve sonuçta bir şekilde halkın oyunu alırlar.

Bakın seçimlerde aldıkları oylara, hep yüzde 85 ve fazlasıdır. Eski Irak Lideri devrilmeden önceki son seçimde % 100 (yüzde yüz) oy alıp seçilmişti. Diğerlerinin seçimlerde aldıkları oy yüzdeleri de bundan farklı değil.

Bu, ülkelerinin çok sevilen vatansever ve fedakâr çocukları yalnızca vatanlarını düşünürler. 

Onlardan başka kimse vatanı onlar gibi sevemez ve vatana onlar gibi hizmet edemez.

Onun için yaşlandıklarında vatanı kimselere emanet edemedikleri için kendilerinden sonraki ülke yönetimine çocuklarını hazırlarlar.

Böylece gözleri açık gitmeyecektir: Çünkü çok sevdikleri halklarını, tıpkı kendileri gibi vatansever olarak yetiştirdikleri çocuklarına bırakacaklar. Bundan böyle hizmete çocukları devam edecektir.

İşte Türkiye’nin güney komşusu: Baba, ülkeye büyük bir özveriyle, tam 30 yıl hizmet etti. Sonrasında yerine geçen, yani % 97.7 oyla seçilen oğlu da 10 yıldır hizmete devam ediyor.

Kuzey Afrika’da bir diğer lider vatana hizmette 40 yılını doldurdu. Yerine oğlunu hazırlıyormuş. Eee tabii, ne de olsa hizmette süreklilik esastır. Hem vatan hizmeti kutsaldır. Sıradan insanlara teslim edilemez.

Komşusu Mısır lideri ise 30. yılında tam da oğlunu yönetim için ayarlarken dış güçlerin aleti olanların isyanı sonucu çekilmek zorunda kaldı.

O da son seçimde % 87 oy almıştı.

Onlara bu oyları kim veriyor dersiniz?






Üniversitelerde zararlı fikirler



Çok seviyoruz demokrasiyi. Çünkü demokrasi bizleri ülke meselelerinde söz sahibi yapıyor. 

Oyumuzla hükümetleri biz seçiyoruz. Onlara ‘ülkeyi sen yönet’ diyoruz.

Demokrasi böyle güzel bir şey. 

Bizim seçtiğimiz kişiler yönetecek ülkeyi, yani doğru insanların seçtiği doğru kişiler.

Artık karşı taraftakilere söz düşmeyecek. 

Yanlış kişiler yönetimde olmayacak. Demokrasi zaten karşı tarafın sesini kesmek için var.

Demokraside biz konuşacağız. Bizim seçtiklerimiz konuşacak. Bizim seçtiklerimizin atadığı kişiler konuşacak. 

Öbürleri konuşmayacak.

Onlar zaten demokrasi düşmanları. Yapılan güzel şeyleri görmezden gelirler. İşleri güçleri ortalığı bulandırmaktır.

Zararlı şeyler okurlar, zararlı şeyleri öğrenirler. Sonra öğrendikleri zararlı şeyleri etraflarına da anlatarak çevrelerini zehirlerler.

İşte üniversiteler zararlı fikirliler tarafından yine karıştırılıyor. 

Öğrencileri dinliyor, söylediklerini okuyoruz. Bazıları pek efendi. Kılık kıyafetleri de çok düzgün.

Büyükleri ve yöneticileri ile pek uyum içindeler. Ne kadar güzel, değil mi?

Bazıları ise pek isyankâr. 

Protesto ediyorlar. Beğenmiyorlar. Neyi beğenmiyorlar da protesto ediyorlar? Büyüklerinin, yöneticilerinin yaptığı işleri beğenmiyorlar.

Rektör soruyor:

- Ne yapıyorsunuz?

- Protesto ediyoruz!

- Size kim dedi protesto edin diye?

- Kimse demedi bu bizim görevimiz!

- Ben size böyle bir görev vermedim. Bu üniversite benim üniversitem. Burada ne yapılacağına ben karar veririm. Burada politika yaparsanız hepinizi bu üniversiteden atarım. Hadi gidin derslerinize çalışın.

Ve öğrenciler okuldan atılma korkusuyla protestolarını yapamadan dağılıyorlar.

Şöyle bakınca Rektör ne kadar haklı. 

Analar babalar dişlerinden tırnaklarından arttırıp çocuklarını okullara gönderiyorlar, okusunlar adam olsunlar diye.

Ama kötü fikirli kişiler, yanlış kitaplar çocukları baştan çıkarıyorlar. 

Çocuklar da derslerine çalışacaklarına olmadık işlere kalkışıyorlar. 

Yöneticiler onları tekrar doğru yola sokmak için akla karayı seçiyorlar.

Zıvanadan çıkan üniversiteleri adam edebilmek için çok uğraşıldı. 

Yoldan çıkanlar okullardan mı atılmadı, hapislere mi konmadı; İşkenceden mi geçirilmedi; Üniversitelere karakollar mı kurulmadı; 

Maalesef hiç birinin faydası olmuyor. İşte yine aynı şeyler tekrarlanıyor.

Peki, ne yapmalı?

Dil Kurumunun sözlüğünde “üniversite” kelimesi şöyle tarif ediliyor:

Bilimsel özerkliğe sahip yüksek düzeyde eğitim, öğretim, bilimsel araştırma yapan ve çeşitli birimlerden oluşan öğrenim kurumu.”

Aynı sözlükte özerklik kelimesi ise şu şekilde açıklanıyor:

Bir kuruluşun bir yasaya bağlı olarak kendi kendini yönetme hakkı, muhtariyet, otonomi.”

12 Eylül bir nesli ezerek sindirdiği gibi gelecek nesillerin nasıl olması gerektiğini de belirledi. 

Etliye sütlüye” karışmayan, tahtaya yazılanı öğrenecek ve görev hayatında da okulda öğrendiklerini tatbik edecek gençler yetiştirilecekti.

Özerklik rafa kaldırıldı. Üniversitelerde artık aykırılığa yer olamayacaktı. Kurulu mekanizmaya “Taş koyanlar” ayıklanacaktı.

Oysa uygarlığın yaratıcıları “Aykırı olanlar, taş koyanlar” değil mi?

Bir insan, binlerce yıldır boşa akıp giden derenin önüne “taş koyup” derenin suyunu biriktirdi. Sonra suyu bir kanalla tarlalara akıttı. Bol su kullanılarak tarlalardan bol ürün alındı.

Elde edilen bol ürün biriktirildi. Artık her gün yiyecek peşinde koşmak gerekmiyordu. İnsanların başka şeylere ayıracak daha çok boş zamanları oldu.

Bu boş zamanı değerlendirenlerden biri akan suyun gücünden yararlanıp o zamana kadar elle çevirdiği taşı su gücüyle döndürten bir düzenek yaptı: 

Buna su değirmeni dediler.

Uygarlık adım adım, bu, her konuda “Taş koyan”, “Herkesten farklı düşünen” aykırı insanlarla ilerledi, gelişti.

Asya Bozkırlarında hayvan güderken denemeleri sonucu peyniri keşfeden ve bunu yaparken bir hayli sütü ziyan eden kadın veya adama bugün ne kadar çok minnettarız.

Eğer o günlerde onun denemelerini kabile halkı “Böyle zararlı şeylerle uğraşarak sütleri ziyan edip durma” diyerek engellenseydiler, bugün onların torunları “Peyniri atalarımız buldu” diye övünebilir miydiler?

Üniversitelerde, aykırı düşünceler, aman verilmez ve erken öten horoz misali susturulursa, belki derslerini dört dörtlük yapan, mesleklerinde çok başarılı olan insanlar yetişebilir.

Bunlar iyi teknisyenler olurlar, iyi tarih bilirler, iyi bilgisayar bilirler, iyi tıp bilirler, meslekleri ile ilgili her alet edevatı ustalıkla kullanabilir ve iyi de ticaret yapabilirler.

Bu onları yetiştiren okulların başarısıdır. Takdir edilmesi gereken bir durumdur.

Ama bir de şu tarafından bakılmalı mı?:

Bugün bilgisayarla internetten her türlü haberi alıyoruz, anında fotoğraf çekip gönderiyoruz. Birisi hastalandığında telefonla otomobil çağırılabiliyor, onu uçakla bir başka şehre tedaviye gönderebiliyoruz. 

Gerekiyorsa organ nakli yapılıyor, ilaçlar kullanılarak hayatı kurtarılabiliyor.

Bu sayılan şeylerin hangisiyle; bilgisayar, internet, fotoğraf, otomobil, uçak, organ nakil cihazları ve ilaçtan hangisiyle, “Bizim ülkemizden biri yaptı”, “Bizden biri icat etti” diye övünebiliriz.

Ansiklopedileri dolduran, Tarih, Politika, Sosyoloji, Psikoloji, Matematik, Ekonomi gibi bilimlerin kuramcılarından kaç tanesi bizden? 

Felsefe ansiklopedisinde kaç tane bizden denilebilecek isim var?

Üniversite, düşünen, yaptığı işi tartışabilen adam yetiştirmelidir. Yoksa başkalarının icat ettiği bir aleti başarıyla kullanmak için 16 yıl süren upuzun bir tahsile gerek var mı?

Üniversiteler, öğrencilerine yeni ufuklar açmak, onlara bir dünya görüşü kazandırabilmek için gerekli özgür tartışma ortamını sağlayarak “Taş koyan” adam yetiştirmek için var olmalılar.

Rektör öğrencilerine diyor ki:

- “Burada politika yapamazsınız!” 

Politika üniversitelerde yapılmazsa nerede yapılacak? Politikacı, üniversitelerden çıkmayacaksa, nereden çıkacak?

Çocuklarımızı fikir sahibi olsun diye okutuyoruz. 

Fikir sahibi olduklarında da fikirlerini beğenmeyip onlara eziyet ediyoruz. 

Bunun faydası, mantığı ne?  










Bal tutan parmağını yalayamasın






Bir filmde izlemiştim: 

İngiltere krallarından biri, 7. veya 8. Henry, kız kardeşini evlendiriyordu. 

Kız kardeş evlendiği için memnundu, ancak kocasının bir ünvanı yoktu. 

Kral Henry adamı “kont” yapar ve prensesin kocası böylece bir anda “asil” oluverir. Ama prensesin bir isteği daha vardır.

Yeni evlilere geçinebilmek için para da gerekmektedir. Henry bu konuda da yardımcı olur genç evlilere. Yeni konta bir eyaletin vergi gelirlerini bağışlar. 

Böylece genç çiftin parasal sorunları da çözülür.

Beş dakika önce parasız ve sıradan bir insan olan genç adam, bu beş dakika içinde bir başka dünyaya transfer olur. 

Adam artık asiller sınıfındadır ve bir konttur. Aynı zamanda da çok zengindir. Ülkenin koca bir bölümünde insanlar çalışıp ona vergi ödeyecektir.

Filmi izleyen bizlerin içi sevinçle dolmuş, filmin böyle güzel bir şekilde bitmesini alkışlamıştık. Genç adamın hayatı bundan böyle mutluluk içinde geçecek, çocukları bolluk ve refah içinde yaşayacaklardı.

Bütün bunları hak etmek için, genç adam ne yaptı? 

Kralın kız kardeşiyle evlendi ya! Daha ne olsun!

İngiltere’deki gösterilerde, öğrencilerin Prens Charles’ı da protesto ettiklerini gazetelerde okuyunca bu film aklıma geldi.

Çocukken sinemada izlediğimiz filmlerde heyecanlanır, mutlu sonu görünce alkışlarımızla inletirdik ortalığı.

Yalnızca filmlerde mi? Karşılaştığımız her olayda öylesine naiftik ki..

Her şey yeniydi, ilginçti, bilgiler çekiciydi ve insanın içini heyecanla dolduruveriyordu.

Okul, kitaplar, gazeteler, arkadaşlar, hepsi yeni kapıların, yeni ufukların anahtarlarıydı.

İnanıyorduk, inancımızı savunuyorduk. 

Ama çok zaman filmlerdeki gibi bitmiyor yaşananlar.

İnsan, rüzgarda saçları uçuşan birine tutuluyor, ama reddediliyor. 

Bir diğerine inanıyor, ama inanılan inandığı gibi çıkmıyor. 

O zaman, çocuk bile olsa, insan düşünmeye, olaylara tartışarak bakmaya başlıyor. Tartıştığı konunun doğrularını ve yanlışlarını araştırıp öğrenmeye girişiyor. 

Sonunda, hem bilgi ediniyor, hem de olayları kabullenmeden önce kendi akıl süzgecinden geçiriyor.

Filmleri yüzeyden değil, biraz daha derinliğine görmeye ve farklı yorumlamaya başlıyor:

 - “Artık kimse beni, sırf bir prensesle evlendi diye kont yapılan adama saygı göstermeye, önünde eğilmeye ikna edemez. "

 - "Artık kimse bana, yoksul köylülerden, çocukların nafakalarından kopartılarak zorla toplanan vergilerin, yeni konta, muhteşem saraylarda yaşasın, mükellef sofralarda yesin içsin, çocukları bir elleri yağda, bir elleri balda, iyi eğitim görsünler diye tahsis edilmesini, sinemada bile olsa, alkışlatamaz.”

Bilgi dağarcığı doldukça, çok şeyi beğenmemeye, olaylarda bit yeniği aramaya başlıyor insan.

Bu şüpheci yaklaşım iyi midir, kötü müdür? Bunu tam bir netlikle söylemek kolay değil. 

Çünkü olaylara şüpheyle yaklaşmak, insanı yaşamında mutsuz kılabilir. 

Muhalif olmanın maddi manevi kayıpları da cabası.

Ancak şüphe ve sorgu, olayların perde arkasını anlamaya götürebilir insanı, yalanlar dünyasında yaşama yanlışından kurtarabilir.

Çocuklara bırakılacak daha güzel bir dünya için gerekli uğraşın temel taşları sayılabilir şüphe ve sorgulama.

Herkesin ortak malı olan ülke zenginliklerini, hasbelkader iktidar olmuş biri, nasıl babasının malı gibi eşe dosta, akrabaya taallukata dağıtabilir ?

Tanrının insanları eşit yarattığına inanılırken, bazılarının asil, yani "biraz daha eşit" olduğu nasıl kabullenilebilir ?

Yahut oy verilip seçilen kişinin, memlekete hizmet ediyorum diye her istediğini, keyfinin bildiği şekilde yapmasına nasıl izin verilir ?

Kendisine hesap sorulduğu zaman hesap vermekten kaçtığında, hesap soranları susturduğunda, nasıl sessiz kalınır ?

Kral Henry’nin zamanında yaşayan insanlar, bugünkü kadar direnme gücüne sahip değillerdi. 

Kaba kuvvete dayalı iktidarlara karşı insanların Tanrı’ya sığınmaktan başka bir çareleri yoktu.

Şimdi, binlerce yılın deneyimleri sonucu demokrasi denilen bir olgunluğa kavuştu insanlık.

Oy veriliyor. Oy sonucu iktidarlar değiştirilebiliyor. İnsanlara eziyet edenlerin cezaları yalnızca öteki dünyaya kalmayabiliyor artık.

İnsanların dünyası, uzun mücadeleler sonucu, babadan oğula geçen yönetimlerden, seçilen yönetimlere geçiş yaptı.

Bu, keyfi idarelere karşı insan aklının, insan düşüncesinin gücüdür, zaferidir.

Verilen oyların, bazılarını ezeli ve ebedi lider yapmasına da izin verilmemesi gerekiyor. Yoksa, şüphesiz, yeni Hitler’ler hazır beklemedeler.

Demokrasilerde “senin adamın, benim adamım” olayı kalktığında demokrasiler, demokrasi olacak.

Ülke yönetimine talip olanların, maaşlarından fazlasını kendilerine hak görmelerine, çevrelerine haksız kazanç sağlamalarına izin verilmezse, demokrasi rayına oturur.

İktidara geçince maddi kazanç sağlayamayacaklarını anlayan çıkarcılar aday olmazlar. Belki o zaman, gerçekten halka hizmet edeceklere devlet idaresinde kapılar açılabilir.

Seçim sırasında verdikleri sözleri yerine getirmeyenler, küçücük bile olsa yolsuzluk yapanlar, gözünün yaşına bakılmadan, ilk seçimde indirilmeli.

Böylece kimse, halkın ödediği vergi gelirlerini, ona buna bağışlayamaz. “Bal tutan parmağını yalar” düşüncesi de akıllardan silinir.













No comments:

Post a Comment