Mavili
04/03/2010
Mavili, dükkânımızın önünde boyacılık yapardı.
Dükkân ile hatırlayabildiğim en eski anılarımda bile Mavili vardır. Adı Hüseyin’di.
Mavili adını ona babam takmış olmalı; çünkü bu tarz esprili adları takma konusunda babam, bizim Karaköy Çarşısı’nda bir numaraydı.
Mavili, dükkânın bir parçası gibiydi. Sabah dükkânda çalışan diğer kalfa ve çıraklarla aynı zamanda gelir ve babamın dükkânı açmasına yardım ederdi.
Ağır kepenkler kalkacak, camlı kapılar açılacak, girişin hemen ağzına bırakılmış olan Mavili’nin boya sandığı dışarıya çıkarılacaktı.
Mavili kesinlikle erkenden orada olmalıydı; çünkü babam bütün bereketin iş yerini zamanında açmakta olduğunu söylerdi.
Bu kurala uymayanlara da çok kızardı. Mavili eğer geç kalırsa, babamın onun boya sandığını yolun ortasına fırlatacağını, sonra da eline perdah çomağını alıp poposuna poposuna vuracağını çok iyi bilirdi.
Gerçi babam bütün gücüyle vururmuş gibi yapıp hafifçe vururdu ama böyle bir şey olduğunda her kim o gün dayağı yemişse, gün boyu diğerlerinin alaylı şakalarına da katlanmak zorunda kalırdı.
Çalışanların hemen hepsi -biz çıraklar hariç- Mavili’yle aynı yaşlardaydı. Yani askerlik çağında. Aramızda yalnızca bizim Şişman askerliğini yapmıştı.
Mavili kendi mahallesinden, yani Çingene mahallesinden bir kıza tutulmuştu. Ona uzun mektuplar yazar, bir başka kız aracılığıyla, sevdiğine gönderirdi.
Karşıdaki Karaköy Camisi’nin bahçesindeki çınar ağacının gölgesine oturur, Kur’an kursu öğrencilerinin cıvıl cıvıl sesleri arasında sevgilisine yazardı.
Babamın dükkânda olmadığı anlarda içeri girer, koynundan, sekize katladığı mektubu çıkarır ve heyecanla bize okurdu.
Bizler Mavili’nin yazdığı mektupları, kızın bunlara verdiği cevapları anında öğrenmiş olurduk.
Bu işleri, yani mektup yazmanın inceliklerini bilen kalfalar akıl verirlerdi ona. Mavili bazen onların önerilerine göre mektubun cümlelerini değiştirirdi.
En çok da mektupların sonundaki mânilere bayılırdım. Hem Mavili’nin hem de kızın mektupları her zaman kendi yazdıkları bir mâni ile biterdi:
Bir elim yağda
Bir elim balda
Aklım kalıyor
Benim o yarda
Mektup ya da mâni beğenilmezse, mesela Şişman derdi ki: “I-ıh, bu mâni olmamış.” Sonra el birliği ile mâni düzeltilirdi:
Adın hep dilimde
Aklımda fikrimde
Gözlerim kaybolur
Aşkım gözlerinde
Yazları ağabeyim gelir yatılı okuldan, dükkânda çalışmaya başlardı. İşte o zaman mektupları, mânileri o düzeltirdi. Ne de olsa mürekkep yalamıştı.
Bir gün herkesi heyecanlandıran bir şey oldu. Mavili’nin, kendisine yazılan ve ondan gelen aşk mektuplarını okuduğumuz, sevgilisi gelmiş.
Heyecanla fırladık dışarı. Hem onu görebilmek için birbirimizi itiyor hem de kendimiz görünmemeye çalışıyorduk.
Mavili, Sadık Amca’nın dükkânının köşesinde güzeller güzeli bir kızla konuşuyordu. Kız -koca don- dediğimiz şalvar giymişti.
Üst kısmında ise vücudunu sımsıkı saran beyaz bir gömlek vardı. Saçlarını pembe bir yemeni ile bağlamıştı. Öyle güzeldi ki...
Mavili de yakışıklı bir delikanlıydı hani. Uzun boyluydu, Çingenelerin heykeli andıran muntazam çizgilerini taşıyan bir yüzü vardı.
Bu iki güzel insanın gözlerini birbirinden hiç ayırmadan dakikalar boyu konuşmaları, belleğimdeki en unutulmaz çocukluk anılarımdan biridir.
Öğle yemeğiden sonra dükkânın önünde dinlenirken Mavili’yle konuşurdum. Bazen diğer boyacılar onun yanına gelir, sohbete katılırlardı.
Hele iş konuşmalarına bayılırdım. Neler mi anlatırlardı? Büyük Çarşı’daki boyacıya İstanbul’dan gelen fırçayı anlatırlardı mesela.
Fırça öyle kavramalı ve öyle yumuşakmış ki, ayakkabıya sürdüğünüzde, ayakkabının her yanını eldiven gibi sarar, bir ipek yumuşaklığı ile, okşarcasına fırçalarmış.
“Ah o fırça bende olmalıydı da insanlar görselerdi ayakkabı nasıl parlatılır,” derdi Mavili. “Vallahi öyle parlatırdım ki, kimseler bakamazdı. Gözleri kamaşırdı.” diye devam ederdi anlatmaya ballandıra ballandıra.
Sonra filanca marka boyanın falanca marka boyaya olan üstünlüklerini tartışırlardı. Bütün bunları anlatırken elleriyle boya kutusunu açıyormuş, boyayı ayakkabıya sürüyormuş, ayakkabıyı fırçalıyormuş gibi yapar, anlattıklarını canlandırırlardı.
Bir gün Mavili ile onun Çingene mahallesindeki evine gitmiştim. Şimdi artık yedişer katlı apartmanların doldurduğu mahallede o zamanlar yalnızca tek katlı evler vardı.
Sokaklar kıvrım kıvrım, labirent gibiydi. Yanınızda yolu bilen biri yoksa kaybolmak işten değildi. Bütün evlerin duvarları eğri büğrüydü.
Yerden bir metreye kadar olan kısımları çivit mavisi boyanmıştı. Onun üzeri ise beyaz kireç badanaydı. Kapıların kimi deli dolu mavi rengindeydi, kimi kırmızı.
Sokaklar tertemiz süpürülmüştü. Sokak kapısından bahçeye giriliyordu. Bahçe tertemizdi. Ağaçların gövdelerine kireç sürülmüştü, gün ışığı altında beyaz beyaz parlıyorlardı.
Bahçeye bakan hayatta yer minderleri, kıtık yastıklar vardı. Yastık kılıfları bembeyazdı. Üzerlerindeki kanaviçe nakışların çiçekleri canlıymış gibiydi.
Her şey az önce yıkanmış ve boyanmışçasına temiz ve yeni görünüyordu. Bahçedeki fırından yeni çıkan böreğin iştah açan kokusu bahçeyi doldurmuştu.
Bir anda bir yığın çocuk doluşuverdi. Tonton büyükanne sofrayı kurdu. Hep beraber karnımızı doyurduk. Çocuklar uçurtmalarını ve tahta atlarını gösterdiler.
Mavili’nin, bayramlarda Sultan Parkı’na kurulan çadır tiyatrosunun önünde, kanlar içinde, karnından girip sırtından çıkan, yarısı önde, yarısı arkada bir kılıçla, ellerini sallayarak: Gelin, gelin, diye müşteri çağıran kardeşi de oradaydı.
Hiç de öyle karnı delinmiş biri gibi değildi. Çocuklar gülüşerek bunun bir hile olduğunu, aslında kılıcın vücuduna hiç batmadığını anlattılar.
Akşam anneme bunları anlattığımda bana: “Bir de bu insanların temizliğinden şüphe edip günaha giriyoruz,” demişti.
Manisa’nın Selendi ilçesinde Çingenelere yapılan saldırı haberini duyunca bunları hatırladım.
Dünyamızda her şey, âdeta bir torna tezgâhından geçerek birbirine benzeşiyor: şehirler, evler, eşyalar....
Hiç değilse insanlara dokunulmasa. Kültürüyle yaşayan topluluklara dokunulmasa. Belki böylece dünyamız daha renkli kalabilir ve yalnızca gri bir dünyada değil de, bir kültür zenginliğinde yaşarız.
No comments:
Post a Comment