Wednesday, April 3, 2013


147'ler: Dünyanın Yeni Sahipleri






İlkokulun üç veya dördüncü sınıfındayken, yaz tatilinde, bir kitapçı dükkânında çalışmıştım.

İş yerinde, kitap ve dergilerin yanı sıra Milli Piyango biletleri de satılıyordu.

Bilet satışlarının azlığından, biletlerin elde kalmasından şikâyet eden patron, derin, derin düşündükten sonra şöyle bir karara vardı: 

Biz, yani dükkânda çalışan iki çırak, elimizde biletler caddeleri dolaşacak, biletleri satacaktık.

İşe başladık. 

Taş döşeli caddelerde dolaşıyor, cılız sesimizle: “Milli Piyango” diye bağırıyorduk.

O vakte kadar, sokaklarda seyyar bayi görmemiş olan halk bize ilgiyle bakıyor, ama nedense biletlerimizi almıyorlardı.

Temmuz ayıydı. Sıcak dayanılır gibi değildi. 

Güneş kızgın alevlerini, makineyle dibinden kesilmiş saçlarımın koruyamadığı başımın içerisine sokmuş, beynimi kaynatıyordu.

Eski çarşıda, karşılıklı sıralanmış küçük dükkânların önündeki ağaçlardan birinin gölgesine oturdum. 

Elimdeki Piyango biletlerinin üzerlerindeki resimlere bakarken daldım, gittim.

Birisi omzuma dokundu; Benim yaşımda bir çocuk:

“Usta seni çağırıyor!” dedi.

Kalktım, çocukla birlikte, hemen arkamdaki dükkâna, ustanın yanına gittim. 

Babam gibi bir kunduracıydı, sorduklarına cevap verdim: Kitapçı Sezai’nin yanında çalışıyordum.

Babamı tanıyordu. O ve dükkânda bulunan müşteri birer bilet aldılar. 

Usta çırağını komşu dükkânlara gönderdi. Çok geçmeden çeyrek ve yarım biletler satıldı, bitti.

Bir tane tam bilet vardı, o bileti paralı olduğunu söyledikleri bir komşuya aldırdılar.

Çaylar söylendi. Bana da gazoz ısmarlandı.

Piyangodan para çıkarsa ne yapacaklarını konuştular. 

Hemen hepsinin parayı harcayacağı yer aynıydı: Evlilik zamanı gelen çocuklara düğün, askerden dönecek oğlana iş yeri.

Hiçbiri şöyle giyinir, böyle yer, içerim diye hayal kurmuyordu.

Bunu çok iyi biliyordum. Çünkü kadın olsun, erkek olsun, büyükler hep böyle şeyler konuşurlardı. 

Erkek çocuklar küçük yaşlarda ustaların yanında çıraklığa başladıklarından hemen hepsinin bir zanaatı, mesleği vardı.

İşini yapacak alet edevatı alacak kadar para, bir de küçük dükkân bulundu mu, geri kalanı: “ Gayret delikanlıdan, Tevfik Allah’tan ” dı.

Okuyan gençler ise, okullar biter bitmez askere gider, askerden dönünce de memur olurlardı. 

Bir işe giren emekli oluncaya, ya da ölünceye kadar o işe devam ederdi.

Sanki bin yıllık bir düzendi. Hep böyle gidecekmiş gibiydi. Ama öyle gitmedi.

Önce hazır giyimciler geldi. Uzaktan uzağa anlatılırdı; İstanbul’da insanlar hazır elbise satın alır, giyerler, diye.

Pek aklımız ermezdi. Öyle ya, “Yakası, kolu, uzunluğu adama nasıl denk gelecek?”

Hazır giyimciler gelince, kumaş satan manifaturacılar ve bu kumaşları elbise haline getiren terziler birer ikişer işyerlerini kapatmaya başladılar.

Benim sanatım hiçbir zaman ölmez!”, diyen babam kunduracılığı bırakmak zorunda kaldı. 

Çünkü onun bir hafta – on günde yaptığı ayakkabının yüzlercesini fabrikada makineler bir günde yapıyorlardı.

Müşteri, babama sipariş verip, günlerce bekleyeceğine, gidip ayakkabıcıdan istediğini, istediği zaman, üstelik birçok çeşit arasından seçerek alabilirdi.

Şehrimizdeki fabrika sayıları da artıyordu. Eski dükkan sahibi terziler şimdi hazır giyim fabrikalarında çalışmaya başlamışlardı.

Aynı şekilde hazırın rekabetine dayanamayıp dükkânlarını kapatan kunduracı ustaları ve yanlarında çalışan kalfaları ayakkabı üreten fabrikalarda işçi oldular.

Fabrikalarda çalışamayacak kadar yaşlı olan babam gibiler ise çalışma hayatından çekildiler.

İnsanlar dünyalarını ters yüz eden bu değişiklikleri sabır ve tevekkül ile karşıladılar. “ Bu da iyidir, çalışır maaşımı alırım,” dediler.

Zaman geldi fabrikalar işçi çıkarttılar. Kimi kime şikâyet edeceklerdi: Fabrika sahipleri başka şehirlerde yaşıyorlardı. İşlerini uzaktan, adamları aracılıyla yürütüyorlardı.

Üstelik fabrikaların sık sık isimleri de, sahipleri de değişiyordu.

Yeni nesil gençler fabrikalarda çalışmaya başlayınca durum daha da değişti.

Artık birçok fabrika yabancı ülkelerde yaşayan insanlar tarafından satın alınmıştı.

Fabrikalar bazen vardiyalı çalışıyor, yeni işçiler alıyorlardı. “İhracat var”, deniyordu. 

İnsanların yüzü gülüyor, ev kiralıyor, evleniyorlar, evlerine eşya alıyor, çocuk sahibi oluyorlardı.

Sonra bir zaman geliyor, fabrika işçilerini işten çıkarıyordu. “İhracat durdu”, deniyordu.

Sonra fabrikanın satıldığını duyuyorlardı. Fransa’dan, İngiltere’den bilmem ne Yatırım Fonu fabrikayı satın almış!

Maaşlarını çektikleri bankayı da bir Yunan bankası satın almış.

Yıllar üst üste koydukça, çocukları ve onların çocukları, yani torunları kimbilir daha nelere şahit olacaklar..

Dedelerinin ilkokulda okurken kutladıkları Yerli Malı Haftası’nı bilenler olacak mı aralarında?

Sonra, Yerli Malı diye ne tarif edilecek ki?

Elimize aldığımız hemen her şey, dünyanın dört bir köşesinde üretilen parçalardan meydana geliyor. 

Bir şirket, diğerinden aldığına bir şey ilave edip üçüncü şirkete satıyor, o da boyayıp bir diğerine.

Meyvenin, sebzenin tohumu dışarıdan geliyor, gübresi uluslararası şirketlerden!

Bu şirketler arasındaki bağlar incelendiğinde, uluslararası 147 büyük şirketin, yeryüzündeki irili ufaklı milyonlarca küçük şirketi, sermaye, bilgi ve üretim araçlarını temin etmek, ürettiklerini satın almak suretiyle etkileri altında tuttukları, onların kaderlerini belirledikleri; yaşattıkları veya yok ettikleri görülmüş.

Akademisyenler, bu 147 şirketin yöneticilerinin, yalnızca dünyanın dört bucağındaki şirketleri değil, dünyadaki bütün ülkelerin yöneticilerini de baskı altına aldıklarını söylüyorlar.

Ellerinde tuttukları yazılı ve görsel medya aracılığıyla halk kitlelerini yönlendirdiklerini anlatıyorlar.

Son yıllarda Doğu’da ve Batı’da görülen renkli devrimlerin, bahar devrimlerinin, ülke iflaslarının, hükümet değişikliklerinin, savaşların, bunların, yani 147’lerin eseri olduğunu belirtiyorlar.



Güzel ve mutlu günler, ışıklı mavilikler dileklerimle yeni yılınızı kutluyorum.







No comments:

Post a Comment