Wednesday, April 3, 2013


NOBEL’İ KİM ALIR?





William Faulkner bir elektrik üretim fabrikasında gece bekçisi olarak çalışıyormuş. 

İlk romanını, kulakları sağırlaştıran bir gürültüyle çalışan jeneratörün etkisiyle durmaksızın titreşen masada yazmış.

Romanını tanıdığı bir yazara götürmüş. 

Ünlü yazar: “Bak William,” demiş, “Sakın yazdıklarını okumamı isteme! Vaktim yok. Ama yayınlatırım.”

Okunması pek kolay olmayan bir yazar Faulkner. 

Nobel ödülünü aldıktan sonra, kayınvalidesi, herkesin hakkında konuştuğu damadının kitaplarını Bir de ben okuyayım, demiş.

Bir zaman sonra damadına:

 -“Kuzum William, Tanrı aşkına, sen bu kitapları ayıkken mi yazıyorsun, sarhoşken mi? Yazdıklarını bir türlü anlayamıyorum da! diye sormuş.

Faulkner'ı, ilk defa Lisede öğrenciyken okumuştum: Kırmızı Yapraklar. Ülkü Tamer tarafından Türkçeye çevrilmişti.

Sonra Duman’ı okumuştum, ardından da Kutsal Sığınak’ı. Birincisi Talat Halman, diğeri Ender Gürol çevirisiydi.

Niye çevirmenlerini hatırlatıyorum? Kitabın çevirmeninin ne kadar önemli olduğunu bir misafirlikte öğrendim.

Gece, uykudan önce okumak için bir kitap aradım. Pembe dizi aşk romanları içinde Faulkner’ın bir kitabını buldum.

Okurken çok şaşırdım. Çünkü roman hiç de öyle Faulkner tarafından yazılmış gibi değildi. 

Uzun, bazen yarım, bazen bir sayfa süren karmaşık cümleler yoktu.

Olaylar kısa, basit cümlelerle anlatılıyordu. Çevirmen uzun cümleleri parçalamış, okurun zorlanmadan anlayacağı bir şekle sokmuştu.

Rahatlıkla okunuyor, kolayca anlaşılıyordu. Hemencecik okunup bitirilebilecek hâle gelmişti. 

Kitapta macera, heyecan, aşk vardı ama Faulkner’ın kahramanlarının yaşadığı gizemli dünya kaybolmuş, insanı, hayal gücünü zorlayarak istim üstünde tutan anlatımı yok olmuştu.

Belki, başka çevirilerde de Faulkner’ın kitaplarının başına böyle şeyler gelmiş olabilir.

Hatta kendi ülkesinde de, yazarlığının ilk yıllarında, bir romanı yayınevi tarafından geri çevrilmiş.

Kendisine; “Okuyucular bu romanı okurken zorlanırlar,” denmiş.

Bunun üzerine, Faulkner romanın bir arkadaşı tarafından basitleştirilerek yeniden yazılmasına razı olmuş.

Kitap, özgün hâliyle, ancak yıllar sonra basılabilmiş.

...


Ankara sinemalarından birinde, Visconti’nin Tutku filmini seyretmiştim. 

Harika bir filmdi. Filmin yetenekli bir ressamın elinden çıkmışçasına olağanüstü sahneleri vardı.

Sinemadan çıkarken, dalmış filmin sonunu düşünüyordum. 

Birisi omzuma dokundu. Dokunan, insanın karşısına olmadık yerlerde, olmadık anda çıkıveren sevgili Construction hocamız Erhan Karaesmen.

“Nasıl buldun filmi?” diye sordu.

“Çok güzel,” dedim. “Yalnız filmin finalini yakıştıramadım. Ucuz melodramlar gibi.”

Bir dergi uzattı, “Al, film hakkında bir yazı var, okursun!” dedi.

Yurda döndüğümde dergideki yazıyı okudum. Visconti’nin film için çektiği finali, filmin yapımcısı, “Seyirci tutmaz” düşüncesiyle beğenmemiş.

Bunun üzerine Visconti, yapımcının isteği üzerine bir başka final çekmek zorunda kalmış.

İşte, izlediğimiz son, yapımcının istediği sonmuş.


...


Ankara’nın karlı, soğuk kış günlerinden kalan bir anımı daha anlatayım.

Toplantı salonu, Necip Fazıl Kısakürek’i dinlemek için gelenlerle tıka basa doluydu.

Sohbetin veya konferansın konusu neydi şimdi hatırlamıyorum. Zaten Necip Fazıl öyle bir başlığa takılıp kalacak kişi değildi.

Zengin dağarcığındaki binbir konuyu, binbir anı eşliğinde anlatıyordu. Bütün eskilerin yaptığı gibi konuşmasını, benzetmeler, şiirlerle süslüyordu.

İlk anda, çokluğuyla insanı şaşırtan tikleri, bir zaman sonra her cümlenin sonunu ayrıca vurgulayıp güçlendiren mimikler topluluğu hâline geliyordu.

O gece anlattığı birçok şeyden biri de şuydu: 

Eski yıllarda sık sık tertiplenen şiir matinelerinden birine Nazım Hikmet’le birlikte gitmişler. 

Başka şairlerin yanı sıra onlar da birer şiir okuyacaklarmış.

Nazım çok güzel şiir okurdu. Bangır bangır okurdu. Okuduğu şiir güzel olmasa bile, öyle okurdu ki, dinleyiciler etkilenir, coşar, çılgınca alkışlarlardı.

Nazım’a dedim ki: 

 - Gel bu defa değişiklik yapalım, sen benim şiirimi oku, ben seninkini. 

Nazım kabul etti. Sırası gelince, her zamanki gibi kelimeleri vurgulayarak, gümbür gümbür benim şiirimi okudu. Müthiş alkış aldı.

Sonra ben çıktım, Nazım’ın Bahr-ı Hazer şiirini, düz yazı okurmuş gibi, vurgusuz okudum. 

Tabii şiir hiç alkışlanmadı. Nazım çok kızdı.

 -Şiir öyle mi okunur? dedi.

 -Görüyorsun, vezin yok, kural yok dersen, sırf sese kalırsın. O da olmazsa işte böyle olur: “İniyor kayık çıkıyor kayık in çık in çık..”

Nazım küstü. Bir süre benimle konuşmadı.


...


Her şeyin bir püf noktası var. O ince noktayı, bazen yazan, bazen çizen, bazen filme alan, bazen de izleyen yakalıyor.

Ama bu işin uzmanı şudur, eğitimini görmüştür, işin doğrusunu o bilir demek mümkün mü?

Mümkün olabilseydi, Orhan Pamuk değil, Orhan Pamuk’un kitaplarında Türkçe hataları bulanlar ya da Türkçe öğretmenleri alırlardı Nobel Ödülü’nü; 

Ya da, Faulkner yerine, kitabı yeniden yazıp, yayına hazırlayan arkadaşı... 








No comments:

Post a Comment