Başkalarının Hayatı - Ocak 2010
BAŞKALARININ HAYATI
15 Şubat 2010, 11:32
Yazan: HALİT ANGINER
Dünya “kirletilmez bir inatla” dönerken, hayat kavgası şehirlerin hengamesinde soluk aldırmadan sürüp gidiyor.
Bir nokta gibiyiz milyonların ortasında. Kalabalıklara dalınca kaybolup gittiğimizi sanıyoruz.
Oysa büyük ağbi, köşe başlarına koyduğu milyonlarca kamerayla ne yaptığımızı, nereye gittiğimizi an be an gözetliyor.
Üstelik banka makineleri, alışveriş yaparken kullandığımız kartlar her yerde izimizi bırakıyor.
Buna her apartman kapısındaki ve her iş yerindeki kameraları da eklersek gizli kalan neyimiz var?
Üç gün göz altında kaldıktan sonra serbest bırakılan ünlü bayan yıldızı televizyonda izledim. Polisteki sorgusunu anlatıyordu:
Diyor ki; “Masanın etrafında dört adam. Önüme telefonda yaptığım konuşmaların dökümünü koydular. Ne diyeceğimi bilemedim. Çok özel konuşmalardı bunlar. Adamların ortasında çırılçıplak kalıvermiştim bir anda. Utandım. Yerin dibine girdim. Çok aşağılayıcı bir durumdu. O anı nasıl anlatabilirim.Nasıl unutabilirim!”
Bu olayın geçtiği ülkeyi hepimiz biliyor, aylardır haberlerden izliyoruz.
Birisine telefon açıyorsunuz. Bu birisi insanın eşi, kız veya erkek arkadaşı, çocuğu olabilir. Rahat rahat konuşuyorsunuz.
Ve birisi bir cihazın başına oturmuş söylediklerinizi dinliyor, kayıt ediyor.
Ve sizin çok özel, yalnızca iki kişi arasında kalması gereken konuşmalarınız da tanımadığınız kişilerin ellerinde. Dosyalara giriyor.
İnsanoğlu tarih boyunca, binlerce yılda ahlak anlayışı geliştirmiş.: Bazı şeyler ortalık yerde yapılmaz, konuşulmaz. “ Mahrem” denilen bir olgu oluşmuş.
İnsanlar giyiniyor, örtünüyorlar. Her söz her yerde söylenmiyor. Her şey her yerde, herkesin önünde yapılamıyor.
Bir yetkili kişi, telefonların dinlenmesi üzerine konuşmuş. Demiş ki: “Eğer kötü bir iş yapmıyorsanız telefonlarınızın dinlenmesinden korkacak ne var ki, anlamıyorum.”
Peki o zaman yetkililer neden hep kapalı kapılar ardında toplanıyorlar?
Niye birbirleriyle konuşurken dudak okuması olmasın diye ağızlarını kapatıyorlar ?
Suçluların takibi için dinleme anlaşılabilir bir olay. Ama bu konuda çok sıkı kuralların olması gerekir.
2007 yılında Oscar ödülü alan:
“Başkalarının Hayatı – Lives of Others” adlı filmin konusu da bir dinleme, izleme olayı.
Duvar yıkılmadan önceki Doğu Almanya’da iki yüz bin gizli sivil ajan rejime muhalif olan ve olması ihtimali olan kişileri her an takip ediyorlar.
İçişleri Bakanı, gizli polise, bir tiyatro yazarı ve yazarın arkadaşı olan tiyatro oyuncusu bayanın, rejim aleyhine çalıştıkları savıyla izlenmesini emrediyor.
Gerçekte olay Bakanın kişisel isteklerinden kaynaklanmaktadır.
Bakan: “Mutlaka bir şeyler bulun” diyor, yani” bir suç bulun işte” diyor.
Bakanı memnun etmek ve mesleklerinde yükselmek isteyen memurlar her iki sanatçıyı izlemeye alıyorlar. Evin her tarafına; telefona, salona, odalara, yatak odasına, mutfağa, banyoya, tuvalete, her yere mikrofon konuluyor.
Evde yaşayanlar, gelen misafirler nerede konuşurlarsa ve ne konuşurlarsa hepsi 24 saat kaydediliyor, raporlara yazılıyor.
Sabahtan başlayarak uyuyuncaya kadar kişilerin evlerinin içinde, yatak odasında konuştukları, yaptıkları ne varsa memurlar tarafından dinleniliyor.
Bir takım görünmez kişiler sizin hayatınıza giriyor ve her anınızda her saniyenizde sizinle beraberler.
Sırlarınızı biliyorlar. Her şeyinizi biliyorlar. Ama siz onları bilmiyorsunuz. Görmüyorsunuz.
Düşünün, insan yatak odasında bile mahremiyeti bulamıyor.
Uygarlık araçları, özgürlükleri kısıtlamak isteyenlerin elinde düşünceye, ele, dile vurulan kelepçe haline geliyor.
Demokrasiyi ve kazanılmış olan demokratik hakları mümkün olduğunca savunmak herkesin görevi olmak zorunda.
‘Bana ne, benim bir şeyle ilgim yok’ demek bazen kişiyi kurtaramayabilir.
İnsanları, demokrasiyi yeterince savunmayan ülkeler karanlık düşünceli kişilerin yönetimine geçebilir.
Kapalı rejimlerde piyangonun kime vuracağı tahmin edilemez.
İşte o zaman insan savunmasız ve yapayalnız yakalanıverir.
Yakın tarih böyle örneklerle dolu.
“Başkalarının Hayatı” böyle bir olaya tanıklık ediyor.
Mükemmel, derli toplu bir senaryo, abartısız, telaşsız, basit bir anlatım; hikayenin kahramanlarını gayet iyi canlandıran oyuncular; genç olmasına karşın, olayları filozofça bir soğukkanlıkla yorumlayan yönetmen...
Kahramanlarımızı 24 saat izleyen memur, yaptığının insani bir iş olmadıgını farkederse ne olur?
Yönetmen Donnersmark şöyle cevaplıyor:
“ Kuralların mı yoksa duygularımızın peşinden mi gideceğiz ? Başkalarının hayatı, her ne kadar yanlış yolda olursa olsun, insanoğlunun doğru olanı yapma yeteneğini anlatan bir insanlık dramıdır.”
Hesap sorulamayan kapalı rejimlerde insanların gelecekleri, mutlu olmaları bile yöneticilerin izinlerine bağlı.
Bence film, bir gün görevli bir memurun o an doğru yolu seçmesiyle hayatımızın kararmaktan kurtulması gibi bir mucizeye muhtaç kalmamak için haklarımızı ve demokrasiyi savunmanın ne kadar önemli olduğunu hatırlatıyor.
15 Şubat 2010, 11:32
Yazan: HALİT ANGINER
Dünya “kirletilmez bir inatla” dönerken, hayat kavgası şehirlerin hengamesinde soluk aldırmadan sürüp gidiyor.
Bir nokta gibiyiz milyonların ortasında. Kalabalıklara dalınca kaybolup gittiğimizi sanıyoruz.
Oysa büyük ağbi, köşe başlarına koyduğu milyonlarca kamerayla ne yaptığımızı, nereye gittiğimizi an be an gözetliyor.
Üstelik banka makineleri, alışveriş yaparken kullandığımız kartlar her yerde izimizi bırakıyor.
Buna her apartman kapısındaki ve her iş yerindeki kameraları da eklersek gizli kalan neyimiz var?
Üç gün göz altında kaldıktan sonra serbest bırakılan ünlü bayan yıldızı televizyonda izledim. Polisteki sorgusunu anlatıyordu:
Diyor ki; “Masanın etrafında dört adam. Önüme telefonda yaptığım konuşmaların dökümünü koydular. Ne diyeceğimi bilemedim. Çok özel konuşmalardı bunlar. Adamların ortasında çırılçıplak kalıvermiştim bir anda. Utandım. Yerin dibine girdim. Çok aşağılayıcı bir durumdu. O anı nasıl anlatabilirim.Nasıl unutabilirim!”
Bu olayın geçtiği ülkeyi hepimiz biliyor, aylardır haberlerden izliyoruz.
Birisine telefon açıyorsunuz. Bu birisi insanın eşi, kız veya erkek arkadaşı, çocuğu olabilir. Rahat rahat konuşuyorsunuz.
Ve birisi bir cihazın başına oturmuş söylediklerinizi dinliyor, kayıt ediyor.
Ve sizin çok özel, yalnızca iki kişi arasında kalması gereken konuşmalarınız da tanımadığınız kişilerin ellerinde. Dosyalara giriyor.
İnsanoğlu tarih boyunca, binlerce yılda ahlak anlayışı geliştirmiş.: Bazı şeyler ortalık yerde yapılmaz, konuşulmaz. “ Mahrem” denilen bir olgu oluşmuş.
İnsanlar giyiniyor, örtünüyorlar. Her söz her yerde söylenmiyor. Her şey her yerde, herkesin önünde yapılamıyor.
Bir yetkili kişi, telefonların dinlenmesi üzerine konuşmuş. Demiş ki: “Eğer kötü bir iş yapmıyorsanız telefonlarınızın dinlenmesinden korkacak ne var ki, anlamıyorum.”
Peki o zaman yetkililer neden hep kapalı kapılar ardında toplanıyorlar?
Niye birbirleriyle konuşurken dudak okuması olmasın diye ağızlarını kapatıyorlar ?
Suçluların takibi için dinleme anlaşılabilir bir olay. Ama bu konuda çok sıkı kuralların olması gerekir.
2007 yılında Oscar ödülü alan:
“Başkalarının Hayatı – Lives of Others” adlı filmin konusu da bir dinleme, izleme olayı.
Duvar yıkılmadan önceki Doğu Almanya’da iki yüz bin gizli sivil ajan rejime muhalif olan ve olması ihtimali olan kişileri her an takip ediyorlar.
İçişleri Bakanı, gizli polise, bir tiyatro yazarı ve yazarın arkadaşı olan tiyatro oyuncusu bayanın, rejim aleyhine çalıştıkları savıyla izlenmesini emrediyor.
Gerçekte olay Bakanın kişisel isteklerinden kaynaklanmaktadır.
Bakan: “Mutlaka bir şeyler bulun” diyor, yani” bir suç bulun işte” diyor.
Bakanı memnun etmek ve mesleklerinde yükselmek isteyen memurlar her iki sanatçıyı izlemeye alıyorlar. Evin her tarafına; telefona, salona, odalara, yatak odasına, mutfağa, banyoya, tuvalete, her yere mikrofon konuluyor.
Evde yaşayanlar, gelen misafirler nerede konuşurlarsa ve ne konuşurlarsa hepsi 24 saat kaydediliyor, raporlara yazılıyor.
Sabahtan başlayarak uyuyuncaya kadar kişilerin evlerinin içinde, yatak odasında konuştukları, yaptıkları ne varsa memurlar tarafından dinleniliyor.
Bir takım görünmez kişiler sizin hayatınıza giriyor ve her anınızda her saniyenizde sizinle beraberler.
Sırlarınızı biliyorlar. Her şeyinizi biliyorlar. Ama siz onları bilmiyorsunuz. Görmüyorsunuz.
Düşünün, insan yatak odasında bile mahremiyeti bulamıyor.
Uygarlık araçları, özgürlükleri kısıtlamak isteyenlerin elinde düşünceye, ele, dile vurulan kelepçe haline geliyor.
Demokrasiyi ve kazanılmış olan demokratik hakları mümkün olduğunca savunmak herkesin görevi olmak zorunda.
‘Bana ne, benim bir şeyle ilgim yok’ demek bazen kişiyi kurtaramayabilir.
İnsanları, demokrasiyi yeterince savunmayan ülkeler karanlık düşünceli kişilerin yönetimine geçebilir.
Kapalı rejimlerde piyangonun kime vuracağı tahmin edilemez.
İşte o zaman insan savunmasız ve yapayalnız yakalanıverir.
Yakın tarih böyle örneklerle dolu.
“Başkalarının Hayatı” böyle bir olaya tanıklık ediyor.
Mükemmel, derli toplu bir senaryo, abartısız, telaşsız, basit bir anlatım; hikayenin kahramanlarını gayet iyi canlandıran oyuncular; genç olmasına karşın, olayları filozofça bir soğukkanlıkla yorumlayan yönetmen...
Kahramanlarımızı 24 saat izleyen memur, yaptığının insani bir iş olmadıgını farkederse ne olur?
Yönetmen Donnersmark şöyle cevaplıyor:
“ Kuralların mı yoksa duygularımızın peşinden mi gideceğiz ? Başkalarının hayatı, her ne kadar yanlış yolda olursa olsun, insanoğlunun doğru olanı yapma yeteneğini anlatan bir insanlık dramıdır.”
Hesap sorulamayan kapalı rejimlerde insanların gelecekleri, mutlu olmaları bile yöneticilerin izinlerine bağlı.
Bence film, bir gün görevli bir memurun o an doğru yolu seçmesiyle hayatımızın kararmaktan kurtulması gibi bir mucizeye muhtaç kalmamak için haklarımızı ve demokrasiyi savunmanın ne kadar önemli olduğunu hatırlatıyor.
Mavili - Şubat 2010
MAVİLİ
04 Mart 2010,
Mavili, dükkânımızın önünde boyacılık yapardı.
Dükkân ile hatırlayabildiğim en eski anılarımda bile Mavili vardır. Adı Hüseyin’di.
Mavili adını ona babam takmış olmalı; çünkü bu tarz esprili adları takma konusunda babam, bizim Karaköy Çarşısı’nda bir numaraydı.
Mavili, dükkânın bir parçası gibiydi. Sabah dükkânda çalışan diğer kalfa ve çıraklarla aynı zamanda gelir ve babamın dükkânı açmasına yardım ederdi.
Ağır kepenkler kalkacak, camlı kapılar açılacak, girişin hemen ağzına bırakılmış olan Mavili’nin boya sandığı dışarıya çıkarılacaktı.
Mavili kesinlikle erkenden orada olmalıydı; çünkü babam bütün bereketin iş yerini zamanında açmakta olduğunu söylerdi.
Bu kurala uymayanlara da çok kızardı. Mavili eğer geç kalırsa, babamın onun boya sandığını yolun ortasına fırlatacağını, sonra da eline perdah çomağını alıp poposuna poposuna vuracağını çok iyi bilirdi.
Gerçi babam bütün gücüyle vururmuş gibi yapıp hafifçe vururdu ama böyle bir şey olduğunda her kim o gün dayağı yemişse, gün boyu diğerlerinin alaylı şakalarına da katlanmak zorunda kalırdı.
Çalışanların hemen hepsi -biz çıraklar hariç- Mavili’yle aynı yaşlardaydı. Yani askerlik çağında. Aramızda yalnızca bizim Şişman askerliğini yapmıştı.
Mavili kendi mahallesinden, yani Çingene mahallesinden bir kıza tutulmuştu. Ona uzun mektuplar yazar, bir başka kız aracılığıyla, sevdiğine gönderirdi.
Karşıdaki Karaköy Camisi’nin bahçesindeki çınar ağacının gölgesine oturur, Kur’an kursu öğrencilerinin cıvıl cıvıl sesleri arasında sevgilisine yazardı.
Babamın dükkânda olmadığı anlarda içeri girer, koynundan, sekize katladığı mektubu çıkarır ve heyecanla bize okurdu.
Bizler Mavili’nin yazdığı mektupları, kızın bunlara verdiği cevapları anında öğrenmiş olurduk.
Bu işleri, yani mektup yazmanın inceliklerini bilen kalfalar akıl verirlerdi ona. Mavili bazen onların önerilerine göre mektubun cümlelerini değiştirirdi.
En çok da mektupların sonundaki mânilere bayılırdım. Hem Mavili’nin hem de kızın mektupları her zaman kendi yazdıkları bir mâni ile biterdi:
Bir elim yağda
Bir elim balda
Aklım kalıyor
Benim o yarda
Mektup ya da mâni beğenilmezse, mesela Şişman derdi ki: “I-ıh, bu mâni olmamış.” Sonra el birliği ile mâni düzeltilirdi:
Adın hep dilimde
Aklımda fikrimde
Gözlerim kaybolur
Aşkım gözlerinde
Yazları ağabeyim gelir yatılı okuldan, dükkânda çalışmaya başlardı. İşte o zaman mektupları, mânileri o düzeltirdi.
Ne de olsa mürekkep yalamıştı.
Bir gün herkesi heyecanlandıran bir şey oldu. Mavili’nin, kendisine yazılan ve ondan gelen aşk mektuplarını okuduğumuz, sevgilisi gelmiş.
Heyecanla fırladık dışarı. Hem onu görebilmek için birbirimizi itiyor hem de kendimiz görünmemeye çalışıyorduk.
Mavili, Sadık Amca’nın dükkânının köşesinde güzeller güzeli bir kızla konuşuyordu. Kız,koca don dediğimiz şalvar giymişti.
Üst kısmında ise vücudunu sımsıkı saran beyaz bir gömlek vardı. Saçlarını pembe bir yemeni ile bağlamıştı. Öyle güzeldi ki...
Mavili de yakışıklı bir delikanlıydı hani. Uzun boyluydu, Çingenelerin heykeli andıran muntazam çizgilerini taşıyan bir yüzü vardı.
Bu iki güzel insanın gözlerini birbirinden hiç ayırmadan dakikalar boyu konuşmaları, belleğimdeki en unutulmaz çocukluk anılarımdan biridir.
Öğle yemeğiden sonra dükkânın önünde dinlenirken Mavili’yle konuşurdum. Bazen diğer boyacılar onun yanına gelir, sohbete katılırlardı.
Hele iş konuşmalarına bayılırdım. Neler mi anlatırlardı? Büyük Çarşı’daki boyacıya İstanbul’dan gelen fırçayı anlatırlardı mesela.
Fırça öyle kavramalı ve öyle yumuşakmış ki, ayakkabıya sürüldüğünde, ayakkabının her yanını eldiven gibi sarar, bir ipek yumuşaklığı ile, okşarcasına fırçalarmış.
“Ah o fırça bende olmalıydı da insanlar görselerdi ayakkabı nasıl parlatıldığını” derdi Mavili. “Vallahi öyle parlatırdım ki, kimseler bakamazdı. Gözleri kamaşırdı.” diye devam ederdi anlatmaya.
Sonra filanca marka boyanın falanca marka boyaya olan üstünlüklerini tartışırlardı.
Bütün bunları anlatırken elleriyle boya kutusunu açıyormuş, boyayı ayakkabıya sürüyormuş, ayakkabıyı fırçalıyormuş gibi yapar, anlattıklarını canlandırırlardı.
Bir gün Mavili ile onun Çingene mahallesindeki evine gitmiştim. Şimdi artık yedişer katlı apartmanların doldurduğu mahallede o zamanlar yalnızca tek katlı evler vardı.
Sokaklar kıvrım kıvrım, labirent gibiydi. Yanınızda yolu bilen biri yoksa kaybolmak işten değildi. Bütün evlerin duvarları eğri büğrüydü.
Yerden bir metreye kadar olan kısımları çivit mavisi boyanmıştı. Onun üzeri ise beyaz kireç badanaydı. Kapıların kimi deli dolu mavi rengindeydi, kimi kırmızı.
Sokaklar tertemiz süpürülmüştü. Sokak kapısından bahçeye giriliyordu. Bahçe tertemizdi. Ağaçların gövdelerine kireç sürülmüştü, gün ışığı altında beyaz beyaz parlıyorlardı.
Bahçeye bakan hayatta yer minderleri, kıtık yastıklar vardı. Yastık kılıfları bembeyazdı. Üzerlerindeki kanaviçe nakışların çiçekleri canlıymış gibiydi.
Her şey az önce yıkanmış ve boyanmışçasına temiz ve yeni görünüyordu. Bahçedeki fırından yeni çıkan böreğin iştah açan kokusu bahçeyi doldurmuştu.
Bir anda bir yığın çocuk doluşuverdi. Tonton büyükanne sofrayı kurdu. Hep beraber karnımızı doyurduk. Çocuklar uçurtmalarını ve tahtadan atlarını gösterdiler.
Mavili’nin, bayramlarda Sultan Parkı’na kurulan çadır tiyatrosunun önünde, kanlar içinde, karnından girip sırtından çıkan, yarısı önde, yarısı arkada bir kılıçla, ellerini sallayarak: "Haydi! Gelin!. Gelin!", diye müşteri çağıran kardeşi de oradaydı.
Hiç de öyle karnı delinmiş biri gibi değildi. Çocuklar gülüşerek bunun bir hile olduğunu, aslında kılıcın vücuduna hiç batmadığını anlattılar.
Akşam anneme bunları anlattığımda bana: “Bir de bu insanların temizliğinden şüphe edip günaha giriyoruz,” demişti.
Manisa’nın Selendi ilçesinde Çingenelere yapılan saldırı haberini duyunca bunları hatırladım.
Dünyamızda her şey, âdeta bir torna tezgâhından geçerek birbirine benzeşiyor: şehirler, evler, eşyalar....
Hiç değilse insanlara dokunulmasa. Kendi hallerinde, kendi kültürleriyle yaşayan topluluklara dokunulmasa.
Belki böylece dünyamız daha renkli kalabilir ve yalnızca gri bir dünyada değil de, bir kültür zenginliğinde yaşarız.
04 Mart 2010,
Mavili, dükkânımızın önünde boyacılık yapardı.
Dükkân ile hatırlayabildiğim en eski anılarımda bile Mavili vardır. Adı Hüseyin’di.
Mavili adını ona babam takmış olmalı; çünkü bu tarz esprili adları takma konusunda babam, bizim Karaköy Çarşısı’nda bir numaraydı.
Mavili, dükkânın bir parçası gibiydi. Sabah dükkânda çalışan diğer kalfa ve çıraklarla aynı zamanda gelir ve babamın dükkânı açmasına yardım ederdi.
Ağır kepenkler kalkacak, camlı kapılar açılacak, girişin hemen ağzına bırakılmış olan Mavili’nin boya sandığı dışarıya çıkarılacaktı.
Mavili kesinlikle erkenden orada olmalıydı; çünkü babam bütün bereketin iş yerini zamanında açmakta olduğunu söylerdi.
Bu kurala uymayanlara da çok kızardı. Mavili eğer geç kalırsa, babamın onun boya sandığını yolun ortasına fırlatacağını, sonra da eline perdah çomağını alıp poposuna poposuna vuracağını çok iyi bilirdi.
Gerçi babam bütün gücüyle vururmuş gibi yapıp hafifçe vururdu ama böyle bir şey olduğunda her kim o gün dayağı yemişse, gün boyu diğerlerinin alaylı şakalarına da katlanmak zorunda kalırdı.
Çalışanların hemen hepsi -biz çıraklar hariç- Mavili’yle aynı yaşlardaydı. Yani askerlik çağında. Aramızda yalnızca bizim Şişman askerliğini yapmıştı.
Mavili kendi mahallesinden, yani Çingene mahallesinden bir kıza tutulmuştu. Ona uzun mektuplar yazar, bir başka kız aracılığıyla, sevdiğine gönderirdi.
Karşıdaki Karaköy Camisi’nin bahçesindeki çınar ağacının gölgesine oturur, Kur’an kursu öğrencilerinin cıvıl cıvıl sesleri arasında sevgilisine yazardı.
Babamın dükkânda olmadığı anlarda içeri girer, koynundan, sekize katladığı mektubu çıkarır ve heyecanla bize okurdu.
Bizler Mavili’nin yazdığı mektupları, kızın bunlara verdiği cevapları anında öğrenmiş olurduk.
Bu işleri, yani mektup yazmanın inceliklerini bilen kalfalar akıl verirlerdi ona. Mavili bazen onların önerilerine göre mektubun cümlelerini değiştirirdi.
En çok da mektupların sonundaki mânilere bayılırdım. Hem Mavili’nin hem de kızın mektupları her zaman kendi yazdıkları bir mâni ile biterdi:
Bir elim yağda
Bir elim balda
Aklım kalıyor
Benim o yarda
Mektup ya da mâni beğenilmezse, mesela Şişman derdi ki: “I-ıh, bu mâni olmamış.” Sonra el birliği ile mâni düzeltilirdi:
Adın hep dilimde
Aklımda fikrimde
Gözlerim kaybolur
Aşkım gözlerinde
Yazları ağabeyim gelir yatılı okuldan, dükkânda çalışmaya başlardı. İşte o zaman mektupları, mânileri o düzeltirdi.
Ne de olsa mürekkep yalamıştı.
Bir gün herkesi heyecanlandıran bir şey oldu. Mavili’nin, kendisine yazılan ve ondan gelen aşk mektuplarını okuduğumuz, sevgilisi gelmiş.
Heyecanla fırladık dışarı. Hem onu görebilmek için birbirimizi itiyor hem de kendimiz görünmemeye çalışıyorduk.
Mavili, Sadık Amca’nın dükkânının köşesinde güzeller güzeli bir kızla konuşuyordu. Kız,koca don dediğimiz şalvar giymişti.
Üst kısmında ise vücudunu sımsıkı saran beyaz bir gömlek vardı. Saçlarını pembe bir yemeni ile bağlamıştı. Öyle güzeldi ki...
Mavili de yakışıklı bir delikanlıydı hani. Uzun boyluydu, Çingenelerin heykeli andıran muntazam çizgilerini taşıyan bir yüzü vardı.
Bu iki güzel insanın gözlerini birbirinden hiç ayırmadan dakikalar boyu konuşmaları, belleğimdeki en unutulmaz çocukluk anılarımdan biridir.
Öğle yemeğiden sonra dükkânın önünde dinlenirken Mavili’yle konuşurdum. Bazen diğer boyacılar onun yanına gelir, sohbete katılırlardı.
Hele iş konuşmalarına bayılırdım. Neler mi anlatırlardı? Büyük Çarşı’daki boyacıya İstanbul’dan gelen fırçayı anlatırlardı mesela.
Fırça öyle kavramalı ve öyle yumuşakmış ki, ayakkabıya sürüldüğünde, ayakkabının her yanını eldiven gibi sarar, bir ipek yumuşaklığı ile, okşarcasına fırçalarmış.
“Ah o fırça bende olmalıydı da insanlar görselerdi ayakkabı nasıl parlatıldığını” derdi Mavili. “Vallahi öyle parlatırdım ki, kimseler bakamazdı. Gözleri kamaşırdı.” diye devam ederdi anlatmaya.
Sonra filanca marka boyanın falanca marka boyaya olan üstünlüklerini tartışırlardı.
Bütün bunları anlatırken elleriyle boya kutusunu açıyormuş, boyayı ayakkabıya sürüyormuş, ayakkabıyı fırçalıyormuş gibi yapar, anlattıklarını canlandırırlardı.
Bir gün Mavili ile onun Çingene mahallesindeki evine gitmiştim. Şimdi artık yedişer katlı apartmanların doldurduğu mahallede o zamanlar yalnızca tek katlı evler vardı.
Sokaklar kıvrım kıvrım, labirent gibiydi. Yanınızda yolu bilen biri yoksa kaybolmak işten değildi. Bütün evlerin duvarları eğri büğrüydü.
Yerden bir metreye kadar olan kısımları çivit mavisi boyanmıştı. Onun üzeri ise beyaz kireç badanaydı. Kapıların kimi deli dolu mavi rengindeydi, kimi kırmızı.
Sokaklar tertemiz süpürülmüştü. Sokak kapısından bahçeye giriliyordu. Bahçe tertemizdi. Ağaçların gövdelerine kireç sürülmüştü, gün ışığı altında beyaz beyaz parlıyorlardı.
Bahçeye bakan hayatta yer minderleri, kıtık yastıklar vardı. Yastık kılıfları bembeyazdı. Üzerlerindeki kanaviçe nakışların çiçekleri canlıymış gibiydi.
Her şey az önce yıkanmış ve boyanmışçasına temiz ve yeni görünüyordu. Bahçedeki fırından yeni çıkan böreğin iştah açan kokusu bahçeyi doldurmuştu.
Bir anda bir yığın çocuk doluşuverdi. Tonton büyükanne sofrayı kurdu. Hep beraber karnımızı doyurduk. Çocuklar uçurtmalarını ve tahtadan atlarını gösterdiler.
Mavili’nin, bayramlarda Sultan Parkı’na kurulan çadır tiyatrosunun önünde, kanlar içinde, karnından girip sırtından çıkan, yarısı önde, yarısı arkada bir kılıçla, ellerini sallayarak: "Haydi! Gelin!. Gelin!", diye müşteri çağıran kardeşi de oradaydı.
Hiç de öyle karnı delinmiş biri gibi değildi. Çocuklar gülüşerek bunun bir hile olduğunu, aslında kılıcın vücuduna hiç batmadığını anlattılar.
Akşam anneme bunları anlattığımda bana: “Bir de bu insanların temizliğinden şüphe edip günaha giriyoruz,” demişti.
Manisa’nın Selendi ilçesinde Çingenelere yapılan saldırı haberini duyunca bunları hatırladım.
Dünyamızda her şey, âdeta bir torna tezgâhından geçerek birbirine benzeşiyor: şehirler, evler, eşyalar....
Hiç değilse insanlara dokunulmasa. Kendi hallerinde, kendi kültürleriyle yaşayan topluluklara dokunulmasa.
Belki böylece dünyamız daha renkli kalabilir ve yalnızca gri bir dünyada değil de, bir kültür zenginliğinde yaşarız.
Tarihi Yeniden Yazmak - Mart 2010
TARİHİ YENİDEN YAZMAK
09 Mart 2010,
Tarih her zaman okurun ve TV izleyicisinin ilgisini çekmiştir. Bu nedenle tarihî olay ve kişilikleri anlatan konuşmalar, filmler, romanlar hep okuyucu, dinleyici ve izleyici bulmuştur.
Tarihî kahramanların hikâyeleri çoğu zaman insanlara hayal ürünü roman kahramanlarından daha ilginç gelir.
Çünkü o kahramanın ismi bir yerlerden duyulmuştur. Bir filmde ya da bir hikâyede adı geçince de hemen insanın dikkatini çeker doğal olarak.
Konunun kahramanı; sınıfta öğretmenin anlattığı dersten, bir gazete yazısından ya da birinin anlattığı bir hikâyeden beynin çağrışımıyla hatırlanıverir.
Böylece, anlatılan olaya olan ilgi artar.
Son zamanlarda geçmişte meydana gelmiş olaylar daha sık tartışılır oldu.
Televizyonlarda bu konular tartışılıyor, kitaplar yayımlanıyor.
Yıllarca Kanada’da yaşayınca insan birçok şeyden haberdar olamıyor.
İnternet çok yeni. Onun öncesinde uzun yıllar bir çok şeyden haberimiz olmadı.
Şimdi öğreniyoruz. Ama bu olayları bize anlatanlar doğruları mı söylüyorlar?
Bu konuda pek şüpheliyim. Nedenini ise şöyle açıklayabilirim:
Mahallemizdeki bütün çocuklar gibi ben de altı veya yedi yaşından itibaren çalışmaya başladım.
Babasının iş yeri olmayanlar, yaz tatili gelince bir yerlere çırak girerlerdi.
Analar babalar böylelikle çocukları zanaanat öğrensin, bir meslek sahibi olsun isterlerdi.
Öyle ya her çocuk okuyacak değildi ki! Hem sonra bir hayli de masraflıydı okumak. Evin ise acele kazanca gereksinimi vardı.
Babam esnaf olduğundan ben de, benden önce ağabeyimin, benden sonra küçük kardeşimin çalıştığı gibi dükkânımızda çırak olarak çalıştım.
Babam hiç okula gitmemişti. Okuma yazmayı ise bulduğu ilk fırsatta gece kurslarında öğrenmişti.
Her şeyi merak ederdi. Her şeyi öğrenmeye çalışırdı. Okuduğunu ve duyduğunu da unutmazdı.
Her olay karşısında babamın belleğinde, anlatacağı ve kıssadan hisse çıkaracağı bir şeyler bulunurdu.
Tüm bunları nasıl hatırladığına hep şaşardım. Cumhuriyet tarihini, Türkiye politikalarını, hele İkinci Dünya Savaşı‘nı detaylarıyla bilirdi.
Babam gazete ve birkaç dergi –o zamanki adıyla mecmua– alırdı.
Gece gündüz çalıştığından okumaya pek vakit bulamazdı ama bu duruma şöyle bir çözüm bulmuştu:
Okul dönüşü babama uğradığımda veya yazları orada çalıştığım zamanlarda, babam beni çalıştığı tezgâhın yanına oturtur ve gazeteyi okumamı isterdi.
Babam ayakkabı yaparken, çekicin tak takları arasında gazeteyi babama okurdum.
Gazeteler dört yaprak, sekiz sahifeydi. Önce haberleri, sonra köşe yazılarını okurdum.
Babam iktidar yanlısıydı; dolayısıyla da o eğilimdeki gazeteyi alırdı. Kahveci İhsan Amca muhalifti ve muhalefet yapan gazeteyi alırdı.
İhsan Amca‘dan muhalif gazeteyi ister, onu da babama okurdum. Dergiler için aynı şey tekrarlanırdı.
Aldığımız gazete ve dergileri sıralar, sedir altlarında, fazlasını ise bahçedeki sayada saklardık.
Ben üniversitede okurken sayayı yağmurlarda su basmış ve evimizin tek hazinesi çöpe gitmiş.
Neler yoktu ki koleksiyonda: Dergi koleksiyonları, Cumhuriyet’in 10.uncu yılından başlayarak, İkinci Dünya Savaşı ve 50‘li, 60‘lı yılların gazeteleri...
Bu okumalar zamanla bende bir başka merak uyandırdı: Gazetelerde okuduğum olaylar ve kişiler hakkında daha geniş bilgi edinme merakı.
Aynı potadan geçmiş olan ağabeyim sayesinde bu olanağım oldu. Onun alıp okuduğu kitaplar sonrasında bana kalıyordu.
Şimdi o günlerden bir şey anlatılsa, adları geçen kişiler çoklukla bana tanıdık gelir.
Bu kişilerin ve olayların çoğu hakkında detayları da bilebilirim. Ortaokul ve lisede okurken, ders kitaplarındaki yazılı şeyleri genellikle zaten bildiğimden, bunun çok faydasını gördüm.
Bugün bile yakın zamanın olaylarından çok, o günlerdekileri daha kolay hatırlarım.
Bu nedenle okuduğum ve izlediğim olayları irdeleme, doğruyu ve yanlışı bulma şansım var.
Bir isim geçtiğinde belleğim onu buluyor ve hemen bildiklerimi anlatılanlarla karşılaştırıyor.
İşte bu nedenle bugünlerde yayımlanan kitapların bazılarına ve televizyonlardaki tartışmalara bakınca anlatılanların çoğu bana, kaynağına inmeden, internet dedikodularından derlenmiş sığ bilgiler gibi görünüyor.
Genç fikir adamları, sanırım araştırma yapacak zamanları olmadığından, dedikoduları tarihî gerçeklermiş gibi aktarıyorlar.
Duydukları -çoğu gerçek olmayan- bilgileri Amerika’yı yeniden keşfetmiş gibi anlatıyorlar.
Üstelik doğruluğundan son derece eminlermiş gibi... Gerçekler şimdiye kadar gizlenmiş de kendileri bunları ilk kez açıklıyormuş gibi...
Oysa biraz vakit bulabilseler her türlü belge ve bilginin zaten ortada olduğunu ve Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek olmadığını görecekler ve doğruları anlatabilecekler.
Eski yıllarda tarihçiler, gerçekleri saklayarak yanlarına sığınıp geçindikleri sultanları, beyleri üzmeyecek nitelikte tarih yazmışlardır.
Ancak 1800‘lerin ikinci yarısından itibaren muhalefet yapma olanağı doğduğundan hemen her şey hakkında yandaş veya karşıt bir şeyler yazılmıştır.
Hele Cumhuriyet‘in kuruluşundan sonra, Anadolu’ya geniş göçmen kitlesinin gelmesi, kişilerin yaşadığı, gördüğü şeylerin çokluğu, zenginliği anılarını yazanların çoğalmasına neden oldu.
Uzun savaş yılları tarihçilere yazacak çok şey, edebiyatçılara da çok konu verdi.
Hemen her şey anılarda, tarih kitaplarında yazılıdır. Ama tarih diye yalnızca okul kitaplarında yazılı olanları okuyanlar, kazara bunlar dışında başka bir şey duyarlarsa bunu hemen yazıyor, sonra da televizyonlarda yeni bir şeymiş gibi anlatıyorlar.
Oysa her şey ortada duruyor: Arşivler, kitaplar... Şimdiye kadar okunmamışsa kabahat kimin?
Ama asıl büyük kabahat konu hakkında tam bilgi sahibi olmadan, konuyla ilgili yandaş ve karşıt kitapları okumadan, görüşleri öğrenmeden yanlış şeyleri topluma bilgiçlikle aktarmakdır.
Tarih; ancak doğrular aktarılırsa yol gösterici olur.
09 Mart 2010,
Tarih her zaman okurun ve TV izleyicisinin ilgisini çekmiştir. Bu nedenle tarihî olay ve kişilikleri anlatan konuşmalar, filmler, romanlar hep okuyucu, dinleyici ve izleyici bulmuştur.
Tarihî kahramanların hikâyeleri çoğu zaman insanlara hayal ürünü roman kahramanlarından daha ilginç gelir.
Çünkü o kahramanın ismi bir yerlerden duyulmuştur. Bir filmde ya da bir hikâyede adı geçince de hemen insanın dikkatini çeker doğal olarak.
Konunun kahramanı; sınıfta öğretmenin anlattığı dersten, bir gazete yazısından ya da birinin anlattığı bir hikâyeden beynin çağrışımıyla hatırlanıverir.
Böylece, anlatılan olaya olan ilgi artar.
Son zamanlarda geçmişte meydana gelmiş olaylar daha sık tartışılır oldu.
Televizyonlarda bu konular tartışılıyor, kitaplar yayımlanıyor.
Yıllarca Kanada’da yaşayınca insan birçok şeyden haberdar olamıyor.
İnternet çok yeni. Onun öncesinde uzun yıllar bir çok şeyden haberimiz olmadı.
Şimdi öğreniyoruz. Ama bu olayları bize anlatanlar doğruları mı söylüyorlar?
Bu konuda pek şüpheliyim. Nedenini ise şöyle açıklayabilirim:
Mahallemizdeki bütün çocuklar gibi ben de altı veya yedi yaşından itibaren çalışmaya başladım.
Babasının iş yeri olmayanlar, yaz tatili gelince bir yerlere çırak girerlerdi.
Analar babalar böylelikle çocukları zanaanat öğrensin, bir meslek sahibi olsun isterlerdi.
Öyle ya her çocuk okuyacak değildi ki! Hem sonra bir hayli de masraflıydı okumak. Evin ise acele kazanca gereksinimi vardı.
Babam esnaf olduğundan ben de, benden önce ağabeyimin, benden sonra küçük kardeşimin çalıştığı gibi dükkânımızda çırak olarak çalıştım.
Babam hiç okula gitmemişti. Okuma yazmayı ise bulduğu ilk fırsatta gece kurslarında öğrenmişti.
Her şeyi merak ederdi. Her şeyi öğrenmeye çalışırdı. Okuduğunu ve duyduğunu da unutmazdı.
Her olay karşısında babamın belleğinde, anlatacağı ve kıssadan hisse çıkaracağı bir şeyler bulunurdu.
Tüm bunları nasıl hatırladığına hep şaşardım. Cumhuriyet tarihini, Türkiye politikalarını, hele İkinci Dünya Savaşı‘nı detaylarıyla bilirdi.
Babam gazete ve birkaç dergi –o zamanki adıyla mecmua– alırdı.
Gece gündüz çalıştığından okumaya pek vakit bulamazdı ama bu duruma şöyle bir çözüm bulmuştu:
Okul dönüşü babama uğradığımda veya yazları orada çalıştığım zamanlarda, babam beni çalıştığı tezgâhın yanına oturtur ve gazeteyi okumamı isterdi.
Babam ayakkabı yaparken, çekicin tak takları arasında gazeteyi babama okurdum.
Gazeteler dört yaprak, sekiz sahifeydi. Önce haberleri, sonra köşe yazılarını okurdum.
Babam iktidar yanlısıydı; dolayısıyla da o eğilimdeki gazeteyi alırdı. Kahveci İhsan Amca muhalifti ve muhalefet yapan gazeteyi alırdı.
İhsan Amca‘dan muhalif gazeteyi ister, onu da babama okurdum. Dergiler için aynı şey tekrarlanırdı.
Aldığımız gazete ve dergileri sıralar, sedir altlarında, fazlasını ise bahçedeki sayada saklardık.
Ben üniversitede okurken sayayı yağmurlarda su basmış ve evimizin tek hazinesi çöpe gitmiş.
Neler yoktu ki koleksiyonda: Dergi koleksiyonları, Cumhuriyet’in 10.uncu yılından başlayarak, İkinci Dünya Savaşı ve 50‘li, 60‘lı yılların gazeteleri...
Bu okumalar zamanla bende bir başka merak uyandırdı: Gazetelerde okuduğum olaylar ve kişiler hakkında daha geniş bilgi edinme merakı.
Aynı potadan geçmiş olan ağabeyim sayesinde bu olanağım oldu. Onun alıp okuduğu kitaplar sonrasında bana kalıyordu.
Şimdi o günlerden bir şey anlatılsa, adları geçen kişiler çoklukla bana tanıdık gelir.
Bu kişilerin ve olayların çoğu hakkında detayları da bilebilirim. Ortaokul ve lisede okurken, ders kitaplarındaki yazılı şeyleri genellikle zaten bildiğimden, bunun çok faydasını gördüm.
Bugün bile yakın zamanın olaylarından çok, o günlerdekileri daha kolay hatırlarım.
Bu nedenle okuduğum ve izlediğim olayları irdeleme, doğruyu ve yanlışı bulma şansım var.
Bir isim geçtiğinde belleğim onu buluyor ve hemen bildiklerimi anlatılanlarla karşılaştırıyor.
İşte bu nedenle bugünlerde yayımlanan kitapların bazılarına ve televizyonlardaki tartışmalara bakınca anlatılanların çoğu bana, kaynağına inmeden, internet dedikodularından derlenmiş sığ bilgiler gibi görünüyor.
Genç fikir adamları, sanırım araştırma yapacak zamanları olmadığından, dedikoduları tarihî gerçeklermiş gibi aktarıyorlar.
Duydukları -çoğu gerçek olmayan- bilgileri Amerika’yı yeniden keşfetmiş gibi anlatıyorlar.
Üstelik doğruluğundan son derece eminlermiş gibi... Gerçekler şimdiye kadar gizlenmiş de kendileri bunları ilk kez açıklıyormuş gibi...
Oysa biraz vakit bulabilseler her türlü belge ve bilginin zaten ortada olduğunu ve Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek olmadığını görecekler ve doğruları anlatabilecekler.
Eski yıllarda tarihçiler, gerçekleri saklayarak yanlarına sığınıp geçindikleri sultanları, beyleri üzmeyecek nitelikte tarih yazmışlardır.
Ancak 1800‘lerin ikinci yarısından itibaren muhalefet yapma olanağı doğduğundan hemen her şey hakkında yandaş veya karşıt bir şeyler yazılmıştır.
Hele Cumhuriyet‘in kuruluşundan sonra, Anadolu’ya geniş göçmen kitlesinin gelmesi, kişilerin yaşadığı, gördüğü şeylerin çokluğu, zenginliği anılarını yazanların çoğalmasına neden oldu.
Uzun savaş yılları tarihçilere yazacak çok şey, edebiyatçılara da çok konu verdi.
Hemen her şey anılarda, tarih kitaplarında yazılıdır. Ama tarih diye yalnızca okul kitaplarında yazılı olanları okuyanlar, kazara bunlar dışında başka bir şey duyarlarsa bunu hemen yazıyor, sonra da televizyonlarda yeni bir şeymiş gibi anlatıyorlar.
Oysa her şey ortada duruyor: Arşivler, kitaplar... Şimdiye kadar okunmamışsa kabahat kimin?
Ama asıl büyük kabahat konu hakkında tam bilgi sahibi olmadan, konuyla ilgili yandaş ve karşıt kitapları okumadan, görüşleri öğrenmeden yanlış şeyleri topluma bilgiçlikle aktarmakdır.
Tarih; ancak doğrular aktarılırsa yol gösterici olur.
Gönül: Bir kelime bir anı - Mart 2010
"GÖNÜL"; BİR KELİME, BİN ANI
10 Mart 2010, 11:32
HALİT ANGINER
Ankara’da öğrenciliğimin ilk yılıydı. Demirtepe’de üç katlı bir apartmanın son katındaki Manisa Öğrenci Yurdu’nda kalıyordum.
Asar-ı antika denen cinsten eski püskü bir binaydı. Orayı ne kadar anlatsam pek inandırıcı olamam sanıyorum:
Badanasız odalar sıkış tıkış çift katlı ranzalarla doldurulmuştu. Öyleki ranzalar arasında iki karış yer bile yoktu. Yan yan aralarından geçer, güçlükle yatağımıza tırmanırdık.
Biraz kımıldadığımızda yatağın ağırlığını taşıyan çelik gergiler ve onların paslı yayları binbir ses çıkararak inlerdi.
Her odada en az sekiz kişi, salonda ise otuz öğrenci yatıyordu.
Geceleri ranzalardan çıkan gıcırtıların yarattığı senfoni sabaha kadar sürerdi.
Yurt, Manisa Yüksek Tahsil Dayanışma Derneğinden ve Manisa Borsasından gelen yardımlarla ayakta duruyordu. Eğer Manisa’dan para gelmez, borç ödenmezse, elektrik ve su kesilirdi.
Böyle zamanlarda yurt müdürü bizlerden para toplar, borcu ödemeye çalışırdı.
Yurt müdürü de bizim gibi öğrenciydi. Müdürlük için aramızdan birisi aday olur, biz de demokratik bir seçimle oy verir, müdürümüzü seçerdik.
Belki garip gelecek ama seçtiğimiz müdürün sözünden hiç çıkmazdık.
Belki de bu, bir terslik anında sokakta kalıverme korkusundan ileri geliyordu.
Hemen herkes gıdasızdı. Sonradan Hukuk Fakültesini bitirip avukat olan ve Manisa Milletvekili seçilen bir arkadaşımız, bir gün sokakta düşüp bayılmıştı.
Hastaneye kaldırdık: Parası kalmamış. Günlerdir ondan bundan borç alıp idare etmiş. Borç alabileceği kimse kalmayınca da birkaç gün bir şey yiyememiş, yalnızca su içmiş. En sonunda da o gün vücudu dayanamamış, sokakta bayılmış.
Biz, liseden birkaç sınıf arkadaşı, bir gruptuk. Aramızda dayanışma vardı: Yiyeceğimizi, giyeceğimizi paylaşırdık.
Derslerime okulun kütüphanesinde çalışır, yurda olduğunca geç gelirdim.
Çünkü yurt çok soğuktu. Kırık cam yerine yapıştırdığımız kâğıtlar rüzgârla yırtılır ve buz gibi havayla içeri giren kar odalara dolardı.
Yine bir akşam geç vakit yurda geldiğimde ışıkların sönük olduğunu ve yurtta kalan öğrencilerin koridorda duvar diplerine çömeldiklerini gördüm.
Yurt müdürü, odasındaki ranzalardan birinin alt katındaki yatağa oturmuştu. Etrafındakiler de diğer ranzalara ilişmişlerdi.
Müdür şarkı söylüyordu, herkes büyük bir sessizlik içinde onu dinliyordu.
Şarkının nakarat bölümüne gelince dinleyenler müdüre katılıyor ve bir ağızdan nakarat kısmını tekrarlıyorlardı:
Sabret gönül bir gün olur bu hasret biter,
çekilen acılar canım gün olur geçer!
Sokaktan evin duvarlarına yansıyan ışıkların loş aydınlığında küçük kasabalardan büyük umutlarla, bu büyük şehre okumaya gelmiş ana kuzularının gölgeli yüzlerinin gözyaşlarıyla ıslandığını görüyordum.
Bir şarkının insanı nasıl duygulandırabileceğini orada öğrendim, yüreğimde duydum.
Ben de duvar dibine çöktüm. Gözyaşlarımı bıraktım -diğerleri gibi- sel olsun diye.
İşte bir kelimenin, “gönül” kelimesinin, ne kadar güzel, ne kadar anlamlı olabildiğini belki o an ilk defa fark ettim.
Yıllar sonra bugün, Oktay Sinanoğlu’nun, “gönül” kelimesinde bir kültürü, Doğu‘nun Kültürünü nasıl yüceleştirdiğini okurken, yukarıda anlattığım olayı bir daha hatırladım.
Sinanoğlu: “Batının hangi dilinde “gönül” gibi bir kelime var?” diye soruyor.
Gerçekten hangi dilde var “gönül” gibi bir kelime ve bu kelimedeki anlam derinliği, anlam zenginliği.
İçimizde bir yerlerde, belki yüreğimizde bir kaynak “gönül”; sevginin, duygunun, dostluğun, fedakârlığın, şiirin, şarkının, güzel olan her şeyin kaynağı.
Gönül almak, gönül birliği, gönül bağı, gönül vermek, gönlü tok, gönlünden kopmak, gönüldeş, gönülden, gönlüaçık, gönül bağı, gönlü bol, gönlü kalmak, gönül çelmek, gönülden sevmek....
Gönül sevginin mekânı, sevgilinin dergâhı.
Mevlana’da “gönül” kelimesi geçmeyen bir şiir, bir sayfa bile bulabilmek mümkün mü?
Şarkılar, türküler “gönül”le dolu. Neler söylenmemiş “gönül” için: Neşet Ertaş’a sorulmuş:
- Sevgi nedir, Hocam?
- Gönül’dür.
- Gençlik nedir, Hocam?
- Gönül’dür.
Yunus Emre ne güzel tarif etmiş “gönül”ü:
Gönül Tanrı’nın tahtı
Tanrı Gönül’e baktı
İki cihan bedbahtı
Kim gönül yıkar ise
“Hani dalar gidersin, hatırlarsın, bir şeyler kımıldar ya içinde, işte gönüldeki sancıdır o!”
“Bedene kanı pompalayan bir organdır kalp. Ne zaman ki sevda girer içine, o zaman gönül olur.”
Ne diyor Nef‘i gönül için:
Hem kadeh, hem içki, hem hoş bir saki’dir gönül
aşkı bilenin süzüp çıkardığı bal’dır gönül
küçüktür ama aşkın ateşinin parlaklığında
rüzgârı kucaklayan, güneşten bir taçtır gönül
Belki bir özlemdir, özlenendir gönül;
gönül sensizliğimi nasıl anlatsam
özlemimi her bir şeyi
neler nasıl akıp geçiyor bilsen ruhumdan
üzmek de istemiyorum kimseyi
limanda takılan serüvenci değilim, büyüdüm
lüle saçlarım artık yok, döküldüler
üşümüyorum, beni yüreğim ısıtıyor
nedeni mi, hatırladıkça seni
öbek öbek ateşler yakıyor içimi
gönlümü doldururken geçmiş seneler
10 Mart 2010, 11:32
HALİT ANGINER
Ankara’da öğrenciliğimin ilk yılıydı. Demirtepe’de üç katlı bir apartmanın son katındaki Manisa Öğrenci Yurdu’nda kalıyordum.
Asar-ı antika denen cinsten eski püskü bir binaydı. Orayı ne kadar anlatsam pek inandırıcı olamam sanıyorum:
Badanasız odalar sıkış tıkış çift katlı ranzalarla doldurulmuştu. Öyleki ranzalar arasında iki karış yer bile yoktu. Yan yan aralarından geçer, güçlükle yatağımıza tırmanırdık.
Biraz kımıldadığımızda yatağın ağırlığını taşıyan çelik gergiler ve onların paslı yayları binbir ses çıkararak inlerdi.
Her odada en az sekiz kişi, salonda ise otuz öğrenci yatıyordu.
Geceleri ranzalardan çıkan gıcırtıların yarattığı senfoni sabaha kadar sürerdi.
Yurt, Manisa Yüksek Tahsil Dayanışma Derneğinden ve Manisa Borsasından gelen yardımlarla ayakta duruyordu. Eğer Manisa’dan para gelmez, borç ödenmezse, elektrik ve su kesilirdi.
Böyle zamanlarda yurt müdürü bizlerden para toplar, borcu ödemeye çalışırdı.
Yurt müdürü de bizim gibi öğrenciydi. Müdürlük için aramızdan birisi aday olur, biz de demokratik bir seçimle oy verir, müdürümüzü seçerdik.
Belki garip gelecek ama seçtiğimiz müdürün sözünden hiç çıkmazdık.
Belki de bu, bir terslik anında sokakta kalıverme korkusundan ileri geliyordu.
Hemen herkes gıdasızdı. Sonradan Hukuk Fakültesini bitirip avukat olan ve Manisa Milletvekili seçilen bir arkadaşımız, bir gün sokakta düşüp bayılmıştı.
Hastaneye kaldırdık: Parası kalmamış. Günlerdir ondan bundan borç alıp idare etmiş. Borç alabileceği kimse kalmayınca da birkaç gün bir şey yiyememiş, yalnızca su içmiş. En sonunda da o gün vücudu dayanamamış, sokakta bayılmış.
Biz, liseden birkaç sınıf arkadaşı, bir gruptuk. Aramızda dayanışma vardı: Yiyeceğimizi, giyeceğimizi paylaşırdık.
Derslerime okulun kütüphanesinde çalışır, yurda olduğunca geç gelirdim.
Çünkü yurt çok soğuktu. Kırık cam yerine yapıştırdığımız kâğıtlar rüzgârla yırtılır ve buz gibi havayla içeri giren kar odalara dolardı.
Yine bir akşam geç vakit yurda geldiğimde ışıkların sönük olduğunu ve yurtta kalan öğrencilerin koridorda duvar diplerine çömeldiklerini gördüm.
Yurt müdürü, odasındaki ranzalardan birinin alt katındaki yatağa oturmuştu. Etrafındakiler de diğer ranzalara ilişmişlerdi.
Müdür şarkı söylüyordu, herkes büyük bir sessizlik içinde onu dinliyordu.
Şarkının nakarat bölümüne gelince dinleyenler müdüre katılıyor ve bir ağızdan nakarat kısmını tekrarlıyorlardı:
Sabret gönül bir gün olur bu hasret biter,
çekilen acılar canım gün olur geçer!
Sokaktan evin duvarlarına yansıyan ışıkların loş aydınlığında küçük kasabalardan büyük umutlarla, bu büyük şehre okumaya gelmiş ana kuzularının gölgeli yüzlerinin gözyaşlarıyla ıslandığını görüyordum.
Bir şarkının insanı nasıl duygulandırabileceğini orada öğrendim, yüreğimde duydum.
Ben de duvar dibine çöktüm. Gözyaşlarımı bıraktım -diğerleri gibi- sel olsun diye.
İşte bir kelimenin, “gönül” kelimesinin, ne kadar güzel, ne kadar anlamlı olabildiğini belki o an ilk defa fark ettim.
Yıllar sonra bugün, Oktay Sinanoğlu’nun, “gönül” kelimesinde bir kültürü, Doğu‘nun Kültürünü nasıl yüceleştirdiğini okurken, yukarıda anlattığım olayı bir daha hatırladım.
Sinanoğlu: “Batının hangi dilinde “gönül” gibi bir kelime var?” diye soruyor.
Gerçekten hangi dilde var “gönül” gibi bir kelime ve bu kelimedeki anlam derinliği, anlam zenginliği.
İçimizde bir yerlerde, belki yüreğimizde bir kaynak “gönül”; sevginin, duygunun, dostluğun, fedakârlığın, şiirin, şarkının, güzel olan her şeyin kaynağı.
Gönül almak, gönül birliği, gönül bağı, gönül vermek, gönlü tok, gönlünden kopmak, gönüldeş, gönülden, gönlüaçık, gönül bağı, gönlü bol, gönlü kalmak, gönül çelmek, gönülden sevmek....
Gönül sevginin mekânı, sevgilinin dergâhı.
Mevlana’da “gönül” kelimesi geçmeyen bir şiir, bir sayfa bile bulabilmek mümkün mü?
Şarkılar, türküler “gönül”le dolu. Neler söylenmemiş “gönül” için: Neşet Ertaş’a sorulmuş:
- Sevgi nedir, Hocam?
- Gönül’dür.
- Gençlik nedir, Hocam?
- Gönül’dür.
Yunus Emre ne güzel tarif etmiş “gönül”ü:
Gönül Tanrı’nın tahtı
Tanrı Gönül’e baktı
İki cihan bedbahtı
Kim gönül yıkar ise
“Hani dalar gidersin, hatırlarsın, bir şeyler kımıldar ya içinde, işte gönüldeki sancıdır o!”
“Bedene kanı pompalayan bir organdır kalp. Ne zaman ki sevda girer içine, o zaman gönül olur.”
Ne diyor Nef‘i gönül için:
Hem kadeh, hem içki, hem hoş bir saki’dir gönül
aşkı bilenin süzüp çıkardığı bal’dır gönül
küçüktür ama aşkın ateşinin parlaklığında
rüzgârı kucaklayan, güneşten bir taçtır gönül
Belki bir özlemdir, özlenendir gönül;
gönül sensizliğimi nasıl anlatsam
özlemimi her bir şeyi
neler nasıl akıp geçiyor bilsen ruhumdan
üzmek de istemiyorum kimseyi
limanda takılan serüvenci değilim, büyüdüm
lüle saçlarım artık yok, döküldüler
üşümüyorum, beni yüreğim ısıtıyor
nedeni mi, hatırladıkça seni
öbek öbek ateşler yakıyor içimi
gönlümü doldururken geçmiş seneler
Hem Faşist Hem Sanatçı Olur mu? - Nisan 2010
HEM FAŞİST HEM SANATÇI OLUR MU ?
07 Nisan 2010, 11:31
Yazan: HALİT ANGINER
Yaşar Kemal bir futbol maçında rastladığı Tarık Buğra‘ya;
- O kitapları sen yazıyorsan faşist değilsin! Çünkü bir insan hem faşist hem sanatçı olamaz, demiş.
Bu gerçekten böyle midir dersiniz? Faşizm dendiğinde akla insanın onuruna, insanın yarattığı güzel olan her şeye yapılan saldırı geliyor.
Böyle düşününce “bir insan faşistse sanatçı olamaz” gibi bir sonuca varmak doğal bir şey gibi görünüyor.
Yoksa işin doğrusu sanatçının ürünüyle, eseri ile siyasal görüşünü birbirine karıştırmamak mı?
Belki böylece sanatçıyı yalnızca eserleriyle yargılar ve politik görüşlerini beğenmesek bile eserlerinden aldığımız tadı bozmamış oluruz?
Sanatçının ruhu enginlerde dolaşır. Hızlı rüzgârlara kapılmıştır. Bir o yana olur yönü, bir bu yana...
Çelişkili görünen düşünceleri, onun yaratıcılığının sırrıdır.
İyi adamı da anlatır romanında, kötü adamı da. Her ikisini hem beyninde hem ruhunda yaşatır.
Şiirleri bazen duygusaldır, bazen isyankâr.
Yaptığı müzik bir aşkın hüznünü anlatırken, sözleri kitleleri direnişe çağırır.
Anlattıklarını, yarattığı karakterleri yaşar ki, yazıp çizdiğinde, okurunu, dinleyenini etkileyebilsin.
Yani sanatçı bin yüzlüdür. Bazen bizimle aynı çizgide, bazen de tam zıt bir yörüngede olabilir.
Gerçek hayatta da aynı çelişkileri her insan yaşamıyor mu?
Aşkı ve nefreti aynı kafada taşımıyor mu insanoğlu!
Aynı kişiyi çılgınca seviyor, sonrasında ondan çılgınca nefret edebiliyor.
Bazen, sadece görmek istediğini görüyor; eğriliğine doğruluğuna bakmaksızın.
Dayandım nasılsa
bir daha unutamam
o korkular ve kaygılardı
karartan damarlarımı,
sonra göklere uçup giden;
unutulmuş yeşillikler gibi, bir kıyıda
günlüklerin çiçekler açıp büyüdüğü.
geri gelmeli artık geri gelmeli,
o sevda seneleri.
Mısraların yazarı, çağdaşı şiir dünyasını çok etkileyen Rimbaud, kısa süren yaşamında Afrika’da esir ticareti yapmıştı.
Zincirlere vurulmuş köleler, kamçılanan, zincirlenen insanlar. Acılar, acılar ve ardından kalplere fısıldanan şiirler...
Nasıl yan yana gelebiliyor bunların hepsi?
Bitmeyen Kavga romanında ezilen insanların yanında yer alan Steinbeck, Amerika’nın Viyetnam politikasını da desteklemişti.
Bombalar yalın ayaklı, aç Viyetnamlıların üzerine yağmur gibi yağarken, o, Nobel ödüllü Steinbeck bombaları atan askerî birlikleri ziyaret ediyor, onlara moral veriyordu.
Ünlü Açlık kitabının yazarı Knut Hamsun, Norveç’i işgal eden Nazilerle iş birliği yaptığı iddiasıyla, savaş sonrası yargılandı ve mahkûm oldu.
İnsan ruhuna, Kuzey’in sırlarla örülü kuytularında, büyülü ormanların ücra köşelerinde, duygu dolu ilişkileri yaşatan Hamsun faşist olabilir miydi?
En güzel aşk romanlarından birinin yazarı, tabiatla özdeşleşen insanın ruhsal zenginliğini, büyük bir gözlem derinliğiyle anlatan, sayfalarından şiirler fışkıran bir yazar faşist olabilir mi?
Türk hikâyesine sıradan insanları sokan ve hikâyelerinde halkı anlatan, aynı zamanda akıcı romanların yazarı Refik Halit, İstanbul’u işgal eden yabancı güçlerin yanında yer almıştı.
Ortaokuldayken, İstanbul bıçkınlarını anlatan romanlarını severek okuduğumuz Refii Cevat da Kurtuluş Savaşı’na karşıydı. Kurtuluş savaşçıları yakalansın, cezalandırılsın istiyordu.
Her iki yazar da, işgalcilerle savaşan Millî Kuvvetlere karşı çıkan yazılar yazdılar.
Savaş sonrasında aleyhinde yazdıkları Kuvayi Milliyeciler onları affetti. Böylece Türk okurları her iki yazarı da okumaya devam etti.
Onlar da yaşamlarının sonuna kadar kurtuluşçularla birlikte uyum içinde yaşadılar, kitaplar yayımladılar.
Belki gerçekte hiçbir zaman yanlış düşünmüyorlardı. Belki o an sanatçı hayal gücü onları bir başka ortamda yaşatıyordu.
Belki doğru onlara, o an için öyle geldi. Sonrasında değişti. Bizler için de aynı değil mi?
Doğrularımız sürekli değişmiyor mu?
Sıkı bir devrimciyken, kitleleri heyecanlandıran, sürükleyen şiirler yazarken değişerek sıkı bir dindar haline gelen ve yeni düşüncesi doğrultusunda yine aynı güzellikte şiirler yazan sevdiğim bir şairin son günlerde düşünceleri nedeniyle bu defa da faşist diye suçlanması bana tüm bunları hatırlattı.
Yeni erişimleri bizlerden daha yoğun yaşayan sanatçılara pek yüklenilmemesi düşüncesindeyim.
Duyarlılıklarına saygı gösterilse daha iyi olabilir.
Yoksa işin kolayıdır, derisini yüzmek, linç etmek, yasaklamak.
Sanatçının kabına sığmayan ruhunu bırakalım liman liman dolaşsın.
Hayal gücüyle var ettiği kahramanları gibi yaşasın. Yeri gelince birbiriyle çelişir gibi görünen şeyleri de koysun ortaya.
Karşısında olsa bile, bir düşünceyi ve o düşünceyi savunanları en iyi yorumlayan da yine bir sanatçı olacaktır.
Aklıma takılan aşağıdaki mısraları da sizlerle paylaşmadan yapamayacağım.
İşte bir solcu şair, bir faşistin, bir Nazi subayının yalnızlığını, nişanlısı Karen’e hasretini bakın nasıl duygulu anlatıyor:
her şehrin garında, Karen, seni hatırlamasam
her otelin bir aynasında görünmesen Karen
bilenmiş bir yıldız gibi otuz sekiz senesinden
Münih treninden
ay ışığı dal dal kulaklarımda uğuldamıyor mu
yalnızım
böceklerin gökyüzüne savrulduğunu
görmüyor muyum
baharın ayaklanmak üzere olduğunu anlıyorum
mektupların bir türlü gelmiyor, Karen, yalnızım
kurşuna diziyoruz, Karen, ölmüyorlar
biz ölüyoruz karen dağlarda
yeni bir maya tutmuş köylüler, korkarsın
âdeta bulutlardan ekmek yoğuruyorlar
baharda delikanlı elleriyle boğazımıza sarılacaklar
yağmursuz rüzgârlar gibi kör kör boğulacağız
dağlarda
artık hiçbirimiz radyoları dinlemiyoruz
yenildiğimizi biliyoruz, Karen, duyuyoruz
kimi tutup çevirsem gözlerime tükürüyor, Karen
ben yenik SS subayı Arthur Kröger, yalnızım
Karen
ölebilsem
07 Nisan 2010, 11:31
Yazan: HALİT ANGINER
Yaşar Kemal bir futbol maçında rastladığı Tarık Buğra‘ya;
- O kitapları sen yazıyorsan faşist değilsin! Çünkü bir insan hem faşist hem sanatçı olamaz, demiş.
Bu gerçekten böyle midir dersiniz? Faşizm dendiğinde akla insanın onuruna, insanın yarattığı güzel olan her şeye yapılan saldırı geliyor.
Böyle düşününce “bir insan faşistse sanatçı olamaz” gibi bir sonuca varmak doğal bir şey gibi görünüyor.
Yoksa işin doğrusu sanatçının ürünüyle, eseri ile siyasal görüşünü birbirine karıştırmamak mı?
Belki böylece sanatçıyı yalnızca eserleriyle yargılar ve politik görüşlerini beğenmesek bile eserlerinden aldığımız tadı bozmamış oluruz?
Sanatçının ruhu enginlerde dolaşır. Hızlı rüzgârlara kapılmıştır. Bir o yana olur yönü, bir bu yana...
Çelişkili görünen düşünceleri, onun yaratıcılığının sırrıdır.
İyi adamı da anlatır romanında, kötü adamı da. Her ikisini hem beyninde hem ruhunda yaşatır.
Şiirleri bazen duygusaldır, bazen isyankâr.
Yaptığı müzik bir aşkın hüznünü anlatırken, sözleri kitleleri direnişe çağırır.
Anlattıklarını, yarattığı karakterleri yaşar ki, yazıp çizdiğinde, okurunu, dinleyenini etkileyebilsin.
Yani sanatçı bin yüzlüdür. Bazen bizimle aynı çizgide, bazen de tam zıt bir yörüngede olabilir.
Gerçek hayatta da aynı çelişkileri her insan yaşamıyor mu?
Aşkı ve nefreti aynı kafada taşımıyor mu insanoğlu!
Aynı kişiyi çılgınca seviyor, sonrasında ondan çılgınca nefret edebiliyor.
Bazen, sadece görmek istediğini görüyor; eğriliğine doğruluğuna bakmaksızın.
Dayandım nasılsa
bir daha unutamam
o korkular ve kaygılardı
karartan damarlarımı,
sonra göklere uçup giden;
unutulmuş yeşillikler gibi, bir kıyıda
günlüklerin çiçekler açıp büyüdüğü.
geri gelmeli artık geri gelmeli,
o sevda seneleri.
Mısraların yazarı, çağdaşı şiir dünyasını çok etkileyen Rimbaud, kısa süren yaşamında Afrika’da esir ticareti yapmıştı.
Zincirlere vurulmuş köleler, kamçılanan, zincirlenen insanlar. Acılar, acılar ve ardından kalplere fısıldanan şiirler...
Nasıl yan yana gelebiliyor bunların hepsi?
Bitmeyen Kavga romanında ezilen insanların yanında yer alan Steinbeck, Amerika’nın Viyetnam politikasını da desteklemişti.
Bombalar yalın ayaklı, aç Viyetnamlıların üzerine yağmur gibi yağarken, o, Nobel ödüllü Steinbeck bombaları atan askerî birlikleri ziyaret ediyor, onlara moral veriyordu.
Ünlü Açlık kitabının yazarı Knut Hamsun, Norveç’i işgal eden Nazilerle iş birliği yaptığı iddiasıyla, savaş sonrası yargılandı ve mahkûm oldu.
İnsan ruhuna, Kuzey’in sırlarla örülü kuytularında, büyülü ormanların ücra köşelerinde, duygu dolu ilişkileri yaşatan Hamsun faşist olabilir miydi?
En güzel aşk romanlarından birinin yazarı, tabiatla özdeşleşen insanın ruhsal zenginliğini, büyük bir gözlem derinliğiyle anlatan, sayfalarından şiirler fışkıran bir yazar faşist olabilir mi?
Türk hikâyesine sıradan insanları sokan ve hikâyelerinde halkı anlatan, aynı zamanda akıcı romanların yazarı Refik Halit, İstanbul’u işgal eden yabancı güçlerin yanında yer almıştı.
Ortaokuldayken, İstanbul bıçkınlarını anlatan romanlarını severek okuduğumuz Refii Cevat da Kurtuluş Savaşı’na karşıydı. Kurtuluş savaşçıları yakalansın, cezalandırılsın istiyordu.
Her iki yazar da, işgalcilerle savaşan Millî Kuvvetlere karşı çıkan yazılar yazdılar.
Savaş sonrasında aleyhinde yazdıkları Kuvayi Milliyeciler onları affetti. Böylece Türk okurları her iki yazarı da okumaya devam etti.
Onlar da yaşamlarının sonuna kadar kurtuluşçularla birlikte uyum içinde yaşadılar, kitaplar yayımladılar.
Belki gerçekte hiçbir zaman yanlış düşünmüyorlardı. Belki o an sanatçı hayal gücü onları bir başka ortamda yaşatıyordu.
Belki doğru onlara, o an için öyle geldi. Sonrasında değişti. Bizler için de aynı değil mi?
Doğrularımız sürekli değişmiyor mu?
Sıkı bir devrimciyken, kitleleri heyecanlandıran, sürükleyen şiirler yazarken değişerek sıkı bir dindar haline gelen ve yeni düşüncesi doğrultusunda yine aynı güzellikte şiirler yazan sevdiğim bir şairin son günlerde düşünceleri nedeniyle bu defa da faşist diye suçlanması bana tüm bunları hatırlattı.
Yeni erişimleri bizlerden daha yoğun yaşayan sanatçılara pek yüklenilmemesi düşüncesindeyim.
Duyarlılıklarına saygı gösterilse daha iyi olabilir.
Yoksa işin kolayıdır, derisini yüzmek, linç etmek, yasaklamak.
Sanatçının kabına sığmayan ruhunu bırakalım liman liman dolaşsın.
Hayal gücüyle var ettiği kahramanları gibi yaşasın. Yeri gelince birbiriyle çelişir gibi görünen şeyleri de koysun ortaya.
Karşısında olsa bile, bir düşünceyi ve o düşünceyi savunanları en iyi yorumlayan da yine bir sanatçı olacaktır.
Aklıma takılan aşağıdaki mısraları da sizlerle paylaşmadan yapamayacağım.
İşte bir solcu şair, bir faşistin, bir Nazi subayının yalnızlığını, nişanlısı Karen’e hasretini bakın nasıl duygulu anlatıyor:
her şehrin garında, Karen, seni hatırlamasam
her otelin bir aynasında görünmesen Karen
bilenmiş bir yıldız gibi otuz sekiz senesinden
Münih treninden
ay ışığı dal dal kulaklarımda uğuldamıyor mu
yalnızım
böceklerin gökyüzüne savrulduğunu
görmüyor muyum
baharın ayaklanmak üzere olduğunu anlıyorum
mektupların bir türlü gelmiyor, Karen, yalnızım
kurşuna diziyoruz, Karen, ölmüyorlar
biz ölüyoruz karen dağlarda
yeni bir maya tutmuş köylüler, korkarsın
âdeta bulutlardan ekmek yoğuruyorlar
baharda delikanlı elleriyle boğazımıza sarılacaklar
yağmursuz rüzgârlar gibi kör kör boğulacağız
dağlarda
artık hiçbirimiz radyoları dinlemiyoruz
yenildiğimizi biliyoruz, Karen, duyuyoruz
kimi tutup çevirsem gözlerime tükürüyor, Karen
ben yenik SS subayı Arthur Kröger, yalnızım
Karen
ölebilsem
Gül Bahçesinde Gezinirken - Mayıs 2010
GÜL BAHÇESİNDE GEZİNİRKEN
02 Mayıs 2010, 10:32
Yazan: HALİT ANGINER
Sadi-i Şirazi, yani Şirazlı Sadi, Doğu Edebiyatı ve Doğu düşüncesinin önde gelen isimlerinden birisi.
Kaynakların kimine göre doksan yıllık bir ömür yaşamış. Kimi kaynaklarsa yüz altı yıl yaşadığını söylüyor.
Yüz altı yıllık ömrün kimi yılları yokluk ve eziyet, kimi yılları ise huzur içinde geçmiş.
Şiraz’da başlayan hayatı yine Şiraz’da son bulmuş.
Bir zamanlar babamın kitapları arasında bulup da okuduğum Sadi’nin Gülistan’ını, ara ara tekrar okuyorum.
Orada burada rastladığım ya da gelen bir e-mail de çıkan kıssadan hisse türünden vecizeler bazen Sadi’yi hatırlatır.
Çünkü bu kıssadan hisselerin bir kısmı Sadi’nin Gülistan’ından alınmadır.
Babası ölünce yoksul düşmüş Sadi. Pek küçükmüş o zaman. Üstelik ülkesini Moğollar işgal etmiş; yakıp yıkıyorlarmış.
Okuma şansını elde ettiğinde başarılı bir öğrenci olmuş Sadi.
Zamanının diğer filozoflarının yaptığı gibi o da, bilgiyi alabileceği öğretmenleri bulabilmek için bütün Orta Doğu’yu, Anadolu dahil, şehir şehir gezmiş.
Gezilerinde düşünen kişilerle tanışmış. Onlardan fikirler almış, onlara fikirler vermiş... Öğrenmiş, öğrendiklerini de dağarcığında biriktirmiş.
Bir gün Kudüs’ü işgale gelen Haçlı ordularından bir askerî birlikle karşılaşınca, esir edilmiş.
Böylece Sadi için yedi yıl sürecek esirlik günleri başlamış. Akka Kalesi zindanında yatmış.
Tam yedi yıl kale çevresini saran hendeklerin kazılmasında, çamurdan kerpiç yapılması gibi çeşitli işlerde köle olarak çalıştırılmış.
O günlerinde yazdığı şiirde şöyle sesleniyor:
Ey misler kokan bahar rüzgârı
Oralara yolun düşerse eğer
Yani bizim taraflara, Şiraz’a doğru
Herkese benden haberler ver
Söyle buralarda esir olduğumu
Derken ticaret için Akka’ya gelen Müslüman bir tüccar Sadi’yi ve diğer esir Müslümanları satın alarak esaretten kurtarmış.
Sadi’deki bilgeliği farkedince, Sadi’yi evine almış. Sonrasında da kızıyla evlendirmiş.
Ama karısının bitmeyen dırdırı ve vırvırı, Sadi’nin evi terketmesiyle sonuçlanmış.
Böylece, Sadi derdinden Derviş olup yollara düşünce, dünyamız bir şair - filozof daha kazanmış.
Pek emin değilim ama sanki böyle bir şeyler kalmış gibi aklımda:
“Evdekinin dırdırı adamı filozof yapar!”
Kimbilir, belki yanlış hatırlıyorumdur.
Derviş Sadi Mısır’a, Hindistan’a gitmiş. İnsanları tanımış, dinlemiş. Geleneklerini, dinlerini öğrenmiş.
Ve derken ülkesine ve yıllardır uzak kaldığı Şiraz’a dönmüş. Artık Moğol tehlikesi de yokmuş.
Yılların yorgunluğuyla artık dinlenmeye, etliye sütlüye karışmamaya karar vermiş.
Böylece kimseye karışmaz ve kimseyle görüşmezken bir arkadaşı ona ısrarla, birikimini kendisine saklamayıp bilgisi ve görgüsüyle insanları aydınlatması gerektiğini söylemiş.
Bu dost, bir defasında bütün bir gece boyunca Sadi’yle bu meseleyi konuşmuş. Sadi’yi, insanları aydınlatmak için çalışmaya ikna etmekle uğraşmış.
O geceyi Sadi şöyle anlatıyor:
- Gece birlikte bir bağdaydık. Gönül açan ağaçlar birbirine sarılmıştı. Yerlere mineler saçılmış, göğe sanki Süreyya yıldızının gerdanlığı asılmıştı.
Bahçede Ab-ı Hayat’a benzeyen buz gibi sular akıyordu. Renk renk çiçekler ve meyveler arasında çimlere serdiğimiz halılar üzerinde oturduk.
Sabah oldu. Geri döneceğiz. Baktım dostum kucağını güllerle doldurmuş, evine götürecek.
Ona dedim ki: “Boşuna taşıma onları. Çiçeklerin ömrü kısa olur. Ne gül kalır ne bahçe. Ermişlerin sözüdür: Geçici şeylere gönül verme!”
Dostum sordu: “Peki, ne yapayım o halde?”
Cevap olarak: “Dediğini tutacağım. İnsanlardan kaçmayacağım. Gönülleri açan, ruhları saran bir kitap yazacağım adı “Gül Bahçesi” olacak.
Öyle bir kitap olacak ki Sonbahar rüzgârı ona hiç dokunamayacak, hep ter-ü taze kalacak. Solmayacak, sararmayacak. Dedim.”
Dostum bunları duyunca kucağındaki gülleri yere döktü, ellerime sarıldı.
Birkaç gün sonra Gülistan’ın yazdığım ilk sayfalarını temize çekerek dostuma verdim.
İşte Sadi’nin hayatı ve Gülistan’ın yazılış hikâyesi kısaca böyle.
Sadi, Gül Bahçesi’nde, başından geçen veya başkalarından duyduğu bir olayı kısa olarak anlatır önce.
Sonra bu hikâyeden hisse çıkarır ve okura basit yol gösteren, akılda kalıcı, kısa bir yorum yapar.
Bazen, kıssadan hisseye, dostlarının yaptığı itirazları ekler ve onların itirazlarından da hisse çıkarır ve bunları da okura aktarır.
Sadi’nin kitabı, yaşadığı çağın gereği devlet büyüğüne, yani Sultan’a ithaf ve takdim edilmiş olmasına rağmen, hikâyelerde sultanları ve idarecileri çekinmeden eleştirmiştir.
Hikâyeleri, şiirleriyle süsler.
İşte Gülistan’dan kısa iki hikâye:
HİKÂYE
Bir gün Bağdat’a bir derviş gelmiş. Derviş’in her duasının kabul edildiğini duyan Bağdat Valisi Zalim Haccac onu çağırmış ve Derviş’e:
“Benim için bir hayırlı bir dua et,” demiş.
Derviş dua etmiş: “Allah’ım bu adamın canını al!”
Zalim Haccac kızmış: “Bu nasıl hayırlı dua!”
Derviş: “Bu hem senin için hem de halk için hayırlı bir duadır,” diye cevap vermiş.
ŞİİR
Ey emri altındakileri inciten
Bu hâl bakalım ne kadar sürecek
Sana yakışmıyor hükûmet etmek
Ölmen daha iyidir halka zulmünden
HİKÂYE
Bir yıl için dünya işlerinden el ayak çekip Şam’daki Yahya Peygamber’in mezarının bulunduğu camide inzivaya çekilmiştim.
Bir gün insafsızlığıyla şöhretli bir Arap Emiri camiye geldi, namaz kıldı.
Bana dedi ki: “Zorlu bir düşmanım var. Bana öyle bir himmette bulun ki bu düşmandan bana zarar gelmesin.”
Ona dedim ki: “Sen zayıf halka karşı merhametli olursan, o zorlu düşmanın da sana merhametli olur.”
ŞİİR
kolu güçlü olan
yanlış yapar bir zavallının kırarsa kolunu
korksun düşkünlere acımayan
fenalık tohumları eken biri
hiç iyilik biçebilir mi
boşa yorma kafanı, saçma şey bu
ham hayaldir düşünmek böylesini
çıkar kulağından pamuğu,
duy halkın ne istediğini, ne söylediğini
halkın işini gör
halkın işini adaletle gör
eğer adaletle görmezsen halkın işini
göreceksin adalet gününün geldiğini
ızdırabını duymazsan başkasının
hiçbir zaman insan olamazsın.
02 Mayıs 2010, 10:32
Yazan: HALİT ANGINER
Sadi-i Şirazi, yani Şirazlı Sadi, Doğu Edebiyatı ve Doğu düşüncesinin önde gelen isimlerinden birisi.
Kaynakların kimine göre doksan yıllık bir ömür yaşamış. Kimi kaynaklarsa yüz altı yıl yaşadığını söylüyor.
Yüz altı yıllık ömrün kimi yılları yokluk ve eziyet, kimi yılları ise huzur içinde geçmiş.
Şiraz’da başlayan hayatı yine Şiraz’da son bulmuş.
Bir zamanlar babamın kitapları arasında bulup da okuduğum Sadi’nin Gülistan’ını, ara ara tekrar okuyorum.
Orada burada rastladığım ya da gelen bir e-mail de çıkan kıssadan hisse türünden vecizeler bazen Sadi’yi hatırlatır.
Çünkü bu kıssadan hisselerin bir kısmı Sadi’nin Gülistan’ından alınmadır.
Babası ölünce yoksul düşmüş Sadi. Pek küçükmüş o zaman. Üstelik ülkesini Moğollar işgal etmiş; yakıp yıkıyorlarmış.
Okuma şansını elde ettiğinde başarılı bir öğrenci olmuş Sadi.
Zamanının diğer filozoflarının yaptığı gibi o da, bilgiyi alabileceği öğretmenleri bulabilmek için bütün Orta Doğu’yu, Anadolu dahil, şehir şehir gezmiş.
Gezilerinde düşünen kişilerle tanışmış. Onlardan fikirler almış, onlara fikirler vermiş... Öğrenmiş, öğrendiklerini de dağarcığında biriktirmiş.
Bir gün Kudüs’ü işgale gelen Haçlı ordularından bir askerî birlikle karşılaşınca, esir edilmiş.
Böylece Sadi için yedi yıl sürecek esirlik günleri başlamış. Akka Kalesi zindanında yatmış.
Tam yedi yıl kale çevresini saran hendeklerin kazılmasında, çamurdan kerpiç yapılması gibi çeşitli işlerde köle olarak çalıştırılmış.
O günlerinde yazdığı şiirde şöyle sesleniyor:
Ey misler kokan bahar rüzgârı
Oralara yolun düşerse eğer
Yani bizim taraflara, Şiraz’a doğru
Herkese benden haberler ver
Söyle buralarda esir olduğumu
Derken ticaret için Akka’ya gelen Müslüman bir tüccar Sadi’yi ve diğer esir Müslümanları satın alarak esaretten kurtarmış.
Sadi’deki bilgeliği farkedince, Sadi’yi evine almış. Sonrasında da kızıyla evlendirmiş.
Ama karısının bitmeyen dırdırı ve vırvırı, Sadi’nin evi terketmesiyle sonuçlanmış.
Böylece, Sadi derdinden Derviş olup yollara düşünce, dünyamız bir şair - filozof daha kazanmış.
Pek emin değilim ama sanki böyle bir şeyler kalmış gibi aklımda:
“Evdekinin dırdırı adamı filozof yapar!”
Kimbilir, belki yanlış hatırlıyorumdur.
Derviş Sadi Mısır’a, Hindistan’a gitmiş. İnsanları tanımış, dinlemiş. Geleneklerini, dinlerini öğrenmiş.
Ve derken ülkesine ve yıllardır uzak kaldığı Şiraz’a dönmüş. Artık Moğol tehlikesi de yokmuş.
Yılların yorgunluğuyla artık dinlenmeye, etliye sütlüye karışmamaya karar vermiş.
Böylece kimseye karışmaz ve kimseyle görüşmezken bir arkadaşı ona ısrarla, birikimini kendisine saklamayıp bilgisi ve görgüsüyle insanları aydınlatması gerektiğini söylemiş.
Bu dost, bir defasında bütün bir gece boyunca Sadi’yle bu meseleyi konuşmuş. Sadi’yi, insanları aydınlatmak için çalışmaya ikna etmekle uğraşmış.
O geceyi Sadi şöyle anlatıyor:
- Gece birlikte bir bağdaydık. Gönül açan ağaçlar birbirine sarılmıştı. Yerlere mineler saçılmış, göğe sanki Süreyya yıldızının gerdanlığı asılmıştı.
Bahçede Ab-ı Hayat’a benzeyen buz gibi sular akıyordu. Renk renk çiçekler ve meyveler arasında çimlere serdiğimiz halılar üzerinde oturduk.
Sabah oldu. Geri döneceğiz. Baktım dostum kucağını güllerle doldurmuş, evine götürecek.
Ona dedim ki: “Boşuna taşıma onları. Çiçeklerin ömrü kısa olur. Ne gül kalır ne bahçe. Ermişlerin sözüdür: Geçici şeylere gönül verme!”
Dostum sordu: “Peki, ne yapayım o halde?”
Cevap olarak: “Dediğini tutacağım. İnsanlardan kaçmayacağım. Gönülleri açan, ruhları saran bir kitap yazacağım adı “Gül Bahçesi” olacak.
Öyle bir kitap olacak ki Sonbahar rüzgârı ona hiç dokunamayacak, hep ter-ü taze kalacak. Solmayacak, sararmayacak. Dedim.”
Dostum bunları duyunca kucağındaki gülleri yere döktü, ellerime sarıldı.
Birkaç gün sonra Gülistan’ın yazdığım ilk sayfalarını temize çekerek dostuma verdim.
İşte Sadi’nin hayatı ve Gülistan’ın yazılış hikâyesi kısaca böyle.
Sadi, Gül Bahçesi’nde, başından geçen veya başkalarından duyduğu bir olayı kısa olarak anlatır önce.
Sonra bu hikâyeden hisse çıkarır ve okura basit yol gösteren, akılda kalıcı, kısa bir yorum yapar.
Bazen, kıssadan hisseye, dostlarının yaptığı itirazları ekler ve onların itirazlarından da hisse çıkarır ve bunları da okura aktarır.
Sadi’nin kitabı, yaşadığı çağın gereği devlet büyüğüne, yani Sultan’a ithaf ve takdim edilmiş olmasına rağmen, hikâyelerde sultanları ve idarecileri çekinmeden eleştirmiştir.
Hikâyeleri, şiirleriyle süsler.
İşte Gülistan’dan kısa iki hikâye:
HİKÂYE
Bir gün Bağdat’a bir derviş gelmiş. Derviş’in her duasının kabul edildiğini duyan Bağdat Valisi Zalim Haccac onu çağırmış ve Derviş’e:
“Benim için bir hayırlı bir dua et,” demiş.
Derviş dua etmiş: “Allah’ım bu adamın canını al!”
Zalim Haccac kızmış: “Bu nasıl hayırlı dua!”
Derviş: “Bu hem senin için hem de halk için hayırlı bir duadır,” diye cevap vermiş.
ŞİİR
Ey emri altındakileri inciten
Bu hâl bakalım ne kadar sürecek
Sana yakışmıyor hükûmet etmek
Ölmen daha iyidir halka zulmünden
HİKÂYE
Bir yıl için dünya işlerinden el ayak çekip Şam’daki Yahya Peygamber’in mezarının bulunduğu camide inzivaya çekilmiştim.
Bir gün insafsızlığıyla şöhretli bir Arap Emiri camiye geldi, namaz kıldı.
Bana dedi ki: “Zorlu bir düşmanım var. Bana öyle bir himmette bulun ki bu düşmandan bana zarar gelmesin.”
Ona dedim ki: “Sen zayıf halka karşı merhametli olursan, o zorlu düşmanın da sana merhametli olur.”
ŞİİR
kolu güçlü olan
yanlış yapar bir zavallının kırarsa kolunu
korksun düşkünlere acımayan
fenalık tohumları eken biri
hiç iyilik biçebilir mi
boşa yorma kafanı, saçma şey bu
ham hayaldir düşünmek böylesini
çıkar kulağından pamuğu,
duy halkın ne istediğini, ne söylediğini
halkın işini gör
halkın işini adaletle gör
eğer adaletle görmezsen halkın işini
göreceksin adalet gününün geldiğini
ızdırabını duymazsan başkasının
hiçbir zaman insan olamazsın.
Bağımsızlık ve Hürriyet Benim Karekterimdir - Haziran 2010
BAĞIMSIZLIK ve HÜRRİYET BENİM KAREKTERİMDİR
05 Haziran 2010, 11:20
HALİT ANGINER
Son bir ayda iki bayram yaşadık: Birincisi 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı, ikincisi ise 19 Mayıs Atatürk'ü Anma ve Gençlik ve Spor Bayramı.
19 Mayıs, başkenti işgal edilmiş, ordusu dağıtılmış, işgalcileri tarafından parçalara bölünen bir ülkenin kurtuluşu yolunda ilk adımın atıldığı tarihtir.
23 Nisan ise, esarete, başkaları tarafından yönetilmeye “hayır” diyen bir halkın vatanında egemenliğini ilan ettiği gündür.
Üç yıl süren Bağımsızlık Savaşı'nda çağının güçlü ordularına dişiyle, tırnağıyla direnen yokluklar içindeki Türkiye halkı, o günlerde;
“MUHTAÇ OLDUĞU KUDRET”i, kendi damarlarında aradı, buldu ve zafere ulaştı.
Savaş sonrası, bu iki önemli gün bayram olarak ilan edildi ve çok anlamlı olarak, uğrunda onca fedakârlıklara katlanılan ülkenin çocuklarına ve gençlerine armağan edildiler.
Öğrencilik yıllarımda bütün öğrenciler gibi bu Bayramların kutlamalarına katıldım.
O günlerden aklımda kalan unutamadığım anlar, yolun her iki yanını dolduran halkın alkışlarla karşıladığı tören geçişlerimizdir.
Stadyumdaki gösterilerde de çok alkış alırdık. Bayılırdık bu alkışlara.
Bazı şeyler canımızı sıkardı. Mesela, sayın büyüklerimiz, saatler sürüyormuş gibi gelen uzun nutuklar atarlardı.
Bu nutuklar sürerken, 23 Nisan’sa soğukta üşür, 19 Mayıs ise güneş altında yanardık.
Niye bu kadar uzun konuşulur diye kızardık.
Bugün dahi törenleri, bu yüzden, televizyonda bile izlemeye dayanamıyorum, çoğu zaman.
Hamasi nutuklardan sıkılıyorum, hele yöneticilerin çocuklara yerlerini bırakırken yaptıkları davranışlara hiç katlanamıyorum.
Çocuklara, büyümüş de küçülmüş tavrıyla yaklaşılmasına, sürekli çocukluklarının vurgulanmasına çok kızıyorum.
Çocukların yapmacık aferinlerle, abartılarla ödüllendirilmesine tahammül edemiyorum.
Bıraksalar da bu güzel Bayramları çocuklar ve gençler kendileri kutlasalar, acaba daha mı iyi olur?!
Bağımsızlık, özgürlük kelimeleri acaba onların sahipliği ile daha mı anlam kazanır, sahiplenilir?!
Son zamanlarda, pek çok şeyde olduğu gibi kelimelerin de anlamları değişir oldu.
Örneğin “bağımsızlık” sözcüğünün ne anlama geldiğini anlayamaz oldum. Mesela, ne demek “egemenlik”?
23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı'yla, Millî Kurtuluş'un ilk adımı olan 19 Mayıs Atatürk'ü Anma ve Gençlik ve Spor Bayramı arasında bir gün gazetelerde bir haber yer aldı:
“Eski başbakan Tansu Çiller siyasete dönebilmek için nabız yokluyor.”
Bu oldukça normal bir haber değil mi?
Ama nabzı nerede yokluyormuş: Amerika’da!!
Amerika’da lobiler aracılığı ile Amerikan yönetiminin kendisine destek olma konusunda düşüncelerini öğrenecekmiş.
Habere göre, Amerikan yönetimi, Türkiye’nin şimdiki yöneticilerinden vazgeçip yeni arayışlara girmiş.
Sayın Çiller 90'lı yılların başında parti başkanlığına seçildiğinde, haberi Yonge Caddesi'ndeki iş yerimde, bir Fax-Haber’den almıştım.
Haber şöyle duyurulmuştu:
“Our boys did it!”
Tanıdık bir ifade değil mi?
Sayın Sarıgül de yeni kuracağı parti için Amerika’ya gitmiş, nabız yoklamış.
Rahmetli Turgut Özal’da parti kurmazdan önce Amerika’ya gitmiş, orada uzun süre kalmıştı.
O zaman gazeteler sayın Özal’ın Amerika’ya zayıflamak için gittiğini; çünkü seçmenin zayıf adayları tercih edip oy verdiğini yazıyordu.
Amerika dönüşünde kurduğu parti, seçimleri umulmadık bir çoğunlukla kazanarak iktidara geçti ve Özal, başbakan ve başkan olarak Türkiyeyi 10 yıl yönetti.
Özal’ın iktidarı kendilerinden seçimle devir aldığı komutanlar darbe ile yönetime el koyduklarında, Amerikan yöneticileri darbe haberini şu sözlerle karşılamışlardı:
“Our boys did it!”
Ankara’da, bir devlet kuruluşunda çalışmaya başlamıştım. Müdürüm bir gün şöyle bir şeyler anlattı:
“Devlet dairelerinden, benimle birlikte birkaç kişi daha seçilerek Amerika’ya gönderildik. İçimizden Süleyman Bey'in (Demirel) şansı varmış, o başbakan oldu.”
Gazetelere bakıyor ve yazılanlardan şu anlamları çıkarıyorum: İktidar yanlıları Amerika bizi tutuyor derken, muhalefet Amerika iktidardan yüz çeviriyor diyor.
Amerika iktidardan yüz çevirirse muhalefeti destekleyecek yani. Bütün olan biten bu yüzdenmiş.
Görünüşte herkes Amerika’ya karşı. Ülke Bağımsız. Söylemlere göre bağımsızlıktan taviz verilmiyor.
Ama sanki karşı oldukları Amerika’ya söylenmek istenen şey şu: “Rakibimden desteğini çek. Beni destekle. Benimle daha iyi anlaşırsın.”
Millî Mücadele'nin başlangıcında, Kuvayyi Milliyecilere karşı çıkan ve doğrudan:
“Biz kendi başımızın çaresine bakamayız, onun için filanca ülke bize vasi olsun, bizi falanca ülke idare etsin.” diyen mandacılar vardı.
Millî Mücadele'den 90 yıl sonra varılan noktada ise, bir yerlerde nabız yoklayarak ülkeyi yönetmek için icazet peşinde koşanlar varmış gibi görünüyor.
Acaba Cumhuriyet’in kurucuları bu iki özel günü çocuklara ve gençlere emanet ve armağan ederken bir gün bütün bunların olacağını tahmin mi ediyorlardı?
Egemenlik ve Gençlik Bayramlarının kutlanması tamamen çocuklara ve gençlere bırakılsın.
Hiç değilse;
“Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir.”
“Bağımsızlık ve Hürriyet Benim Karakterimdir.” söylemleri, birinci vazifesi ülkesinin bağımsızlığını korumak ve savunmak olan genç yüreklerde doğru bir ifade hâline gelir.
05 Haziran 2010, 11:20
HALİT ANGINER
Son bir ayda iki bayram yaşadık: Birincisi 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı, ikincisi ise 19 Mayıs Atatürk'ü Anma ve Gençlik ve Spor Bayramı.
19 Mayıs, başkenti işgal edilmiş, ordusu dağıtılmış, işgalcileri tarafından parçalara bölünen bir ülkenin kurtuluşu yolunda ilk adımın atıldığı tarihtir.
23 Nisan ise, esarete, başkaları tarafından yönetilmeye “hayır” diyen bir halkın vatanında egemenliğini ilan ettiği gündür.
Üç yıl süren Bağımsızlık Savaşı'nda çağının güçlü ordularına dişiyle, tırnağıyla direnen yokluklar içindeki Türkiye halkı, o günlerde;
“MUHTAÇ OLDUĞU KUDRET”i, kendi damarlarında aradı, buldu ve zafere ulaştı.
Savaş sonrası, bu iki önemli gün bayram olarak ilan edildi ve çok anlamlı olarak, uğrunda onca fedakârlıklara katlanılan ülkenin çocuklarına ve gençlerine armağan edildiler.
Öğrencilik yıllarımda bütün öğrenciler gibi bu Bayramların kutlamalarına katıldım.
O günlerden aklımda kalan unutamadığım anlar, yolun her iki yanını dolduran halkın alkışlarla karşıladığı tören geçişlerimizdir.
Stadyumdaki gösterilerde de çok alkış alırdık. Bayılırdık bu alkışlara.
Bazı şeyler canımızı sıkardı. Mesela, sayın büyüklerimiz, saatler sürüyormuş gibi gelen uzun nutuklar atarlardı.
Bu nutuklar sürerken, 23 Nisan’sa soğukta üşür, 19 Mayıs ise güneş altında yanardık.
Niye bu kadar uzun konuşulur diye kızardık.
Bugün dahi törenleri, bu yüzden, televizyonda bile izlemeye dayanamıyorum, çoğu zaman.
Hamasi nutuklardan sıkılıyorum, hele yöneticilerin çocuklara yerlerini bırakırken yaptıkları davranışlara hiç katlanamıyorum.
Çocuklara, büyümüş de küçülmüş tavrıyla yaklaşılmasına, sürekli çocukluklarının vurgulanmasına çok kızıyorum.
Çocukların yapmacık aferinlerle, abartılarla ödüllendirilmesine tahammül edemiyorum.
Bıraksalar da bu güzel Bayramları çocuklar ve gençler kendileri kutlasalar, acaba daha mı iyi olur?!
Bağımsızlık, özgürlük kelimeleri acaba onların sahipliği ile daha mı anlam kazanır, sahiplenilir?!
Son zamanlarda, pek çok şeyde olduğu gibi kelimelerin de anlamları değişir oldu.
Örneğin “bağımsızlık” sözcüğünün ne anlama geldiğini anlayamaz oldum. Mesela, ne demek “egemenlik”?
23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı'yla, Millî Kurtuluş'un ilk adımı olan 19 Mayıs Atatürk'ü Anma ve Gençlik ve Spor Bayramı arasında bir gün gazetelerde bir haber yer aldı:
“Eski başbakan Tansu Çiller siyasete dönebilmek için nabız yokluyor.”
Bu oldukça normal bir haber değil mi?
Ama nabzı nerede yokluyormuş: Amerika’da!!
Amerika’da lobiler aracılığı ile Amerikan yönetiminin kendisine destek olma konusunda düşüncelerini öğrenecekmiş.
Habere göre, Amerikan yönetimi, Türkiye’nin şimdiki yöneticilerinden vazgeçip yeni arayışlara girmiş.
Sayın Çiller 90'lı yılların başında parti başkanlığına seçildiğinde, haberi Yonge Caddesi'ndeki iş yerimde, bir Fax-Haber’den almıştım.
Haber şöyle duyurulmuştu:
“Our boys did it!”
Tanıdık bir ifade değil mi?
Sayın Sarıgül de yeni kuracağı parti için Amerika’ya gitmiş, nabız yoklamış.
Rahmetli Turgut Özal’da parti kurmazdan önce Amerika’ya gitmiş, orada uzun süre kalmıştı.
O zaman gazeteler sayın Özal’ın Amerika’ya zayıflamak için gittiğini; çünkü seçmenin zayıf adayları tercih edip oy verdiğini yazıyordu.
Amerika dönüşünde kurduğu parti, seçimleri umulmadık bir çoğunlukla kazanarak iktidara geçti ve Özal, başbakan ve başkan olarak Türkiyeyi 10 yıl yönetti.
Özal’ın iktidarı kendilerinden seçimle devir aldığı komutanlar darbe ile yönetime el koyduklarında, Amerikan yöneticileri darbe haberini şu sözlerle karşılamışlardı:
“Our boys did it!”
Ankara’da, bir devlet kuruluşunda çalışmaya başlamıştım. Müdürüm bir gün şöyle bir şeyler anlattı:
“Devlet dairelerinden, benimle birlikte birkaç kişi daha seçilerek Amerika’ya gönderildik. İçimizden Süleyman Bey'in (Demirel) şansı varmış, o başbakan oldu.”
Gazetelere bakıyor ve yazılanlardan şu anlamları çıkarıyorum: İktidar yanlıları Amerika bizi tutuyor derken, muhalefet Amerika iktidardan yüz çeviriyor diyor.
Amerika iktidardan yüz çevirirse muhalefeti destekleyecek yani. Bütün olan biten bu yüzdenmiş.
Görünüşte herkes Amerika’ya karşı. Ülke Bağımsız. Söylemlere göre bağımsızlıktan taviz verilmiyor.
Ama sanki karşı oldukları Amerika’ya söylenmek istenen şey şu: “Rakibimden desteğini çek. Beni destekle. Benimle daha iyi anlaşırsın.”
Millî Mücadele'nin başlangıcında, Kuvayyi Milliyecilere karşı çıkan ve doğrudan:
“Biz kendi başımızın çaresine bakamayız, onun için filanca ülke bize vasi olsun, bizi falanca ülke idare etsin.” diyen mandacılar vardı.
Millî Mücadele'den 90 yıl sonra varılan noktada ise, bir yerlerde nabız yoklayarak ülkeyi yönetmek için icazet peşinde koşanlar varmış gibi görünüyor.
Acaba Cumhuriyet’in kurucuları bu iki özel günü çocuklara ve gençlere emanet ve armağan ederken bir gün bütün bunların olacağını tahmin mi ediyorlardı?
Egemenlik ve Gençlik Bayramlarının kutlanması tamamen çocuklara ve gençlere bırakılsın.
Hiç değilse;
“Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir.”
“Bağımsızlık ve Hürriyet Benim Karakterimdir.” söylemleri, birinci vazifesi ülkesinin bağımsızlığını korumak ve savunmak olan genç yüreklerde doğru bir ifade hâline gelir.
Dostluğa ve Aşka dair - Temmuz 2010
Dostluğa ve aşka dair
06 Temmuz 2010, 11:42
HALİT ANGINER
“koyver kendini ey tomurcuk
bırak kalbin çatlasın”
Tagore
Doğa uyanırken söğüt dalları önce kırmızılaştı, derken sarardı ve sonrasında yeşillere büründü.
Ardından yüreği kaplayan buzların kırılma anı: Doğadaki her şey gibi yürekler de ısındı. Gökyüzü uçuşan kuşlar, böcekler ve şarkılarla doldu.
Klavyenin başına oturmuş yazıyordum.
Noktayı koyup yazıyı bitirmiştim ki, bir küçük yaz bulutuna kapıldım. Öyle yavaş salınıyor, öyle tatlı akıyordu ki içimi şiirlerle doldurdu.
“bir türkü üfledim, uçuştu havada
uzaklara düştü, bilemedim nereye
öyle güçlü görüş olabilir mi insanda
ki yetişebilsin uçuşan bir türküye” *
- ah, bir şarkı nereye gidebilir
dolanır mı saçları arasında bir dostun,
okşayarak yüzünü
gönlündeki hayallere karışarak
göğsüne dolar mı
- bir şarkı nasıl takip edilebilir
nereye sürükler insanı
dalgalar arasında
dümensiz sallanmak
hayaller arasında
anlamsız koşmak
boşuna macera
- böyle söylesen de
ne aradığını biliyorsun sen
bulutlara üflediğin
türkünün peşindesin
- nasıl bulunur peki
bulutlara üflenen türkü
kuşları mı takip etmeli, düşleri mi
- takip etmelisin mesela yüreğini
birkaç mısra bulursun hiç değilse
arayan derviş muradına erermiş:
“buldum sonunda şarkımı
başından sonuna tastamam
bir dostun kalbinde”
Bir heyecan kaplar kalpleri bu mevsimde; ve tomurcukların yanı sıra kalpler de çatlar, açılır dünyaya, şiirler boşalır.
Şarkılar söylenir havaya. İnsanın aklı, üflenen, bulutlara karışan şarkıya takılabilir.
Uçan, giden, kaybolan şarkının peşinde, hayallerin labirentinde yollara düşülür. Nereye kadar?
Şarkının kalbine sığındığı dost bulunana kadar.
Dostluk ve aşk deyince akla geliveren, aşkın ve dostluğun tükenmeyen kaynağı Mevlana nasıl sesleniyor, duymamak mümkün mü:
Ey boyuyla, o güzelim dudaklarıyla
beni kendine hayran eden;
şehla nergislerinin gamzeleri
kul edip sevdana
yok ederken beni
dökülen saçların gibi
kıvır kıvır kıvranıyorum
öpmek için ayaklarını
sema’da dönerken
kulaklarıma ulaşan nağmelerinle
mest olup kendimden geçmişken:
canımı mı istiyorsun, söyle bana
al, senin olsun
yapacağım ne istersen
gamzelerindeki ima
çelişkilere düşürüyor âşığını
ve aşkının yakıcılığı
ortalığa inciler saçar gibi
yaşlar yağdırıyor
gözlerimden yanaklarıma
sevdanın ateşinden her yana
alevler saçılıyor
Türkiye mozaiğinden bir parça daha koptu
Kırk küsur yıl aynı gazetede, aynı köşede yazdığı hâlde, aynı tatla okunabilen Türk basınının çizgisi hep aynı kalmış, o kadar yıla karşın hiç yaşlanmayan her dem taze olan bir yazardı İlhan Selçuk. Hiç modası geçmedi.
Türk ve Doğu folklörü, halk hikâyelerinin yanı sıra Batı kültürüyle harmanlanmış, bilgelik taşan yazıları, yediden yetmişe her yaştan okur tarafından aynı duygularla rahatlıkla okunabilir ve anlaşılırdı.
Yurt sevgisiyle örülü yazarlık macerası onun bazen işkence odalarında misafir edilmesine neden olmuştur:
“Gözlerim bağlı olduğundan hiçbir şey görmüyordum. Birileri beni yere yatırmış, çoraplarımı çıkarmışlardı.
Ayak bileklerime bir alet geçirilmişti.
Bir manivelanın ya da vidanın sıkıştırıldığını duyumsuyordum.
Bacaklarımı kıpırdatamaz oldum. Sonra tabanlarıma sopa vurulmaya başlandı.
Kendimi acıya katlanabilir sanırdım. Ancak falakanın verdiği acı hiçbir acıyla kıyaslanamaz.
Taa kemiklerine işleyen bir acı duyuyor insan.
Başlangıçta bağırmamak için kendimi tutuyor, dişlerimi sıkıyordum. Ama sonra kendimi bıraktım; çünkü ne kadar çabalarsan çabala sesine gem vuramıyorsun.”
İşkencecilerini bağışladı İlhan Selçuk. Onları Anadolu ozanlarının şiirleri, Anadolu erenlerinin söylemleri, halkın meseleleriyle eleştirdi.
Son gelirken şöyle veda etti okurlarına:
“Pazartesi günü kalp ameliyatı olacağım. Söylendiğine göre epeyi gıllıgışlı bir operasyonmuş.
Nalları dikmezsem daha görüşürüz.
Dikersem, ne kadar kusurum olmuşsa affola.
Her ikisine de eyvallah”
İlhan Selçuk 85 yaşındaydı.
* Longfellow
06 Temmuz 2010, 11:42
HALİT ANGINER
“koyver kendini ey tomurcuk
bırak kalbin çatlasın”
Tagore
Doğa uyanırken söğüt dalları önce kırmızılaştı, derken sarardı ve sonrasında yeşillere büründü.
Ardından yüreği kaplayan buzların kırılma anı: Doğadaki her şey gibi yürekler de ısındı. Gökyüzü uçuşan kuşlar, böcekler ve şarkılarla doldu.
Klavyenin başına oturmuş yazıyordum.
Noktayı koyup yazıyı bitirmiştim ki, bir küçük yaz bulutuna kapıldım. Öyle yavaş salınıyor, öyle tatlı akıyordu ki içimi şiirlerle doldurdu.
“bir türkü üfledim, uçuştu havada
uzaklara düştü, bilemedim nereye
öyle güçlü görüş olabilir mi insanda
ki yetişebilsin uçuşan bir türküye” *
- ah, bir şarkı nereye gidebilir
dolanır mı saçları arasında bir dostun,
okşayarak yüzünü
gönlündeki hayallere karışarak
göğsüne dolar mı
- bir şarkı nasıl takip edilebilir
nereye sürükler insanı
dalgalar arasında
dümensiz sallanmak
hayaller arasında
anlamsız koşmak
boşuna macera
- böyle söylesen de
ne aradığını biliyorsun sen
bulutlara üflediğin
türkünün peşindesin
- nasıl bulunur peki
bulutlara üflenen türkü
kuşları mı takip etmeli, düşleri mi
- takip etmelisin mesela yüreğini
birkaç mısra bulursun hiç değilse
arayan derviş muradına erermiş:
“buldum sonunda şarkımı
başından sonuna tastamam
bir dostun kalbinde”
Bir heyecan kaplar kalpleri bu mevsimde; ve tomurcukların yanı sıra kalpler de çatlar, açılır dünyaya, şiirler boşalır.
Şarkılar söylenir havaya. İnsanın aklı, üflenen, bulutlara karışan şarkıya takılabilir.
Uçan, giden, kaybolan şarkının peşinde, hayallerin labirentinde yollara düşülür. Nereye kadar?
Şarkının kalbine sığındığı dost bulunana kadar.
Dostluk ve aşk deyince akla geliveren, aşkın ve dostluğun tükenmeyen kaynağı Mevlana nasıl sesleniyor, duymamak mümkün mü:
Ey boyuyla, o güzelim dudaklarıyla
beni kendine hayran eden;
şehla nergislerinin gamzeleri
kul edip sevdana
yok ederken beni
dökülen saçların gibi
kıvır kıvır kıvranıyorum
öpmek için ayaklarını
sema’da dönerken
kulaklarıma ulaşan nağmelerinle
mest olup kendimden geçmişken:
canımı mı istiyorsun, söyle bana
al, senin olsun
yapacağım ne istersen
gamzelerindeki ima
çelişkilere düşürüyor âşığını
ve aşkının yakıcılığı
ortalığa inciler saçar gibi
yaşlar yağdırıyor
gözlerimden yanaklarıma
sevdanın ateşinden her yana
alevler saçılıyor
Türkiye mozaiğinden bir parça daha koptu
Kırk küsur yıl aynı gazetede, aynı köşede yazdığı hâlde, aynı tatla okunabilen Türk basınının çizgisi hep aynı kalmış, o kadar yıla karşın hiç yaşlanmayan her dem taze olan bir yazardı İlhan Selçuk. Hiç modası geçmedi.
Türk ve Doğu folklörü, halk hikâyelerinin yanı sıra Batı kültürüyle harmanlanmış, bilgelik taşan yazıları, yediden yetmişe her yaştan okur tarafından aynı duygularla rahatlıkla okunabilir ve anlaşılırdı.
Yurt sevgisiyle örülü yazarlık macerası onun bazen işkence odalarında misafir edilmesine neden olmuştur:
“Gözlerim bağlı olduğundan hiçbir şey görmüyordum. Birileri beni yere yatırmış, çoraplarımı çıkarmışlardı.
Ayak bileklerime bir alet geçirilmişti.
Bir manivelanın ya da vidanın sıkıştırıldığını duyumsuyordum.
Bacaklarımı kıpırdatamaz oldum. Sonra tabanlarıma sopa vurulmaya başlandı.
Kendimi acıya katlanabilir sanırdım. Ancak falakanın verdiği acı hiçbir acıyla kıyaslanamaz.
Taa kemiklerine işleyen bir acı duyuyor insan.
Başlangıçta bağırmamak için kendimi tutuyor, dişlerimi sıkıyordum. Ama sonra kendimi bıraktım; çünkü ne kadar çabalarsan çabala sesine gem vuramıyorsun.”
İşkencecilerini bağışladı İlhan Selçuk. Onları Anadolu ozanlarının şiirleri, Anadolu erenlerinin söylemleri, halkın meseleleriyle eleştirdi.
Son gelirken şöyle veda etti okurlarına:
“Pazartesi günü kalp ameliyatı olacağım. Söylendiğine göre epeyi gıllıgışlı bir operasyonmuş.
Nalları dikmezsem daha görüşürüz.
Dikersem, ne kadar kusurum olmuşsa affola.
Her ikisine de eyvallah”
İlhan Selçuk 85 yaşındaydı.
* Longfellow
60 Derece Fark - Ağustos 2010
60 DERECE FARK
05 Ağustos 2010, 12:51
Yazan: HALİT ANGINER
Aç ve iyi beslenemeyen insan sayısı bir milyarı buldu - (Gazeteler)
Bir dokümanter film izledim: Japonya’da maymunlar kış gelip her taraf kar ve buzla kaplandığında, sıcak bir su kaynağında suyun içine giriyorlar; böylece soğuktan korunuyor ve ısınıyorlar.
Peki, tabiatın sunduğu bu lütuftan bütün maymun kabilesi yararlanabiliyor mu? Maalesef hayır!
Klanda sözü geçen, statü sahibi bir maymunun ailesi; hanımlar, kardeşler, çocuklar, burunlarına kadar sıcak suyun içine girmiş ısınıyorlar.
Aşağı tabakadan olanlar, yani gariban maymunlar dışarıda buzların içinde tir tir titreyerek hamam keyfi yapan asil maymunları izliyorlar.
Suyun sıcaklığı + 40 C derece. Dışarıdaki hava – 20 C derece.
Dışarıdaki maymun – 20 derecede titrerken, sudaki maymun + 40 derecede terliyor.
Yani asil ile gariban arasında tam 60 derece sıcaklık farkı var.
Ara sıra gariban sınıfından bir yavru maymun, yavaş yavaş sokularak ayağının ucunu sıcak suya sokacak oluyor.
Aynı anda suyun içindeki asillerden biri dişlerini bütün korkunçluğuyla göstererek onu sudan dışarı kovalıyor.
Gariban yavru anasının yanına kaçıyor, ona sokuluyor. Ana oğul suyun içindekilere bakarak birlikte titreşmeye devam ediyorlar.
Ana oğulun bakışlarında, inanılmaz bir tevekkül var.
Oysa suyun içinde hepsine yetecek, hatta artacak kadar yer bulunuyor.
Kabiledeki tüm maymunlar suya girebilir, böylece ısınırlar, yavrular hastalanmaz ya da soğuktan donup ölmez.
Bu acımasızlığı görünce insanın içinde ister istemez bir isyan dalgası kabarıyor.
Dışarıdakiler daha kalabalık. El ele verip yürüseler sudakileri dışarı atıp onların yerine geçebilirler.
Asil maymunları soğuğun acımasızlığına kovalayıp kendilerini suyun sıcacık koynuna bırakabilirler.
Ama garibanlar, sessiz, kadere razı, oracıkta çoluk çocuk titreşerek dikilip duruyorlar.
Yağan kar kafalarını, omuzlarını örterken, yüzlerindeki tüyler buz tutmuş bir hâlde birbirlerine sokuluyorlar.
Neyse ki film bitti ve vicdanlarımız bu azaba daha fazla katlanmaktan kurtuldu.
Orman burası. Ormanda: “Orman Kanunları” geçerli.
Bize en çok benzeyen bu primatlardan farklı olarak biz, insanoğulları, inanılmaz bir uygarlık yarattık.
Uygarlığımızın vardığı noktada, Orman Yasalarının yerine bireylerin, yani her birimizin haklarını, özgürlüklerini koruyan sayısız maddeleri taşıyan yasalar yaptık.
Dedik ki kimse itilip kakılmasın, yaşama hakkı elinden alınmasın;
Kimse dünyamızın ve uygarlığın bize verdiği nimetlerden mahrum bırakılmasın;
Çocuklar aç kalmasın. Çocuklar soğukta kalıp hastalanmasın;
Birkaç güçlü her şeye sahip olup gariban çoğunluğu aç açık yaşamaya mahkûm etmesin;
Yani artık “Orman Yasaları” değil, “Uygarlık Yasaları” geçerli olsun, dedik.
Hatta hayvanların haklarını tanıdık. Onlara eziyeti, zulmü yasakladık.
Peki; bütün bunlara, hayatımızı kolaylaştıran onca araca gerece, alet edevata, yasalara, yasaları uygulayan kurumlara, kendi seçtiğimiz hükûmetlere, bizlerin iyiliği için kuram geliştiren bunca filozofa, bilim adamlarına, dinlere, din adamlarına karşılık durum nasıl?
Tüm bunlara sahipken ne kadar adalet, eşitlik ve özgürlük içinde yaşıyoruz?
Oylarımızla iktidara gelenler, kısa sürede, iktidar olmanın ballı nimetlerinin tadına varınca başka türlü düşünmeye başlamıyorlar mı?
Yandaşlarını devletin her kademesine yerleştiriyorlar.
İktidarlarından kazanç sağlayan gruplarla iş birliğine giriyorlar.
Böylece iktidar ve etrafında, ülkedeki zenginliklerin paylaşıldığı bir grup oluşuyor.
Bu duruma karşı koyanları, yani muhalefeti, ellerindeki devlet gücü ve yandaş imkânlarıyla susturuyorlar.
Televizyon, gazete, film, radyo propaganda bombardımanıyla insanların beyinleri yıkanıyor.
Uydurma haberler ve telkinlerle korkutulan ve kandırılan kitlelerin oyları alınarak iktidarda kalmanın demokratik yolu da bulunuyor.
Ve insanoğlu giderek tepkisizleştiriliyor. Buz gibi soğuk havada titreyerek sıcak suyun içindeki hemcinslerine bakan maymun misali, mütevekkil, çaresiz, dünya nimetlerinin bir avuç insan tarafından yağma edilişini izliyor.
Savaşların, uydurma dayatmaların, korkutmaların amacı dünyanın zenginliklerine el koymak, nimetlerini sahiplenmek, güzellikleri zimmete geçirmek değil mi?
Çekilen acıların, sefaletin, cinayetlerin nedeni bu bitmeyen yağma ve bunu besleyen doymak bilmez iştiha değil mi?
Oysa;
dünya öylesine büyük,
öyle güzel,
öyle sonsuz ki
deniz kıyılarında
her gece hepimiz
yan yana uzanıp yaldızlı kumlarda,
yıldızlı suların türküsünü
dinleyebiliriz
05 Ağustos 2010, 12:51
Yazan: HALİT ANGINER
Aç ve iyi beslenemeyen insan sayısı bir milyarı buldu - (Gazeteler)
Bir dokümanter film izledim: Japonya’da maymunlar kış gelip her taraf kar ve buzla kaplandığında, sıcak bir su kaynağında suyun içine giriyorlar; böylece soğuktan korunuyor ve ısınıyorlar.
Peki, tabiatın sunduğu bu lütuftan bütün maymun kabilesi yararlanabiliyor mu? Maalesef hayır!
Klanda sözü geçen, statü sahibi bir maymunun ailesi; hanımlar, kardeşler, çocuklar, burunlarına kadar sıcak suyun içine girmiş ısınıyorlar.
Aşağı tabakadan olanlar, yani gariban maymunlar dışarıda buzların içinde tir tir titreyerek hamam keyfi yapan asil maymunları izliyorlar.
Suyun sıcaklığı + 40 C derece. Dışarıdaki hava – 20 C derece.
Dışarıdaki maymun – 20 derecede titrerken, sudaki maymun + 40 derecede terliyor.
Yani asil ile gariban arasında tam 60 derece sıcaklık farkı var.
Ara sıra gariban sınıfından bir yavru maymun, yavaş yavaş sokularak ayağının ucunu sıcak suya sokacak oluyor.
Aynı anda suyun içindeki asillerden biri dişlerini bütün korkunçluğuyla göstererek onu sudan dışarı kovalıyor.
Gariban yavru anasının yanına kaçıyor, ona sokuluyor. Ana oğul suyun içindekilere bakarak birlikte titreşmeye devam ediyorlar.
Ana oğulun bakışlarında, inanılmaz bir tevekkül var.
Oysa suyun içinde hepsine yetecek, hatta artacak kadar yer bulunuyor.
Kabiledeki tüm maymunlar suya girebilir, böylece ısınırlar, yavrular hastalanmaz ya da soğuktan donup ölmez.
Bu acımasızlığı görünce insanın içinde ister istemez bir isyan dalgası kabarıyor.
Dışarıdakiler daha kalabalık. El ele verip yürüseler sudakileri dışarı atıp onların yerine geçebilirler.
Asil maymunları soğuğun acımasızlığına kovalayıp kendilerini suyun sıcacık koynuna bırakabilirler.
Ama garibanlar, sessiz, kadere razı, oracıkta çoluk çocuk titreşerek dikilip duruyorlar.
Yağan kar kafalarını, omuzlarını örterken, yüzlerindeki tüyler buz tutmuş bir hâlde birbirlerine sokuluyorlar.
Neyse ki film bitti ve vicdanlarımız bu azaba daha fazla katlanmaktan kurtuldu.
Orman burası. Ormanda: “Orman Kanunları” geçerli.
Bize en çok benzeyen bu primatlardan farklı olarak biz, insanoğulları, inanılmaz bir uygarlık yarattık.
Uygarlığımızın vardığı noktada, Orman Yasalarının yerine bireylerin, yani her birimizin haklarını, özgürlüklerini koruyan sayısız maddeleri taşıyan yasalar yaptık.
Dedik ki kimse itilip kakılmasın, yaşama hakkı elinden alınmasın;
Kimse dünyamızın ve uygarlığın bize verdiği nimetlerden mahrum bırakılmasın;
Çocuklar aç kalmasın. Çocuklar soğukta kalıp hastalanmasın;
Birkaç güçlü her şeye sahip olup gariban çoğunluğu aç açık yaşamaya mahkûm etmesin;
Yani artık “Orman Yasaları” değil, “Uygarlık Yasaları” geçerli olsun, dedik.
Hatta hayvanların haklarını tanıdık. Onlara eziyeti, zulmü yasakladık.
Peki; bütün bunlara, hayatımızı kolaylaştıran onca araca gerece, alet edevata, yasalara, yasaları uygulayan kurumlara, kendi seçtiğimiz hükûmetlere, bizlerin iyiliği için kuram geliştiren bunca filozofa, bilim adamlarına, dinlere, din adamlarına karşılık durum nasıl?
Tüm bunlara sahipken ne kadar adalet, eşitlik ve özgürlük içinde yaşıyoruz?
Oylarımızla iktidara gelenler, kısa sürede, iktidar olmanın ballı nimetlerinin tadına varınca başka türlü düşünmeye başlamıyorlar mı?
Yandaşlarını devletin her kademesine yerleştiriyorlar.
İktidarlarından kazanç sağlayan gruplarla iş birliğine giriyorlar.
Böylece iktidar ve etrafında, ülkedeki zenginliklerin paylaşıldığı bir grup oluşuyor.
Bu duruma karşı koyanları, yani muhalefeti, ellerindeki devlet gücü ve yandaş imkânlarıyla susturuyorlar.
Televizyon, gazete, film, radyo propaganda bombardımanıyla insanların beyinleri yıkanıyor.
Uydurma haberler ve telkinlerle korkutulan ve kandırılan kitlelerin oyları alınarak iktidarda kalmanın demokratik yolu da bulunuyor.
Ve insanoğlu giderek tepkisizleştiriliyor. Buz gibi soğuk havada titreyerek sıcak suyun içindeki hemcinslerine bakan maymun misali, mütevekkil, çaresiz, dünya nimetlerinin bir avuç insan tarafından yağma edilişini izliyor.
Savaşların, uydurma dayatmaların, korkutmaların amacı dünyanın zenginliklerine el koymak, nimetlerini sahiplenmek, güzellikleri zimmete geçirmek değil mi?
Çekilen acıların, sefaletin, cinayetlerin nedeni bu bitmeyen yağma ve bunu besleyen doymak bilmez iştiha değil mi?
Oysa;
dünya öylesine büyük,
öyle güzel,
öyle sonsuz ki
deniz kıyılarında
her gece hepimiz
yan yana uzanıp yaldızlı kumlarda,
yıldızlı suların türküsünü
dinleyebiliriz
Denize Düşen Neye Sarılır - Eylül 2010
DENİZE DÜŞEN NEYE SARILIR
04 Eylül 2010, 08:33
Yazan: HALİT ANGINER
“ Her akşam sokak ortasında öldükçe
önümü arkamı bilmiyorum” Cemal Süreya
Akşam büronun sokağa bakan ışıklarını söndürmüş, ortağımla, arka odada, yeni bir iş için vereceğimiz teklifi tartışıyorduk.
Sokak penceresinin hızlı hızlı vurulmasıyla konuşmamız kesildi. Pencerenin yanına sokuldum. Kendime duvarı siper alarak: “Kim o?” diye seslendim.
Kötü zamanlardı. Pencereden sesi alan, içeriye ateş edebilir ve kurşunlardan biri hedefi bulabilirdi.
Dışarıdan boğuk bir ses: “Kapıyı aç” dedi. Sesi önce tanıyamadım. Dehşet ve korku doluydu. Neden sonra seslenen kişinin babam olduğunu anladım.
Kapıyı açtığımda ürkmüş ve telaş içindeki babamı gördüm. İçeri girmeden: “Hadi hemen eve!” dedi. Bir şeyler söylemek istediğimde beni susturdu. Hemen eve gitmeliydim.
Babam, ortağıma da derhal evine gitmesini, büroda kalmamasını söyledi.
Dördüncü katta oturuyordum. Eve vardığımızda, babam yukarı çıkmamı, çıkınca da balkondan kendisine görünmemi istedi.
Dairemin kapısını çaldım. Hanımın kapıyı açması biraz zaman aldı. Çünkü her akşam portmantoyu çekip kapının arkasına dayıyorduk.
Ticaret Lisesinde öğretmenlik yapan karı kocanın evine akşam saatinde iki çocuk gelmiş ve öğretmenlerine bir şey soracaklarını söylemişlerdi.
Akrabamız olan öğretmen hanım içeriden öğretmen kocasını çağırmıştı. Ve adam kapıya gelince çocuklar silahlarını çıkartmışlar, eşinin gözleri önünde öğretmeni vurmuşlardı.
O günden beri, kapı kırılıp içeri girilmesin diye, portmantoyu kapının arkasına dayıyorduk. Balkondan babama el salladım. Babam karanlıkta kaybolunca hanıma neler olup bittiğini sordum.
Hanım anlattı: Babamın elli yıldır esnaflık yaptığı Karaköy çarşısında akşam vakti bir esnaf komşusu vurulmuş ve bir başkasının dükkanı yakılmış.
Babam dükkanını kapattığı gibi kardeşimi eve göndermiş. Başıma bir şey gelmesin diye beni evden çıkmamam için uyarmaya eve gitmiş. Evde olmadığımı öğrenince aceleyle büroya gelmiş.
Ama aylardır, ortalık kararmaya yüz tutunca herhangi bir saldırı olabilir diye ön taraftaki ışıkları söndürüp en arkadaki odada çalışıyorduk.
Babam, büroda ışık göremeyince tekrar eve gitmiş. Hanım hâlâ gelmediğimi söyleyince de telaşla geri dönmüş.
Başkalarının da dikkatini çekip herhangi bir tehlikeyi kendi elleriyle davet etmemek için pek hızlı çalmamış kapıyı. Biz ışık sızmasın diye ara kapıların hepsini kapattığımızdan duymamış olabilirdik. Cevap alamayınca eve gitmiş olabileceğimi düşünerek aceleyle tekrar eve koşmuş. Gitmediğimi öğrenince sokaklarda beni aramış. Sonra tekrar büroya gelmiş. Bu defa sesini duyabildik.
Babamın korkusu ve bizlerin korkusu yersiz değildi. Şehir ikiye bölünmüştü. Bir taraftan diğer tarafa geçmek pek kolay değildi.
Okudukları gazeteler beğenilmediğinden, bir akrabam bir taraf, bir başka akrabam diğer taraf tarafından dövülmüşlerdi.
Öldürülen akrabamı hatırlayınca bu kadarla kurtulduklarına seviniyorduk.
Bir meleğin kalbine sahip, iyiler iyisi bir arkadaşım, Fahrettin, sırf bir partiye mensup diye sokak ortasında yere yatırılmış, kafasından kurşunlanarak öldürülmüştü.
Eczacı arkadaşım Mete, iş yerinde öldürüldü. İki gün sonra bir başka eczacı tanıdığım Cemil, yine iş yerinde intikam kurşunlarının hedefi olmuştu.
Olaya şahit olan bir arkadaş, heyecandan titreyerek şöyle anlatmıştı gördüklerini: “Arabamı park etmiş, içinde hanımı bekliyorum. Bir motosiklet yanımdan geçip eczanenin önünde durdu. Motosikletin arkasında oturan çocuk inerek eczaneye girdi. Hanım o taraftan geleceği için hep eczane yönüne bakıyorum. Derken silah seslerini duydum: Pat, pat, pat...
Demin içeriye giren çocuk, her iki elinde birer silah ile eczaneden çıktı. Gayet sakin motosikletin arkasına bindi. Öndekine: “Yürü” dedi. Bir yandan silahları beline sokmaya çalışıyordu. Ama bana, silahlar o kadar büyük, kendisi o kadar küçük görünüyordu ki, silahları bir türlü beline sokamadı. Korktum, direksiyonun altına girdim adeta, saklandım.”
Arkadaşım korkusundan şahitlik yapamadı. Ama yıllar yılı olayı unutamadı, anlattı durdu.
Eczacı cinayetleri son bulmadı. Eczacı Cemil’in öldürülmesinden iki gün sonra, Eczacı Neşe’nin eczanesine gelen bir genç, Neşe’yi soruyor.
Arkadaşlarıyla oturmakta olan Neşe: “Buyrun benim” deyince, genç belinden çıkardığı silahla Neşe’yi öldürüyor.
Manisa’ya büyük bir korku hakimdi. Geceleri sokağa çıkılamıyordu. Sıra kimde? Konuşulan buydu. Bir sizden bir bizden. Korku içindeydik ve çaresizdik.
Alabildiğimiz tek tedbir, akşamları kapının ardına portmantoyu çekip kapıdan girebileceklerin işlerini zorlaştırmaktı. ODTÜ mezunuydum. O zamanlar ODTÜ’lü olmak, küçük yerlerde hedef olmak için yeterli nedendi.
Sabah saat 7.30 sularıydı. Mutfağın balkonunda kahvaltı yapıyorduk. Manisa ovası, güzelim bahar gününü neşeli pırıltılarla karşılıyordu.
Ve sabahın o saatinde sessizliği silah sesleri böldü. Hanım elinde çaydanlık, gözlerinde beliren yaşlarla: “Eyvah! Yine kimin canını yaktılar acaba!” dedi.
Öldürülen berberi tanıyordum. Sabah ilk müşterisini traş ederken içeri girmişler. Onları müşteri sanmış, “Günaydın, hoş geldiniz” demiş.
Gelenler, çocuklarının nafakası için çalışan bedenine kurşun yağdırmışlar.
Tanıdığım bir başka berber, bu olaydan sonra, can korkusuyla iş yerini kapattı. Manisa’yı terkederek İzmir’e taşındı.
Tıpkı, emniyette olacaklarını düşündükleri yerlere kaçan, göç eden işçiler, memurlar avukatlar, eczacılar, mühendisler gibi.
Gazeteler politik cinayet haberleriyle doluydu. Ülkenin her yerinde katliamlar oluyordu.
Polis bölünmüştü; öğretmenler bölünmüştü. Öğrenciler bölünmüştü. Yargı bölünmüştü. Meclis bölünmüştü. Halk bölünmüştü. Kısacası Türkiye bölünmüştü. Herkes herkesle savaş halindeydi.
Politika çözüm üretmiyor, sanki tersine bölünme körükleniyordu.
Korku ovaları dağları, umutsuzluk yürekleri kaplamıştı.
12 Eylül’de, bu ortamda, ordu, Kenan Evren liderliğinde yönetime el koydu.
13 Eylül sonrasını, 13 Eylül sonrasında anlatacağım.
12 Eylül Sonrası
Yeni çiçekler
Satranç ve aşk üzerine
04 Eylül 2010, 08:33
Yazan: HALİT ANGINER
“ Her akşam sokak ortasında öldükçe
önümü arkamı bilmiyorum” Cemal Süreya
Akşam büronun sokağa bakan ışıklarını söndürmüş, ortağımla, arka odada, yeni bir iş için vereceğimiz teklifi tartışıyorduk.
Sokak penceresinin hızlı hızlı vurulmasıyla konuşmamız kesildi. Pencerenin yanına sokuldum. Kendime duvarı siper alarak: “Kim o?” diye seslendim.
Kötü zamanlardı. Pencereden sesi alan, içeriye ateş edebilir ve kurşunlardan biri hedefi bulabilirdi.
Dışarıdan boğuk bir ses: “Kapıyı aç” dedi. Sesi önce tanıyamadım. Dehşet ve korku doluydu. Neden sonra seslenen kişinin babam olduğunu anladım.
Kapıyı açtığımda ürkmüş ve telaş içindeki babamı gördüm. İçeri girmeden: “Hadi hemen eve!” dedi. Bir şeyler söylemek istediğimde beni susturdu. Hemen eve gitmeliydim.
Babam, ortağıma da derhal evine gitmesini, büroda kalmamasını söyledi.
Dördüncü katta oturuyordum. Eve vardığımızda, babam yukarı çıkmamı, çıkınca da balkondan kendisine görünmemi istedi.
Dairemin kapısını çaldım. Hanımın kapıyı açması biraz zaman aldı. Çünkü her akşam portmantoyu çekip kapının arkasına dayıyorduk.
Ticaret Lisesinde öğretmenlik yapan karı kocanın evine akşam saatinde iki çocuk gelmiş ve öğretmenlerine bir şey soracaklarını söylemişlerdi.
Akrabamız olan öğretmen hanım içeriden öğretmen kocasını çağırmıştı. Ve adam kapıya gelince çocuklar silahlarını çıkartmışlar, eşinin gözleri önünde öğretmeni vurmuşlardı.
O günden beri, kapı kırılıp içeri girilmesin diye, portmantoyu kapının arkasına dayıyorduk. Balkondan babama el salladım. Babam karanlıkta kaybolunca hanıma neler olup bittiğini sordum.
Hanım anlattı: Babamın elli yıldır esnaflık yaptığı Karaköy çarşısında akşam vakti bir esnaf komşusu vurulmuş ve bir başkasının dükkanı yakılmış.
Babam dükkanını kapattığı gibi kardeşimi eve göndermiş. Başıma bir şey gelmesin diye beni evden çıkmamam için uyarmaya eve gitmiş. Evde olmadığımı öğrenince aceleyle büroya gelmiş.
Ama aylardır, ortalık kararmaya yüz tutunca herhangi bir saldırı olabilir diye ön taraftaki ışıkları söndürüp en arkadaki odada çalışıyorduk.
Babam, büroda ışık göremeyince tekrar eve gitmiş. Hanım hâlâ gelmediğimi söyleyince de telaşla geri dönmüş.
Başkalarının da dikkatini çekip herhangi bir tehlikeyi kendi elleriyle davet etmemek için pek hızlı çalmamış kapıyı. Biz ışık sızmasın diye ara kapıların hepsini kapattığımızdan duymamış olabilirdik. Cevap alamayınca eve gitmiş olabileceğimi düşünerek aceleyle tekrar eve koşmuş. Gitmediğimi öğrenince sokaklarda beni aramış. Sonra tekrar büroya gelmiş. Bu defa sesini duyabildik.
Babamın korkusu ve bizlerin korkusu yersiz değildi. Şehir ikiye bölünmüştü. Bir taraftan diğer tarafa geçmek pek kolay değildi.
Okudukları gazeteler beğenilmediğinden, bir akrabam bir taraf, bir başka akrabam diğer taraf tarafından dövülmüşlerdi.
Öldürülen akrabamı hatırlayınca bu kadarla kurtulduklarına seviniyorduk.
Bir meleğin kalbine sahip, iyiler iyisi bir arkadaşım, Fahrettin, sırf bir partiye mensup diye sokak ortasında yere yatırılmış, kafasından kurşunlanarak öldürülmüştü.
Eczacı arkadaşım Mete, iş yerinde öldürüldü. İki gün sonra bir başka eczacı tanıdığım Cemil, yine iş yerinde intikam kurşunlarının hedefi olmuştu.
Olaya şahit olan bir arkadaş, heyecandan titreyerek şöyle anlatmıştı gördüklerini: “Arabamı park etmiş, içinde hanımı bekliyorum. Bir motosiklet yanımdan geçip eczanenin önünde durdu. Motosikletin arkasında oturan çocuk inerek eczaneye girdi. Hanım o taraftan geleceği için hep eczane yönüne bakıyorum. Derken silah seslerini duydum: Pat, pat, pat...
Demin içeriye giren çocuk, her iki elinde birer silah ile eczaneden çıktı. Gayet sakin motosikletin arkasına bindi. Öndekine: “Yürü” dedi. Bir yandan silahları beline sokmaya çalışıyordu. Ama bana, silahlar o kadar büyük, kendisi o kadar küçük görünüyordu ki, silahları bir türlü beline sokamadı. Korktum, direksiyonun altına girdim adeta, saklandım.”
Arkadaşım korkusundan şahitlik yapamadı. Ama yıllar yılı olayı unutamadı, anlattı durdu.
Eczacı cinayetleri son bulmadı. Eczacı Cemil’in öldürülmesinden iki gün sonra, Eczacı Neşe’nin eczanesine gelen bir genç, Neşe’yi soruyor.
Arkadaşlarıyla oturmakta olan Neşe: “Buyrun benim” deyince, genç belinden çıkardığı silahla Neşe’yi öldürüyor.
Manisa’ya büyük bir korku hakimdi. Geceleri sokağa çıkılamıyordu. Sıra kimde? Konuşulan buydu. Bir sizden bir bizden. Korku içindeydik ve çaresizdik.
Alabildiğimiz tek tedbir, akşamları kapının ardına portmantoyu çekip kapıdan girebileceklerin işlerini zorlaştırmaktı. ODTÜ mezunuydum. O zamanlar ODTÜ’lü olmak, küçük yerlerde hedef olmak için yeterli nedendi.
Sabah saat 7.30 sularıydı. Mutfağın balkonunda kahvaltı yapıyorduk. Manisa ovası, güzelim bahar gününü neşeli pırıltılarla karşılıyordu.
Ve sabahın o saatinde sessizliği silah sesleri böldü. Hanım elinde çaydanlık, gözlerinde beliren yaşlarla: “Eyvah! Yine kimin canını yaktılar acaba!” dedi.
Öldürülen berberi tanıyordum. Sabah ilk müşterisini traş ederken içeri girmişler. Onları müşteri sanmış, “Günaydın, hoş geldiniz” demiş.
Gelenler, çocuklarının nafakası için çalışan bedenine kurşun yağdırmışlar.
Tanıdığım bir başka berber, bu olaydan sonra, can korkusuyla iş yerini kapattı. Manisa’yı terkederek İzmir’e taşındı.
Tıpkı, emniyette olacaklarını düşündükleri yerlere kaçan, göç eden işçiler, memurlar avukatlar, eczacılar, mühendisler gibi.
Gazeteler politik cinayet haberleriyle doluydu. Ülkenin her yerinde katliamlar oluyordu.
Polis bölünmüştü; öğretmenler bölünmüştü. Öğrenciler bölünmüştü. Yargı bölünmüştü. Meclis bölünmüştü. Halk bölünmüştü. Kısacası Türkiye bölünmüştü. Herkes herkesle savaş halindeydi.
Politika çözüm üretmiyor, sanki tersine bölünme körükleniyordu.
Korku ovaları dağları, umutsuzluk yürekleri kaplamıştı.
12 Eylül’de, bu ortamda, ordu, Kenan Evren liderliğinde yönetime el koydu.
13 Eylül sonrasını, 13 Eylül sonrasında anlatacağım.
12 Eylül Sonrası
03/10/2010 09:10:16
Yunanistan’da 1967 darbesini yapan, sonradan müebbet hapse mahkûm olan bir general, bir gazeticinin sorusunu cevaplarken şöyle demişti:
- “ Gazeteler ve politikacılar, komünistlerin ülkeyi ele geçirdiklerini, vatanın elden gittiğini, fedakâr bir kurtarıcının, milliyetçi bir vatan evladının arandığını söylüyor, yazıyorlardı. Vatanını seven biriydim. Sessiz kalamazdım. Memleketi komünistlerin elinden kurtarmak için harekete geçtim.”
12 Eylül’de ordu Türkiye’de yönetime el koydu. Aylardır endişe içinde yaşayan Türkiye halkı büyük bir “oh! “ çekti.
12 Eylül gecesi insanlar huzur içinde uyudu.
Biz de, evde, geceleri kapımız kırılıp içeri girilmesin diye kapının arkasına ağır gardrobu dayamayı bıraktık.
Çünkü artık devlet vardı.
Ülke huzura kavuştu. Kurtarıcılar her gün televizyonlarda eski günleri hatırlatıyor, insanlara onları nelerden, ne büyük tehlikelerden kurtardıklarını anlatıyorlardı.
Anlatıklarında bir yanlışlık da yoktu. Çünkü halk o anlatılan olayları gerçekten yaşamıştı.
12 Eylül öncesi şehirler cehenneme dönmüştü. Öğrenciler için can güvenliği yoktu. Okullarına gidemiyorlardı.
Bombalar patlıyor, hergün onlarca insan öldürülüyordu.
Sokaklara korku hakimdi.
Şimdi halk, kötü günlerin geride kalmasını sağlayan kurtarıcılara minnettardı. Meydanlarda toplanıyor, kurtarıcıları alkışlıyordu.
12 Eylül Anayasası böyle onaylandı, Kenan Evren referanduma katılan halkın yüzde92‘sinin olumlu oyuyla, Türkiye’nin 7. Cumhurbaşkanı seçildi.
Oy pusulalarının renkli olduğu, zarfın içinden farkedildiği, bu şekilde halkın baskı altında tutulduğu, tek yönlü propaganda yapıldığı ileri sürülse de, yüzde 92 çok büyük bir rakam.
Üstelik katılım oranı da çok yüksek: Yüzde 82.
Büyük bir olasılıktır ki, bu oran kurtarıldığını düşünen insanların, kurtarıcılarına teşekkürüdür.
Peki olay bu kadar basit miydi: Vatan tehlikeye düşmüş ve onu kurtarıcılar mı kurtarmıştı ?
Soğuk savaşın o yıllarında dünyanın iki büyük güç arasındaki paylaşım savaşını hatırlayalım.
Dünyayı yönetenler, kendilerine bağlı ülkelerdeki bağımsızlık fikirlerini ya iç savaşlar çıkartarak veya ordu müdahaleleri ile önlediler.
Aynı yöntemi bağımsız politika gütmeye çalışan ülkeleri kendilerine bağlamak için de kullandılar.
Endonezya, Guatemala, Polonya, Şili, Arjantin, Lübnan, Panama, Afganistan gibi bir çok ülkede ya darbe oldu, ya da doğrudan kuvvet kullanarak işgal edildiler.
Türkiye de bu acılı olaylardan nasibini aldı; hem de birkaç defa.
Ülke savaş alanına döndü. O günleri yaşayanlar, darbeler öncesi yapılan kışkırtmaları, kışkırtıcıları, yani ajan provakatörleri gördü, tanıdı.
Ama yapılabilecek pek bir şey de yoktu. Çünkü bu kışkırtıcılar, yöneticiler tarafından korunuyordu.
Politikacılar ve politikacıyı destekleyen çıkar çevreleri yangına benzin döküyordu.
Kenan Evren’in kendi şahsi hesapları var mıydı, bunu bilmek elbette mümkün değil.
Ama hayatını okuyuncaşu sonuca varmak kolayca mümkün: Ateşi kucağında buluverdi.
İhtimal, o sıralar kulağına “Vatanı ancak kendisinin kurtarabileceği ” fısıldandı.
Ayrıca iktidar olmanın büyülü çekiciliğine kim karşı koyabilir ki….
12 Eylül’de kurtarıcı Kenan Evren’i alkışlayan halk, kapalıkapılar ardında olan biteni, yaşanan acıları ancak yıllar sonra öğrenebildi.
Her şey ince dokunmuş bir plana mı dayanıyordu?
Özgürlüklerin, örgütlenmenin yok edilmesi, kafaların biçimlendirilmesi, üniversitelerin liseleştirilmesi, ekonominin, politikanın yeniden şekillendirilmesi….
Bütün bunlar bir büyük planın sonucu muydu?
Bütün bunları Kenan Evren ve arkadaşlarının o an düşünüp yapmış olmaları mümkün müydü?
Bu sorunun en doğru cevabı, 12 Eylül darbesini haber alınca, birilerinin gösterdikleri şu tepkide saklıdır:
“Our boys did it.”
Yani: “Bizim çocuklar işi başardı.”
O birileri, aynı lafları, Şili’de yönetime el koyduğunda, General Pinochet için söylemişlerdi.
Aynı sosyal ve ekonomik önlemler Şili’de de alındı. Karşıçıkacağı varsayılan herkes işkence evlerine, hapishanelere kapatıldı.
Belki, yazının başında bahsettiğim Yunan general gibi, Kenan Evren de, vatanını seven her insan gibi kendisine “vatan kurtarıcılığı”nı görev bildi.
Kendisini destekleyenler, yol gösterenler, adını yollara, bulvarlara, okullara, salonlara verdiler.
Paşanın adına müze açıldı. Yaptığı resimler çok beğenildi. Büyük paralar ödenerek satın alındı.
Peki, Evren’in bu destekçileri kimdi?
Bir kısmı:
Kenan Evren “vatanı kurtardığında” istedikleri yönetim tarzına kavuşmuş olanlar ve onların temsilcisi olan politikacılardır.
Bunların 12 Eylül öncesi tutumları hatırlandığında; ülkeyi bilerek bir müdahale ortamına götürdükleri düşünülebilir.
Aslında demokrasi onların ilgi alanı dışındadır. Önemli olan çarkın istedikleri gibi dönmesidir.
Diğerleri:
Her devrin adamları olanlar. Onlar zaten her zaman iktidar sahiplerinin hizmetindedirler.
O günlerde, her şeyi bildikleri halde, Evren’in yaptıklarına alkış tuttular, yanında yer aldılar.
Bugün ise demokrasiden yanalar ve Kenan Evren’e, 12 Eylül’e şiddetle karşılar.
Kenan Evren, geçen yıl, bir meydandan adının silineceği kendisine söylendiğinde:
- “Yahu ben kimseye, şuraya buraya benim adımı verin demedim ki...” demişti.
Acaba Kenan Evren adını oraya buraya kimler verdi?...
Bilinse bir faydası olur mu?
Yeni çiçekler
06/11/2010 06:35:33
Üzeri çiçekler ve avuçlar dolusu minik acı biberle donanmış,iki kök biberin bulunduğu saksıyı balkonda bırakmıştım.
Kışın acımasız dondurucu soğuğunu hesaplayamadım. Üzerlerini örtmeme rağmen yeteri korunmayı sağlayamadığımı bahar gelince gördüm.
Biberlerim yeşeremedi bir türlü.
Ama mucize gibi, bir yığın minik yeni fide saksının her yerinde toprağı aralayıp gözlerini dünyaya açtılar.
Bir zaman sonra bunların evdeki her saksının dibine attığım kedi tırnağı tohumlarından çıkan fideler olduğu anladım.
Kedi tırnakları orman gibi sardılar toprağı. Saksının kenarlarından aşağılara sarktılar. Üzerleri yüzlerce çiçekle doldu.
Kat kat çelenkleriyle çiçekler minik güllere benziyorlardı. Yaz boyunca açtıkça açtılar. Açtıkça açtılar.
Derken birgün, bu gül bahçesini andıran saksının bir yerinde, bir başka bitki, kedi tırnaklarının dallarının arasından başını uzattı.
Ertesi günler bu yeni bitkinin sayısı çoğaldı.
Onlarıyolmadım; Bekledim ne olacak diye.
Yeni bitki önce tam ortasından upuzun bir dal çıkardı. Sonra dalın ucunda sarı renkli, güzel bir çiçek oluştu.
Eve gelen bir arkadaşıma sarı çiçekleri gösteriyor ve hikayesini anlatıyordum ki telefon çaldı.
Mutluluk bazen kapıyı, bazen de telefonu çalıyor.
Telefon AYDIN’ın doğumunu müjdeliyordu. Ne yapacağımı şaşırdım.
Kapıyı bulamıyordum. Duvarlara çarpıyor, televizyon kumandasıyla telefon etmeye çalışıyordum.
Sokağa çıkabilir, koşabilir,
- “Hoş geldin bebek!” diye bağırabilirdim:
hoş geldin bebek dünyamıza
hoş geldin,
renklendirdin birden
ışıltısı azalan günlerimizi
hoş geldin,
heyecanlar aşıladın ruhumuza
ateşleyip yeni baştan kendimizi
dostlukla, coşkuyla, aşkla
kucaklıyoruz seni
Sevgili bebek, bir akşam vakti, senin babanın doğum haberini, bir oğlum olduğu haberini aldığım anı hatırlıyorum.
İşte aynı heyecan yüreğimde. Güm güm vuruyor.
O akşam saati, bir gün onun çocuğunu da kollarımın arasında tutacağımı düşünmüş müydüm ?
Zaman nasıl da akıp gidiyor..
O narin, ipince, babaannesine sabırla okuma yazma öğretmeye çalışan, okulda öğrendiği her şeyi, heyecanla evdekilere anlatan o küçük çocuk ne çabuk büyüdü.
Şimdi O da bir baba. Yavrusunu kolları arasında tutuyor, ağladığında yanağını yanağına dayıyor, şefkatle kucaklıyor, öpüyor.
Bebeğin en küçük üzüntüsü, onun üzüntüsü. İşten eve koşmak için dakikaları sayıyor.
Yavrusu kollarındayken zamanın nasıl geçtiğini anlamıyor. Bebeğe seslenmek, onunla konuşmak istiyor:
AYDIN koyduk adını
sen, ey, doğanın büyülü harikası
dostluğun ve sevginin yumağı
mutluluk ve sevincin kaynağı bebek
sırlarla yoğrulmuş şaşırtıcı varlık
sabırla, merakla bekleyerek
sana, AYDIN’lı günlere ulaştık
Bir zamanlar babam beni kollarında böyle tutmuş olmalı.Benim kollarımda tuttuğumun ise kollarında şimdi kendi bebeğini var.
AYDIN diyoruz adına:
uzanırken yaşam yolculuğun
hayat adlı oyunda,
pırıltılı günlere, aydınlık yarınlara,
kalplerimizin dileği
gülerken başarman
dokunduğun her şeyi
Her şey yenileniyor, yeniden doğuyor. Biri diğerinin yerini alıyor. Yeni şeyler: Yeni hayat, yeni ufuklar, yeni umutlar.
AYDIN diyoruz sana:
zafer bağrışlarıyla
dünyayı selamlayan sesin
ve bilinmezden getirdiğin
umut saçan ışığınla
aydınlattın yürekleri, kucakladın
gün aydın seninle, gönüller aydın
sen, ey, en güzel ayda,
eylülde açan çiçek
hoş geldin aramıza,
hoş geldin, AYDIN bebek
Yine çiçeklerimle başbaşayım. Kedi tırnaklarının çiçekleri batan günle kapanırken şunları düşündüm:
Her bir çiçeğin dibindeki torbada tohumları var. Çiçek kuruduğunda bu tohumlar toprağa dökülüyor.
Bir zaman sonra taptaze, güneşle ışıldayan, renk renk çiçekler yeniden doğuyor, açılıyor.
Şöyle mi demeli:
Yaşam, yinelemelerle oluşuyor. Bizden öncekiler yinelediler.İşte bizler de yineledik, yineliyoruz. Sıra bizden sonra gelenlerde.
bu evren her gece ne gömlekler diker
kimini gelen, kimini giden giyer
her gün yeni sevinçlerle dolar dünya
nice dertler toprağa karışır gider.
(Ömer Hayyam)
Satranç ve aşk üzerine
04/12/2010 04:50:18
Orhan Pamuk, Şekure ve Kara’ın aşkını anlatırken “ Aşk Satrancı ”ndan söz eder.
Kara, yıllar süren ayrılıktan sonra Şekure ile tekrar buluştuğunda, şair Nizami’nin, Hüsrev ile Şirin’in aşkını hikaye eden kitabını hatırlar.
Kara, Nizami’nin “Aşk Satrancı” yla anlattığı şeyin yalnızca aşıkların söz oyunlarından ibaret olmadığını, sevgililer arasındaki bir çok gizli, duygusal manevralardan meydana geldiğini ve Şekure’nin bütün bunları bildiğini düşünür.
Hikayede Hüsrev Şirin’e aşıktır, Şirin de Hüsrev’e. İran hükümdarı olan Hüsrev bir yandan aşkına kavuşmak için savaş verirken bir yandan da taht mücadelesi yapmaktadır.
Şirin de bir başka ülkenin hükümdarıdır. Nizami’nin bu hikayesinde en yüce duygularla yaşanan şey, yani aşk ve savaşlar, entrikalar, hepsi iç içedir.
Yaşamın satranç tahtasında bütün güçler amansız bir mücadelenin içindedirler.
Satranç oyunu, bu gerçeğin, 8X8 ‘lik, 64 kare üzerinde, değişik karakterleri temsil eden taşlarla; Kaleler, atlar, filler, askerlerle oynanmasıdır.
Oyunun stratejisi, en güçlü olan taş olan vezirin, bir başka adıyla kraliçenin, diğer taşların yardımıyla şahı teslim almasıdır.
Tehdit edildiğinde, şahın gidebileceği bir yer kalmamışsa ŞAH, MAT oluyor ve oyun bitiyor.
Satranç oynarken hep ürkerim. Çünkü oyun başlayınca, aynen yaşamın zorlu evrelerinde, ya da aşkın eşiğinde olduğu gibi belirsiz bir geleceğe karşı tek başınadır insan.
Askerleri, kaleleri, at ve filleriyle, düz bir tahta üzerinde, karşı kuvvetlerin önünde yapayalnızdır.
Bir adım atıldığında artık dönüş yok. Karşı taraf her hamleyi görüyor, izliyor.
Gizlenebilen hiç bir sır yok. Rakip karşısında her şey çırılçıplak. Ardına saklanılabilecek ne bir ağaç, ne bir tepe var. Hiçbir siper yok.
Sığınılabilecek tek şey oyundaki beceri, ustalık..
ustalaşamadın bir türlü
şu satranç denen oyunda
becerin sıkıştırmaktır elini
üç beş dakikada,
bir anda unutursun; taktik, kumpas, strateji
yani oyun hakkında bildiğin her şeyi
İşte o an kollar, kanatlar kırılıverir. Eldeki kılıç, kalkan bir yerlere savrulur gider:
yapayalnız kalırsın, korumasız
bir başına karşındakinle; silahsız
o zaman başlar kocaman panik
üç oyun sonrasındaki mat
ışıldar önce
sonra gelir hızlı hızlı
burayı savunurken, birden bire
öte yandan vurur kılıcını
saldırgan, korkusuz kraliçe
İnsanın karmaşık dünyası: Çetrefilli hayat mücadelesi, hamleleri ve karşı hamleleriyle;
Ömrümüz boyu verdiklerimiz ve aldıklarımızla, yaşamımıza karışan piyonlar ve kraliçelerle, kaybettiklerimiz ve kazandıklarımızla;
Sevdiklerimizle yaşadığımız çıkışlar ve inişlerle;
bir uzun, upuzun satranç oyunu..
Bazen bütün kapılar tutulur. Yolları ya kale kapatmıştır, ya fil, ya at. Güçlü elin tuttuğu ağ sarmıştır her yanı: Yapayalnız kalır insan umarsız:
oradadır uzaktan bakan sevgili
uzaktan bakan
duygulu mu, duygusuz mu bakışları
kolayca anlaşılamayan
poker yüzü diye anlatılır ya hani
öylesine işte, aldırmayan
aklı başka şeylerdeymiş gibi
bırakmaz hiçbir kaçış kapısı
zaten anlamı var mı kaçmanın
nasılsa bir başınasın bundan sonrası
perdesi ardında yalnızlığının
Kara’nın, Şekure’ye olan aşkı onu yıllar yılı gurbet ellerde dolaştırmıştır.
Asılmış Yahudi’nin metruk evinde buluştuklarında Kara’nın kalbi, yılların özlemi ve kavuşmanın heyecanıyla doludur.
El ele tutuşurlar, konuşurlar, anlatırlar.
Sonra Şekure birden uzaklaşır. Kapıyı açar. Hızla dışarıya kaçar. Geride kalan Kara,şaşkın, belirsiz geleceğin eşiğinde, Şekure’ye seslenir:
- “Peki, şimdi ne olacak ?”
Şekure:
- “Bilmiyorum,” der.
Bahçenin içinden, yağan kar üzerinde hafif ayak izleri bırakarak, beyazlık ve sessizliğin içinde kaybolur gider.
İşte Aşk Satrancı başladı. Bundan böyle oyun, onun, yani sevgilinin kurallarıyla oynanacak.
aşkın acımasız yanı
aşıkın yüreğine batırırken kılıcını
ulaşamazsın hiçbir çözüme
çünkü hep imkansıza yönelir sevgili
yaşamın kareleri üzerinde
kalplerle oynanan satrancın
bitmeyen hamleleriyle
acımasız hırpalar seni
şöyle yazılmış ezelde:
"oyun biter şah gidince"
öyleyse sen aç göğsünü
ve sevgili
vursun şaha son darbeyi
şah gitsin
oyun bitsin.
No comments:
Post a Comment