Wednesday, April 3, 2013


Cennetten çıkma!



Her emekli gibi eniştem de memleket meseleleri üzerine kafa yorar, tartışır, çözüm yolları arardı.

Özgün bir düşünce ürettiğinde, bunu herkeslere anlatır ve saygıdeğer büyüklerimiz niye böyle yapmıyor, diye kızardı.

Bir gün rahmetli yine yeni bir fikirle geldi ve o tatlı, mimiklerle beslediği, konuşmasıyla başladı anlatmaya:

İnsanları, suçtan uzak tutmanın, onları doğru yola sokmanın çaresini bulmuştu.

Bunu sağlamak için hükümet herkese, adı “ DAYAK KARNESİ” olan bir karne verecekti.

Bu karne kimlik bilgilerini içerecekti. Her yıl yenilenecek olan karneler, günlük, haftalık ve aylık olmak üzere 3 ayrı çeşit olacaktı.

Başlangıçta her vatandaşa günlük karne verilecekti. Vatandaş bu karneyle kendisine en yakın karakolda bir “DAYAK HESABI” açtıracaktı.

Ve her gün, uygun bir zamanda karakola gidecek ve orada “Günlük Dayağını” yiyecekti.

Karakolda vatandaşın “DAYAK SİCİLİ” tutulacaktı.

Bir yıl boyunca hem dayağını aksatmadan yemiş, hem de hiçbir suça karışmamış olanların günlük dayak karnesi alınacak, yerine haftalık dayak karnesi verilecekti.

Karakola gidip haftalık dayağını yiyen ve bir yıl bunu aksatmayanlar ve bu süre içerisinde kabahat işlememiş olanlar aylık dayak karnesi almaya hak kazanacaklardı. Ama aksatanlar veya yaramazlık yapanlar tekrar günlük dayağa döneceklerdi.

Sonunda 3 yıllık, yani günlük dayak, haftalık dayak, aylık dayak programlarını başarı ile tamamlayanlar, ondan sonrasında suç işlemedikleri sürece dayak yemeden yaşamaya devam edeceklerdi.

Eniştem adam olmamız için dayağın vazgeçilmez olduğunu, memleketin düzelmesi için bunun şart olduğunu bütün içtenliğiyle anlattığında çok gülmüştüm.

Yedek subay okulundayken bir ara yemekhane görevlisiydim. Temizlik, yemeklerin zamanında hazırlanması gibi işlere bakıyordum.

Yardımcı askerlerden birisi olan Ömer, her zaman bir şeyi yanlış yapardı. Kontrole gelen nöbetçi subayı yapılan hatayı görür ve kimin yaptığını sorardı.

Ömer hemen atılır, “Ben Komutanım”, derdi. Elbette azıcık okşanırdı.

Eğer komutan kusurun farkına varmazsa, Ömer, mutlaka o an bir başka yaramazlık yapar ve dayağı hak ederdi.

Ömer’e, “neden böyle yapıp, kendini dövdürüyorsun?” diye sormuştum.

“Teğmenim, benim bir dayak zamanım var. Dayak zamanım gelince, dayağımı yemem lazım. Yemezsem, Allah göstermesin, yanlış şeyler yaparım.” diye cevap vermişti.

Geçenlerde, Suriyeli askerlerin, kentin Belediye Başkanını falakaya yatırıp, tabanlarını copladıklarını görünce rahmetli eniştemin önerilerini hatırladım.

Hemen herkesin duyunca ilkellik diye tepki göstereceği bu öneriler, aslında uygulanıp duruyor ve toplumda kabul görüyor, alışkanlık yapıyor da bilmezden mi geliniyor?

Ahmet Rasim anılarında, bundan 140 yıl önce mahalle mektebinde dayağın, eğitimin birinci maddesi olduğunu anlatır.

Falakaya yatırılan çocuğa, yaramazlığının derecesine göre “hafif, az ağır, ağır, daha ağır, pek ağır, en ağır” derecelerinde dayak atılırmış.

Ahmet Rasim, dayak yiyen çocukların, sürünerek gidip bahçedeki soğuk suya, yanan ayaklarını sokarak acılarını dindirmeye çalıştıklarını yazıyor.

Çocukluğumda gittiğim mahalle kursundaki hocamın çok uzun bir sopası vardı. Öyle ki en arkadaki çocuk bile düzeni bozan bir hareket yapsa, hocamız sopasıyla oturduğu yerden kalkmadan ona yetişir, kafasına birkaç tane patlatırdı.

Sonra ilkokula gittim. Artık Türkiye uygar toplum olmuştu. Okullarda falaka gibi ilkel araçlar kullanılmıyordu.
 
Hocamız elini kullanırdı disiplini sağlarken. Eli azıcık ağır sayılabilirdi. Tokadını yediğimizde yanağımızın kızarıklığı birkaç gün geçmezdi.

Evdekiler: “Hocanın vurduğu yerde gül bitmiş”, derlerdi.

Öğretmenimizin bir de çelik cetveli vardı.

Bazen avuçlarımızı açtırır ve çelik cetvelle ellerimize vurarak yaramazlığımızın ağırlığına göre bedelini ödetirdi.

Üniversite son sınıftaydım, bir otobüs yolculuğumda, çok sevdiğim bir lise öğretmenime rastlamıştım. Diğer yolculara rica etmiş, yer değiştirerek birlikte yolculuk etmiştik.

Saatlerce eski günleri konuştuk. Sevgili hocama “Bizim zamanımızdaki öğrencilerle şimdikiler arasında fark var mı, hocam?” diye sormuştum.

Cevabı şöyle olmuştu:

“Çok fark var. Sizin zamanınızda öğrenciye bir tokat patlattığımda, şöyle bir sallanır ama yine dik dururdu. Dayağa devam ederdim. Şimdikiler pek cansız, bir tane vurunca savrulup düşüyorlar, yarısı yabana gidiyor!”

Şu sıralar iyice uygarlaştı dünyamız. Okullarda falakadan sonra tokat da kalktı.
Artık öğrenciler okul dışında dövülüyorlar.
Gözlerine biber gazı sıkılıyor.
Bir taraflarına elektrik veriliyor.
Aylarca hapislerde tutulup, tahsil hayatları bitiriliyor.

Şansları yaver gidip mezun olanlar ise uslu durmayıp yönetime muhalif olurlarsa, Allah yardımcıları olsun.

Uygar ülkeler, kendilerine işkenceci dedirtmemek ve ellerini kirletmemek için bu yaramazları, henüz kendileri kadar uygarlaşamamış ülkelere gönderip oralarda tornadan geçirtiyorlar.

Eniştemin fikirlerinin çağdaş sürümleri yürürlükte:

Şıkır, şıkır çalışıyor.





No comments:

Post a Comment