Wednesday, April 3, 2013


AMCA




Şantiyeden çıktım, şehre gidiyorum. 

Şehre giden anayola çıkarken, kavşakta, genç bir kız el kaldırdı. Kalan yolu birlikte gittik.

Havadan, sudan, okuldan, işten konuştuk. 

Şehre vardık. Kızı ineceği yere bıraktım. 

Ayrılırken: 

“ – Çok teşekkür ederim amca,” dedi.

35 yaşını, şairin deyişiyle, yolun yarısını yeni geçtiğim o günlerde, içimden fışkıran enerjiyle, bir dayanak noktası bulsam dünyayı yerinden oynatabilirdim.

Gençlik başımda dumandı. Genç yaşıyor, genç düşünüyordum.

Yaşlanmak aklımın kenarından bile geçmezdi. 

Ayna karşısında zaman harcamaya gerek duymuyordum. 

Tabiat nasılsa kendisini durmadan yeniler diye düşünüyordum.

Böyle zamanlarda insanın aklına yaş maş gelmiyor. 

Gelmiyor ama insan yaşının kemale, yani olgunluğa erdiğini, işte böyle, sürpriz bir şekilde öğreniveriyor.

Bir süre kızın ardından baktım. Karacaoğlan geldi aklıma. Şöyle demişti Karacaoğlan:


Değirmenden gelirim beygirim yüklü
Şu kızı görenin deli olur aklı
Onbeş yaşında kırkbeş belikli
Bir kız bana amca dedi neyleyim


Bu şiiri ilk defa, otuzlu yaşlarında, saçları seyrelmeye yüz tutmuş bir arkadaşımdan duymuştum.

Hep gençlerin içerisinde bulunarak, yavaş, yavaş geride kalan gençliğine tutunmaya çalışan arkadaşım, o zamanlar henüz yaşı çok genç olan bana derdini pek anlatamamıştı.

Şiiri de ne kadar hissettim, bilemiyorum. Ama arkadaşımın şiiri hüzünle, içten duyarak okuması, mısraların zihnime yerleşmesine ve onları sürekli hatırlamama neden oldu.

Arabayı hemen hareket ettirmedim, kızın ardından baktım. Saçları, kırkbeş belikli değildi ama örülüydü. İki örgü, her iki yandan, omuzları üzerinden önüne dökülüyordu.


Karac’oğlan der ki, n’oldum n’olayım
Akan sularıylan ben de geleyim
Sakal seni makkabınan yolayım
Bir kız bana amca dedi neyleyim


Arabanın aynasında kendime baktım. 

Saçlarım, sakallarım uzamış, birbirlerine karışmışlardı. 

Karacaoğlan’ı gözümün önüne getirdim. Sakalını yolmayı düşünmüştü.

Arabayı hızla sürdüm. Doğruca berbere gittim. 

Dedim ki: “Saçlarımı düzene sok. Sakallarımı kes. Öyle ki şu amca lafını bir daha işitmeyeyim.”

Yaştan, baştan laf açıldığında, ozan Dertli'yi de hatırlarım. 

Elinde sazı, kafasında aranıp da bir türlü bulunamayan sevgilinin hayali, bütün Osmanlı toprağını dolaşmış Dertli.

Hem gezmiş, hem şiir söylemiş. Yaşlandığında, hiç değilse son günlerinde rahat etsin diye, bir bey konağına misafir edilmiş.

Ama şair yüreği bu; hep arayan, araştıran, olmadık yerde, olmadık şekilde çarpan.

Bey’in, güzelliği dillere destan, genç bir kızı varmış.

Tahmin edileceği gibi Dertli kıza âşık olmuş. 

Bu, elbette ki ümitsiz bir aşktır. 

Kız güzeldir, gençtir.

Dertli ise yaşlıdır, bütün varlığı sazıdır.

Bey dâhil, bütün konak halkı, gözleri önünde oluşan, giderek büyüyen hikâyeyi görür, izler, ama bilmezden gelirler.


Ey güzel, kadehinde nedir bu esrar
Kıldı bir damlası mestane beni
Kızıl şarabında ne özellik var
Söyletir efsane efsane beni


Dertli, derdiyle dertlenir, sazını çalar, şiirini söylerken, aşkının acısı yüreğini kor gibi yakmakta, biçare Dertli, gün be gün eriyip gitmektedir.

Konaktakiler Dertli için üzüldüler: ”Mecnun gibi tutuldu, bu kız için deli divane oldu” dediler. 

Ama elden ne gelir ki?

Dertli kendisi hakkında söylenenleri duymuştur. Bunu mısralarında şöyle anlatır:


Bakmazlar Dertli’ye algındır diye
Gerçek denizine dalgındır diye
Leyla ‘nın bir saçına Mecnun’dur diye
Yazdılar deftere divane beni.


Dertlinin yaşlı gövdesi, imkânsız aşkının ağırlığına fazla dayanamadı. 

Ruhu, şiirlerini bizlere bırakarak, Mecnun’u olduğu Leyla’sının, rüzgârda dalgalanan saçları peşi sıra uçtu, göklere yükseldi, yıldızlara karıştı, yıldız oldu. 






No comments:

Post a Comment