Doğu ve Güneydoğu’dan kareler
07/09/2012
Güneydoğu’ya staj ve ardından çalışmak için gittiğim ilk yıllarda, dağlarda eşkiyalar gezerdi. Hemen her toprak ağasının, uçsuz bucaksız topraklarının yanı sıra eşkiyaları vardı.
Ağalar, dağlarda tuttukları eşkiyaları, hem düşmanlarından korunmak, hem de toprakları içerisinde bulunan çok sayıda köyde yaşıyan köylüleri kontrol altında tutmak için kullanırlardı.
Ağaçsız, çıplak tepelerin arasından kıvrılarak uzayan karayollarında askerler yaya olarak devriye gezerdi.
Günde ancak iki ya da üç vasıtanın geçtiği yollardı bunlar.
Havaya büyük bir toz bulutu kalkar, kızgın güneşin altında, toz dakikalarca havada asılı kalırdı.
İkili devriye halinde yol boyunca yürüyen askerlerin yanından geçerken, onların daha fazla toz yutmaması için arabamızı iyice yavaşlatırdık.
Ama, Anadolu’nun kim bilir hangi köşesinden gelmiş olan askerler, yine de, tekerlerden yükselen tozun içerisinde kaybolurlardı.
Bir gün devriye gezen iki askerin öldürüldüğü ve silahlarının alındığı haberi geldi şantiyemize.
1983 yılında, yaz vakti, çoluk çocuk, Güneydoğu’daydık. Dağlarda ne bir araba vardı, ne bir insan; yalnızca kontrol noktalarındaki askerler.
Arabamızın içi dışı kontrol ediliyor, plakamız bir sonraki kontrol noktasına bildiriliyordu.
Sonraki kontrol noktasındaki askerler de plakamızı ellerindeki kâğıtta yazılanla karşılaştırıyorlardı.
Eruh, tepelerin ortasında bir çukurda, içinde askeri birliklerin olduğu, küçük bir kasabaydı. Aşağıda, çevresindeki tepeler karşısında son derece savunmasız görünüyordu.
Dönüşümüzden 10-15 gün sonra Eruh’a büyük bir saldırı oldu.
1990 yılında, Tunceli’ye gitmiştik. Tunceli girişinde, polis kontrol noktasında, Manisalı olduğumuzu ispat etmek durumunda kalmıştık.
Manisalı bir polis bulunmuş ve bizleri, o sorgulamıştı:
- Falancayı tanıyor musun?
- Manisa çarşısında kaç gazete bayii var? Adları ne?
- Lisenin bulunduğu yeri tarif edebilir misin?
Sınavı başarıyla geçtikten sonra Tunceli’ye girebildik.
Şehirde bir ana cadde vardı. Sürekli polis arabaları dolaşıyordu.
Biraz yavaşlasak, polis siren çalarak devam etmemizi söylüyordu.
Arabamızı park edecek bir yer bulunca yemek için bir yer aradık.
İnsanlar sokak aralarındaki minik sandalyeli kahvehaneleri doldurmuşlardı.
Sanki bütün Tunceli erkekleri buralardaydı.
Konuştuk, işsizlerdi; fabrika bir yana atölye bile yoktu Tunceli’de.
Herkes alçak sesle konuşuyordu.
– Niye?
Kimse cevap veremedi. Ama şehirde öyle ağır bir hava vardı ki, bir zaman sonra biz de alçak sesle konuştuğumuzu fark ettik.
Bunu yıllarca unutamadım ve sürekli anlattım.
O gece Tunceli’de kalacaktık, kalamadık. Bu boğucu şehirden kaçtık.
Bir bakkaldan aldığımız yiyecekleri yolda, manzaranın güzel olduğu bir yerde yemek üzere mola verdik.
Irmak aşağılarda köpürerek akıyordu. Karşı yamaçlarda, bahar güneşinin henüz giremediği kuytularda kıştan kalan karlar parlıyordu.
Manzaraya bakıp, daha ilk lokmalarımızı çiğnerken, aşağıdan vadi tabanından kıvrılarak yükselen yoldan gelen bir vasıta gördük.
Yanlarında mazgal delikleri olan kapalı bir araçtı. Önünde namlusu sağa sola dönen makineli tüfek vardı. Ama hiç kimse görünmüyordu.
Yakınımıza gelince yavaşladı, üstteki kapak açıldı, bir asker beline kadar yükseldi ve bize seslendi:
- Durmayın! Devam edin!
Tekrar içeri girdi. Kapağı kapattı. Biz de toplandık. Yola çıktık. Yemeğimizi, yolda, arabanın içinde yedik.
2004’te, yine Tunceli’deydik.
Uzun zamandır özlediğimiz bir şeyi yapıyorduk: Türkiye turu.
Her şey bir hayli değişmişti: Yollar, eskinin eğri büğrü dar yolları değildi. Güzel binalar inşa edilmişti.
Şehrin meydanında durmuş, hanıma, önceki gelişimde karşılaştığım boğucu havayı anlatıyordum. Bir yandan da kameramı ayarlamaya, meydandaki Barış Anıtı’nın resmini çekmeye çalışıyordum.
Omuzuma birisi dokundu: Tık-tık. Döndüm, bir polis;
- Beyefendi neredensiniz?
- Manisa’dan geliyoruz.
- Resmini çektiğiniz anıtın hikâyesini biliyor musunuz?
- Hayır!
- Zaten bilseniz eminim çekmezsiniz… Anlattı. Ve tabii anıtın fotoğrafını çekmedik.
.....
Saçtan yapılmış bir takaya arabamızı yükleyip, atlar ve ineklerle birlikte, yan yana, şiir gibi akıp geçen nehri geçtik. Kâhta’ya vardık.
Bir büyük bahçe içerisindeki, iki katlı, mütevazı otelimize yerleştik. Akşam yemeği için yer sorduğumuz bir kişi bize yardımcı oldu.
Yemeği onunla birlikte yedik. Çok bilgiliydi. Buralar hakkında birçok şeyler anlattı.
Bana Kumandan diye hitap ediyordu. Asker olmadığımı söylediysem de inandıramadım.
Peki, rütbem ne olabilir diye sordum:
- Albay!
Eh fena değil tabii... Sonra başkalarının da bana aynı şekilde hitap ettiklerini gördüm.
Ertesi sabah otelin bahçesinde kahvaltı yaparken genç bir adam masamıza geldi.
- Merhaba, Manisalısınız sanırım... Dün geldiğinizde arabanın plakasını görmüştüm. Ben İzmir’denim, Karşıyaka’dan.
Batı’dan haberleri aktardık. O da bize Doğu’yu anlattı. Gözlem yapan birisiydi.
Laf lafı açtıkça, hepimizin aklını kurcalayan konuya geldi sıra: Ne olacak bu işin sonu?
Öğretmen çok üzgün bir ifade ile:
- Bu iş çoktan bitmiş, dedi.
“Bakın iki yıldır buradayım, öğretmen arkadaşlarımın içinde öğrenciler, veliler ve halkla en iyi ilişkisi olan benim. Herkesle görüşüyorum. Buna rağmen bana bile şüpheyle bakılıyor. Kimsenin bizlere güveni yok. Bizler yabancılarız. Sanki çocuklarını mecbur oldukları için okula gönderiyorlar. Çocuklarda da aynı davranışları görüyorum ve bu durum beni çok üzüyor...”
Nemrut Dağı’na çıkacağız: Bana kumandan diyen Kâhtalının önerisiyle, arabamız bozuk yollara girmesin diye bir minibüs kiraladık.
Şoförü çok tatlı dilli genç bir çocuktu. Her yeri biliyor, anlatıyor. Çevrede her yeri dolaştık.
Askerliğini Batı’da yapmış. Bir tomar CD arasında, araya araya bir tane buldu.
Pek yavandı CD’deki şarkılar.
- Başka yok mu, dedim.
– Diğerleri Kürtçe! İstemezsiniz diye...
–Niye istemeyelim? dedim.
Kürtçe CD’yi dinlemeye başladık.
Yolda giderken arabayı iyice yavaşlattı, CD’nin sesini alabildiğine yükseltti, camları indirdi.
- Ne oldu? diye sordum.
Önünden geçtiğimiz Jandarma Karakolu’nu göstererek:
- Buradan geçerken böyle yaparız.
- Neden?
- Gıcık vermek için.
- Kime veriyorsun ki gıcığı, sen de askerlik yaptın?
- Bu iş başka!
Şırnak’ta alış veriş yaptık. Esnaf işlerin bozuk oluşundan şikâyet ediyor.
Esnaf her zaman şikâyet eder ya, o nedenle aldırış etmiyorum.
Esnaf, ilgisizliğime rağmen anlatıyor:
-“Görüyorsunuz, şehir asker ve polis dolu. Para da onlarda. Ama hiçbiri gelip bizlerden alışveriş yapmaz. Kendi mağazaları, kendi kantinleri, kendi gazinoları var. Bize bir kuruşları nasip olmaz. Sanki onlar Türkiye Cumhuriyeti’nin, biz başka ülkenin çocuklarıyız...”
Şırnak çıkışında bulunan kontrol noktasındaki polisler taze çay demlemişler, davet ettiler.
İkisi otomatik tüfekleriyle çevreyi gözetlerken, diğerleriyle konuştuk.
Anlattılar:
-“Burada yerlilerden hiç kimse elektrik parası, su parası, kazanç vergisi ödemez. Bir tek buraya dışarıdan gelen memurlar elektrik parası, su parası öderler. Devlet istemeye kalksa, isyan çıkar. Sokaklarda dolaşamıyoruz. Kimsenin kimseye güveni yok. Göreve gidiyoruz, görev bitince de lojmana... İşte, şu kadar günüm kaldı. Sonra, ver elini gözünü sevdiğim memleketim."
Hakkâri’den çıktık. Şehir çıkışında yol ayırımında Karayollarının levhası var. Üzerinde Hakkâri yazıyor. Bir anı olsun diye levhanın fotoğrafını çektim.
Az ilerde askerler durdurdu. Biri, elindeki telsizle: “-Durdurduk komutanım!”, dedi.
Biraz bekledik. Bir üsteğmen geldi, burada ne yaptığımızı ve neyin fotoğrafını çektiğimizi sordu.
Makinede fotoğrafı gördükten sonra yola devam izni aldık.
Üzerimize yapışan tedirginliği atmak için ilk çay evinde mola verdik. Birkaç genç çalışıyordu.
Heyecanımızın nedenini sordular. Biz de anlattık.
“- Abi buralarda olağan bu. Geçende spor yapan bir arkadaşımız karşı yamaçta koşuyordu, terörist zannettiler, vuruldu. Bazen ben de onunla koşuyordum. Allah korudu beni.”
2012’deyiz, son gidişimin üzerinden 8 yıl geçmiş. Şimdi durumlar nasıldır acaba; çok merak ediyorum.
No comments:
Post a Comment