2008 YILI CANADATÜRK de çıkan KÖŞE YAZILARI
KANADA DEMOKRASİSİ
Tarih : 19 Aralık 2008
Yıllar önce, Avrupa yolculuğundan Türkiye’ye dönmüştüm ki ertesi günü Ordu
yönetime el koydu.
Ve yapılan ilk iş, seçilmiş parlamentoyu kapatmak olmuştu.
Bu olay 1980 yılında meydana geldi. Türkiye 28 yıl sonra, daha dün olmuş
gibi bu olayı tartışmaya devam ediyor.
Hele 12 Eylül günleri geldi mi, darbeye katılanların yargılanmalarını
isteyen gösteriler yapılıyor.
Parlamento, ya da, bizdeki adıyla meclis, halkın düşünce ve isteklerinin,
seçtiği vekiller aracılığı ile duyurulması ve halkın menfaatlerinin yine bu
vekiller aracılığı ile korunması için meydana getirilmiş bir kurumdur.
Halk tarafından seçilen parlamento, ülkeyi ve halkı yönetecek Hükümeti de
kendi içinden seçiyor ve sonrasında da bu yöneticileri denetliyor.
Parlamento kapatılırsa, bu, halkın sorunlarının seslendirilmesini önlemek
ve denetlenmekten kaçınmak anlamına gelir sanırım. Bir başka anlamı olabilir mi
?
Veya parlamentonun kapatılmasından bizlere ne gibi bir fayda gelebilir?
Geçenlerde bir hayli uzun süren Türkiye ziyaretinden döndüm. Epeydir uzak
kaldığım Kanada politikasını gazetelerden bir okuyayım, televizyonlardan bir
izleyeyim dedim.
Malum Türkiye’deki politik haberleri ne zaman izlesek, ilgiyle dinler,
sonra da kızarak: “ Yahu biz adam olmayız ! Olamayız da ! Bir Amerika’ya,
Avrupa’ya bak, bir de bizimkilere….Hep kavga. Hep gürültü. Hep tartışma!”,
deriz.
Hele Kanada Demokrasisi: Kanada dünyanın en yaşanılacak, en güzel ülkesi
olduğundan, demokrasisi de örnek demokrasi elbette.
Geçtim televizyonun başına ve dünyamızın bu seçkin demokrasisinin
politikasını ve seçkin politikacılarını izlemeye başladım.
CBC’nin benim Kanada’ya yıllar önce gelişimden beri ekranlara demir atmış
olan değişmeyen yüzleri, aynı bildik ifadeleriyle yorumlarını yapıyorlar.
Yalnız, yaşlandıklarından olsa gerek, eskiden uzun uzun konuşurlarken şimdi
yoruluyor, daha kısa konuşuyorlar.
Ve emeklilik zamanı gelipte, kendine güveni daha bir artan herkes gibi
karşılarındaki kişiye bazen, adeta: “ Kısa kes, Aydın Havası olsun ” diyorlar.
Bir de, çok komiğime giden bir konu konuşuluyor: Hükümetinin düşürüleceğini
anlayan Başbakan, Genel Vali’den parlamentonun kapatılmasını isteyecekmiş.
Böylece zaman kazanacak, iktidarını koruyacak.
Kanada gibi demokrasi kültürü yüzyıllara, taa Magna Carta’lara dayanan bir
ülkede parlamentonun kapatılmasını istemek kadar komik ve çocukça bir istek
olabilir mi?
Üstelik parlamento çalışıyor. Hani kilitlenmiş bir durum, çözülemeyen
herhangi bir sorun da yok.
Ama Başbakanın çocuksu yüzünü televizyonda görünce, kendi çocuklarım aklıma
geldi.Bir defasında küçük oğlum:
“ Baba, bana inek alır mısın ?” demişti.
"Oğlum, ineği nerede bakacaksın?"diye sorduğumda
"Odamda bakacağım" cevabını almıştım.
Çocuk bu, ister, ister.
Ben çocuğumun isteğini yerine getiremedim, ama Genel Vali, Başbakanın
isteğini kabul etti. Ve parlamentoyu kapattı.
Yoksa ben iyi bir baba değil miydim !
Ama o zaman benim oğluma inek almayışımı kimse yanlış bulmamıştı.
Belki çelişkili bir durum ama, “ Parlamento Kapatma” işlemini de kimse
yanlış bulmadı.
Üstelik demokrasilerin olağan bir olayı gibi bakıldı.
Bizde, Osmanlı zamanında bir Eğitim Bakanı:
“ Yahu şu okullar olmasa, şu Bakanlığı ne güzel idare ederdim.” demiş ya;
biz, yıllar yılı bu lafı dilimize dolayıp, bu şekilde, orayı burayı kapatarak
devlet yönetmeye kalkanlarla alay etmiştik.
Üstelik bu olay nereden baksanız yüz yıl önce olmuş.
Oysa şimdi, örnek bir demokraside ve bu olaydan yüz yıl sonrasında
yaşıyoruz.
Bunu anlamakta çok zorluk çektiğimi itiraf etmeliyim.
Başbakan isteyebilir; çünkü iktidarını korumak istiyor. Üstelik belki,
eldeki bu son fırsattan yararlanarak, senatoya 18 yandaşını atayıverecek.
Genel Vali kabul edebilir; mutlaka kendine göre geçerli nedenleri vardır.
Anlıyamadığım kimseden tepki gelmemesi.
Hükümetin denetlenmesi kesintiye uğruyor ve buna tepki yok.
Yoksa muhalefet, günün birinde biz de böyle yaparız, hele bir yol açılsın,
diye mi düşünüyor?
Demek ki daha öğreneceğimiz çok şeyler var hayatta.
Türkiye demokrasisi özürlü. Bu kabul edilir.
Ama Türkiye’de parlamentoyu kapatmak yetkisine sahip olan Cumhurbaşkanı, bu
yetkisini, Allah göstermesin, kullanıverse neler olur ?
Kendi platformları olan parlamentonun kapatılmasına gıkı çıkmayan muhalefet
partilerinden Liberaller, çok demokratik bir şekilde kendilerine yeni bir
başkan seçtiler.
Daha doğrusu tayin ettiler.
Daha doğrusu tayin ettiler.
Ortada parti başkanlığı seçimi diye bir olay filan yoktu.
Dolayısıyla ortalıkta aday falan yokken iki kişi çıktı. Daha kimse kendilerine sormadan:
" Biz aday değiliz ", dediler.
" Biz aday değiliz ", dediler.
Partinin resmen seçilmiş başkanının yerine, aday olmayan bir başkası, seçimsiz başkan yapıldı.
Yani tayin edildi.
Yani tayin edildi.
Ve bu tayin sırasında partinin kendisine, yani Kanadalılara, kimse bir şey
sormadı. Halkın esamesi – yani adı – bile okunmadı, akla bile gelmedi.
Ne kadar açık ve anlaşılır bir demokratik davranış değil mi ?
Demokrasi, böyle demokratlarıyla, insanı, nasıl da kendine hayran bırakıyor.
AYŞE GÜL
Yazar: Halit Angıner
Tarih: 02 Aralık 2008 20:31
“İşte bir pınar başındayım. Oluğun altına bir sepet iri, olgun şeftali
koymuşlar. Başı yemenili, saçları iki örgü, ayağı takunyeli sarışın bir köylü
kızı bana sordu:
-Yer misin amca?
Aldım. Buz gibi derisi ısırırken dudaklarımı yaktı. Ah ne güzel meyve. Bana
şeftali ikram edene baktım: Ne güzel kız!
- Yavrum şu köyün adı nedir?
- Müftüler.
- Daha ötedeki?
- Nergislik.
- Ya, bu suyun adı ?
- Zerdali oluk.
- Şu yukarıdaki dağ ?
- Kınalı tepe.
- Bu yol nereye gidiyor?
- Dere bahçeye.
- Ne güzel isimler! Lübnan, portakal, turunç, hurma ve muz memleketiydi.
Burası bana daha tanıdık meyveler diyarı: Şeftaliler, erikler, kızılcıklar.
Çiçekleri de öyle. Hep bildiğim şeyler: Nergisler, kınalar, küpeler ve
yıldızlar. Sonra her evin penceresinde Müslüman ve fakir meskenlerin adeta yarı
mukaddes bir yeşilliği olan fesleğenler.
- Kızım, başına taktığın kırmızı çiçeğin adını bilir misin ?
- Bilirim. Kadife.
- Bu su kenarında açan çiçekler ?
- İnci çiçeği.
- Ya senin adın ?
Utandı; kısaca ve usulca: Ayşe Gül!, dedi.”
1924 yılının ağustos ayında yazılmış bu satırları Refik Halid Karay’ın “Bir
İçim Su” adlı kitabından aldım.
Kitabın baskı tarihi 1931. Suriye’de, Halep’te Arap harfleriyle basılmış.
İlk sayfada, kitabın 1,000 adet basıldığı ve bu bin adedin 75 tanesinin ise
yazar ve dostları için beyaz ve kaymak kağıda basıldığı ve 1’den 75’ e kadar
numaralandığı yazılmış.
Bendeki kitap 31 numarayı taşıyor. Refik Halid, kitabın basıldığı yılda,
yani 1931’de yine Halep’te bir dostuna ithaf yazısıyla imzalamış.
Refik Halid, Halep’te ne yapıyordu ? Yukarıdaki pırıl pırıl satırların
yazarı niye kitabını yabancı bir ülkede yayınlıyordu ?
Yaşamı bir romandır yazarımızın. Galasaray Lisesi’ne gitmiş; ama
tamamlayamamış: Hukuk mektebinine gitmiş; bitirememiş. Gazeteci olmuş.
Gazete yazarlığı yaparken iktidardaki İttihat ve Terakki Partisi, sivri
dilli, muhalif yazılarından hoşlanmayınca sorgusuz sualsiz İstanbul’dan Sinop’a
sürgün göndermiş.
Sonra, sakıncalı bir yazarın deniz kenarında bir şehirde kalması tehlikeli
bulunduğundan sırasıyla Çorum, Bilecik ve Ankara’ya sürülmüş.
1913- 1918 tarihleri arsında tam beş yıl sürmüş sürgünlük hayatı. Beş yıl,
doğup büyüdüğü, yaşadığı İstanbul’una gelememiş.
Bu sürgünlük günlerinde tanıdığı Anadolu’yu ve Anadolu halkını
hikayelerinde anlatır. O zamana kadar yalnızca İstanbul ve çevresini konu alan
Türk Hikayesine Anadolu insanı Refik Halid’le girmiştir.
1918 yılında, Ziya Gökalp’in, iktidar partisinden aldığı izinle 10
günlüğüne geldiği İstanbul’da tutuklanır. Refik Halid’in hikayelerini çıkardığı
dergide yayınlayan Ziya Gökalp, etkili çevresiyle onu hapisten kurtarır, affını
sağlar.
Savaş bitince iktidar da değişir. Kendisine yeni hükümet tarafından posta
müdürlüğü verilir. O sırada memleket işgal ediliyordu. Anadolu’da işgale
direniş başlarken, Refik Halid, İstanbul hükümeti, yani iktidar yanlısı bir
tutum takınır.
Bunun nedeni muhalif olduğu yıllarda katlandığı eziyetlerle bir daha
karşılaşmamak korkusu olabilir mi ?
1922 yılında Anadolu’daki Milli Güçlerin zaferi ve İstanbul’a girmelerinin
an meselesi olduğu sırada, yazar Ali Kemal’in (torunu bu yıl mayıs ayında Londra
Belediye Başkanı seçildi ) kaçırılıp halk tarafından öldürülmesi Refik Halid’i
korkutur ve İstanbul’dan vapurla Suriye’ye kaçar.
Milli mücadeleye karşı çıkanlardan 150 kişi sürgüne gönderilir. Zaten
kaçmış olan Refik Halid’in adı da bu listeye konur.
Bu defa sürgün yılları çok uzun sürecektir. Tam 16 yıl. Çok güç maddi ve
manevi şartlar altında 16 yıl. Sürgünde ‘Gurbet Hikayeleri’ni yazar.
Bu kitaptan, okuma kitaplarına da giren ‘Eskici’ adlı hikayeyi fırsat
bulursanız bir kez daha okuyun. Her ne zaman yeniden okusam göz yaşlarımı
tutamam.
Refik Halid’in okuru olan ve yazdıklarını çok beğenen Mustafa Kemal Atatürk
bir formül bulunup yazarın yurda getirilmesini ister. Hatta bunun için şu emri
verir: “Ne yapacaksak yapalım, onun memlekete dönmesinin çaresine bakalım.”
Bu sayede 150’ liklerin tümüne af gelir. 1938’de yurda dönen yazarımız bir
daha politikaya karışmaz. Romanlar, gazete fıkraları ve anılarını yazar.
1924 yılında sürgündeyken, daha o zaman Türkiye topraklarına katılmamış
olan Hatay dağlarında rastgeldiği küçük Ayşe Gül’ün yüzünde, kendisinin Türk
insanına olan hasretini gören, yüreği sızlayarak duyan yazarın satırlarıyla
bitiriyorum:
“- Küçük Ayşe Gül, cici, şirin, şen Ayşe Gül, güzel Ayşe Gül ! Milliyet
muhabbetini insan sadece gazete sahifelerinde, meclis salonlarında veya harb
meydanlarında değil, böyle mini mini bir isimde ve bir küçük köylü kızının
yüzünde okuduğu zamandır ki duygusunun derinliğini görüyor ve yüreğinin
sızısını duyuyor. ”
GÖZLÜK
Yazar: Halit Angıner
Tarih: 20 Kasım 2008
Ne zaman hastahaneye veya doktora gitme konusu çıksa ayaklarım hep geri
geri basar. Doktor ve hastahaneden, ilaçlardan hep korkarım.
Ama ne yaparsınız ki bazen de bu iş kaçınılmaz oluyor. İnsan ne kadar
korkarsa , korktuğu başına fazlasıyla gelmiyor mu zaten!
Bir zamanlar uyuma problemim vardı. Zor uyuyordum. Uyusam bile uykularım
öylesine bölük pörçüktü ki, bütün gece taş taşımış gibi yorgun uyanıyordum.
Ev halkının ısrarları sonucu aile doktorumuza anlattım meseleyi. O da bir
uzmandan randevu aldı.
Sonunda bir gece, sağıma - soluma, elime -koluma bağlanan bir yığın aletin
kabloları arasında hastahanede uyudum ve ölçümlerim alındı.
15 gün sonra hastahaneden tekrar çağrıldım. Nedeni: İyi uyuyamamışım.
‘Yahu, zaten benim derdim o, iyi uyuyamamak’ diye konuşmaya çalıştım. Ama
boşuna.
Uzman, otoriter bir tavırla, uyku denemesinin tekrarlanması gerektiğini
anlattı.
Ve yine hastahanede, bir yığın kablonun arasında bir gece daha geçirdim.
Bu defa güzel uyumuş olmalıyım ki, uzun süre kimse aramadı.
Derken bir gün telefondaki ses falanca tarihte, filanca adreste beklendiğimi söyledi. Bu, adını ilk kez duyduğum, bir başka uzman doktordu.
Derken bir gün telefondaki ses falanca tarihte, filanca adreste beklendiğimi söyledi. Bu, adını ilk kez duyduğum, bir başka uzman doktordu.
Demek ki ‘bu doktor benim derdimin çaresini söyleyecek kişi’, diye
düşündüm.
Gittiğim doktor ofisinde teste tabi tutuldum. Doktor soruyor ben de
cevaplıyorum.
Her cevabım doktoru öyle memnun ediyor ki, durmadan ellerini oğuşturuyor,
‘çok güzel. ah, çok güzel!’ diyordu.
Benim derdimin doktoru bu kadar memnun etmesini doğrusu hiç anlayamadım.
Sonradan arkadaşlarıma bunu anlattığımda, doktorların, hastalıkları
tanımlamak için bazı kriterler koyduklarını, hasta bu kriterlere uyunca
hastalığı teşhis etmiş olduklarını, doktorun bu nedenle sevindiğini söylediler.
‘Eh, madem teşhis kondu, çözümü de bulundu demektir’ diye doktorumdan haber
beklerken, gelen telefon bana bir başka doktor ofisine gitmem gerektiğini
duyurdu.
Test sonuçlarına göre bu uzmanı da görmem gerekiyormuş.
Sonuçta ne mi oldu ?
O uzman doktor beni bir başka uzman doktora, o da, daha bir başkasına
gönderdi.
Kaç uzman dolaştım sayısını hatırlayamıyorum.
Sonunda bu, doktordan doktora dolaşmalardan öylesine yorgun düşmüş
olmalıyım ki, yatağa kafamı koyar koymaz uyumaya başladım.
Yani tedaviye falan ihtiyaç kalmadı. O gün bu gündür rahat uyuyorum.
Geçende gözlüğüm kırılınca, ayaklarımın direnmesine rağmen doktora gittim.
Doktor Bey şekerim olduğunu öğrenince ne kadar zamanda bir kontrole
gittiğimi sordu. Cevabı alınca birden ciddileşti.
- ‘Cık. Böyle olmaz. Sık sık kontrola gitmelisiniz. Sağ gözünüzde sorun var
gibi. Hemen bir nöroloğa görünün’, dedi.
Ve ben de hemen bir nöroloğa gittim.
Nörolog hanım sorular sordu. Diz kapağımın altına vurdu. Elindeki çubuğu havada çevirerek gözlerimle takip ettirdi.
Nörolog hanım sorular sordu. Diz kapağımın altına vurdu. Elindeki çubuğu havada çevirerek gözlerimle takip ettirdi.
Sonra elime bir not vererek: ‘Beyin emar’ı ( MR )çektireceksiniz. Bakalım
damarlarda bir şey var mı!’, dedi.
MR için, biliyorsunuz, tabut gibi, acaip gürültüler çıkaran bir aletin
içinde kımıldamadan yarım saat kalıyorsunuz, filminizi çekiyorlar.
Neyse emar’ım çekildi. Daha sonra gidip hem filmi hem raporunu aldım.
Bayan doktor filmi inceledi ve raporu okudu. Rapora göre, çekilen filmde
troit'te ‘sanki bir problem var gibi’ görünüyormuş.
Troit için bir kez daha emar’a girmeliydim ve girdim.
Sonra gidip o yeni filmi ve raporu aldım. Nörolog hanıma götürdüm.
Sonra gidip o yeni filmi ve raporu aldım. Nörolog hanıma götürdüm.
Kibar bayan doktor troit filmini ve raporunu inceledi ve hiçbir problemimin
olmadığı müjdesini verdi. Çocuklar gibi sevindim tabii.
Elimdeki ‘sağlam’ raporlarımla tekrar göz doktoruma gittim.
Raporları görünce benim hesabıma o da sevindi.
Bundan sonra yapmam gerekenleri anlattı ve gözlük reçetemi yazdı.
Raporları görünce benim hesabıma o da sevindi.
Bundan sonra yapmam gerekenleri anlattı ve gözlük reçetemi yazdı.
‘Yeni gözlüğümü almayı nasıl başardım!’ Bunu daha sonra anlatacağım.
İNSAN NASIL ÖLEBİLİR
YAŞAMAK BU KADAR GÜZELKEN
Yazar: Halit Angıner
Tarih: 04 Kasım 2008
Artık giderek ufka yakın yörünge çizen güneşin zayıf ışınlarının
ısıtamadığı bahçeden içeriye girdim. Şömineye bir iki odun atsam fena olmaz
diye düşündüm.
Daha bir gazete sayfasını buruşturup odunların altına sokup,
tutuşturuyordum ki haberi aldım: Fazıl Hüsnü Dağlarca ölmüş.
“Türkçem, benim Bayrağım ” diyen şair, ölmüş.
Dağlarca kimdir, nasıl tarif edilebilir: Bir şiir fıskiyesi gibi mi mesela
?
Van Gogh, Theo’ya mektubunda:” İçim dışım renk “ diye yazmıştı.
Dağlarca’nın da içi dışı şiir olmalı.
Kimseyi örnek almadan, çevresindeki kalıplara, çevresindeki gruplara
aldırmadan bitmeyen bir kaynaktan besledi binlerce şiirini.
1914 de doğmuş. Demek ki 94 yıl yaşamış. Neredeyse bir yüzyıl. Dağlarca’nın
adını ilk kez nerede duymuş olabilirim? İlk okulda mı? Belki Orta okulda.
Ne zaman Kurtuluş günü kutlanırsa törenlerde, radyolarda okunan bir şiiri vardı:
Cephedeki askerlere cephane götüren kadınlardan Elif’ i ve kağnısını
anlatan.
Şiirde Elif çamurlu yollarda dermanı tükenen ve yığılıp kalan öküzünün
yerine arabaya kendini koşuyor ve cephaneyi cepheye taşıyordu:
“ Büyüdü gözleri, büyüdü. Yürek kadar….”
Bu mısraları unutamamış, Dağlarca’nın kitaplarını oradan, buradan bulup
okumuştum. Oradan buradan diyorum, çünkü o zamanlar kitaplar kitapçılara bir
iki tane gelir, onlar da meraklıları tarafından satın alındığında, internet
vesaire gibi şeyler de henüz hayal bile edilemediğinden bu kitaplara
ulaşabilmemiz bir mucizeye kalırdı.
Dağlarca’nın ölümünden bir kaç gün önce evdeki kitapları karıştırıyordum.
Bu arada şairin kitaplarına da göz gezdirdim. Göz gezdirmeye başlanıldığında
kolay kolay elden bırakılamıyor Dağlarca.
Nitekim yine elimden bırakamadım. Dağlarca bitmeyen bir su, koca bir deniz. Doyana kadar
içilebilir, içinde yüzülebilir.
İlk şiir kitabı 1935 yılında, Askeri okuldan teğmen rütbesiyle mezun olduğu
gün yayınlanmış: “Havaya Çizilen Dünya.”
1950 yılında ordudan ayrılmış ve bir bakanlıkta memur olmuş. Durmadan şiir
yazmış, şiir kitabı yayınlamış.
Evdeki kitaplarına bakarken yaşadığı uzun ömrü düşündüm. Artık gözleri
görmüyordu. Şiirlerini söylüyor ve yanındakiler yazıyorlardı.
94 yaşına rağmen mısraları beyni gibi pırıl pırıldı, berraktı. Şiirini
yaşıyordu .
Batı dünyasının herhangi bir ülkesinde yaşamış ve bu şiirleri yazmış
olsaydı, bugün Nobel kazanmış bir Dağlarca’dan bahsediyor olacaktık.
Çünkü böyle soluklu, kimseye benzemeyen, kimseyi taklit etmemiş, kimseyi
kopyalamamış, “Nevi Şahsına Münhasır”, evrensel düşünceli, kaç tane şair
yaşıyor dünyamızda.
Arkadaşlar arasında, bir gün Türkiye’den de biri Nobel alsa kim olur diye
tartışsak öncelikle aklımıza gelen Dağlarca olurdu.
Niye böyle düşünürdük?
Aşk şairi değildi, mesela; romantik anlarımda onun mısralarını okuduğumu
hatırlamıyorum.
Anadolu’nun, dünyanın yoksul halklarına sahip çıkardı şiirlerinde, ama bir
ideolojinin mensubu değildi. Slogan şairi de değildi.
Atatürk’ü, Fatih Sultan Mehmet’i, Yunus Emre’yi, Mevlana’yı, köylü Ahmet’i,
köylü Mehmet’i, Kongo’lu zenciyi, Cezayirli Arab’ı aynı saygı ve sevgiyle
şiirleştirdi, destanlaştırdı.
Şiirlerde insanlar, sıradan insanlar gibi düşünür, istekle savaşır,
kendiliğinden kahramanlaşır ve gereğinde ölürler.
Ucuz övgüleri, abartıları yoktur. Anlattığı çocuklar, bütün saflıklarıyla,
oynar, sorar ve merakla dokunurlar her şeye.
Birbiriyle kapışan, savaşan insanlar, sonrasında bu uçsuz bucaksız evrende,
yıldızların altında kendilerini, geçmişlerini ve geleceklerini Dağlarca’nın su
gibi berrak şiirlerinde sorgularlar.
Anadolu insanı gibi acılar çeken herkes; ister Kongolu, Vietnamlı,
Cezayirli, Fransız ya da İtalyan olsun, ister yaban ellerdeki gurbetçiler
olsun; hepsi onun şiirlerinin adlı veya adsız kahramanlarıdır.
Her zaman, dünyanın her yerindeydi şiiriyle. Dertlilerin dertlerinin
ortağı, hüzünlerinin şairi, zaferlerinin habercisiydi. Farklıydı, çok
boyutluydu.
Sanki en güzel çocuk şiirlerini Dağlarca yazmıştır. Çocuklara yazılmış,
büyüklerin de severek okuyacağı bir çok şiiri, şiir kitabı var.
1943 yılında basılmış ‘Daha’ adlı kitabı önümde: Dağlarca tarafından
27.10.1945 tarihinde imzalanmış.
Yine 1949 Ocak ayında basılmış, ve Dağlarca tarafından bir ay sonra bir
kişiye ithaf edilerek 11.02.1949 tarihinde imzalanmış, başlanıldığında bitmeden
elden bırakılamayan bir diğer kitabı: ‘Üç Şehitler Destanı’.
Zaman içinde sahaflarda bulduğum bu kitapları, diğerlerinin yanısıra
kitaplığımda büyük şairin aziz ve ebedi hatırası olarak saklıyorum.
Kitapların kahverengileşmiş, lekeli, eski kokan sayfaları, dünyanın
bedenler için sonlu ama sanatkar ruhlar için ölümsüz olduğunu
hatırlatıyor.
Yağmursuz Köy
Açım kara toprak, açım, duyasın biraz,
Kara öküzle beraber açım bu gece.
O düşünür, düşündükçe doyar,
Be düşünürüm,düşündükçe acıkırım.
Açım, kara toprak, açım, duyasın biraz,
Açlık saklanılamaz.
Obur dağlarda uyur poyraz,
Kurdun kuşun uykusundan.
Kayar yağlı yıldızlar hele hele,
Beslenir karanlık.
Obur dağlarda uyur poyraz,
Açlık uyunulamaz.
Açlık siyah yüzümüzde, açlık beyaz,
Acıkmış ova bayır.
Yağmur yağmaz olmuş, ekin kurumuş,
Nettik ki küsmüş gökler hepten ?
Açlık siyah yüzümüzde, açlık beyaz,
Açlık yaşanılamaz.
1950 yılında yayınlanmış “ Toprak Ana “ adlı kitabından.
MUTLULUK NERELERDE SAKLI ACABA
Yazar: Halit Angıner
Tarih: 19 Ekim 2008
Küçük teyzem telefon etti: “ Ablam hasta bir uğrasan iyi olur.”
Teyzemin evine gittim. Ana caddede bir apartman katında oturuyorlar. Zili
çaldım. Kapı bir süre sonra açıldı. Asansöre bir katı yaya tırmandıktan sonra
binebiliyorsunuz.
Zemin kattaki süpermarkete biraz fazla yer sağlamak için asansör bir üst
kattan başlatılmış.
Teyzemin katına çıktığımızda eniştem kapıda bekliyordu. Ufak tefek bir adam
olan eniştemi tanıyanlar, yıllardır hiç değişmediğini bilirler.
Yıllar yılı hep aynı kavruk zayıf yüzü, hiç değişmeyen konuşma biçimi, hiç
değişmeyen hareketleri….
‘Hoş geldin’, dedi eniştem. Teyzem içeri odadaydı. Sobanın yanındaki yatak
haline getirilmiş sedirde yatıyordu.
Çaresi olmayan bir hastalık sarmıştı bedenini.
Öpüştük, kucaklaştık. Yüzü ne kadar da sağlıklı görünüyordu. Yatağının
içinde koltuğun köşesinden koluyla destek alıp sırtını sedirin arkalığına
dayayınca sobanın sıcaklığının verdiği rehavetle kızaran yanakları ona bir
hasta değil, daha uykudan yeni uyanmış, misafirini karşılamaya çalışan ev
sahibesi havası veriyordu.
Eniştem uzun uzun o gün teyzem için yaptıklarını anlattı: Hangi yemeyi
yapmış, teyzem hangisini beğenip yemiş, hangisini beğenmemiş….
Eniştem anlattıkça teyzem lafa karışıyor, neden öyle veya böyle
davrandığının gerekçelerini açıklıyordu.
İştahı yoktu. Bu yüzden seçiciydi. Elinden başka bir şey gelmiyordu. Artık
eskisi gibi değildi. Eğer ilaç alması gerekmese hiç ama hiçbir şey yemeyecekti.
İçi çekmiyordu işte.
Çocukları mı ? Eh, ara sıra uğradıkları oluyordu. Ne yapsınlar onlar da
dünya telaşı içindeydiler.
Kendi çocuklarının derdinden ne kadar fırsat bulabilirlerse, o kadar
gelebiliyorlardı:
“ Buna da şükür.” dedi teyzem.
Eniştem mutfağa gitti bir ara. Daire çok büyüktü, içeriden seslenen
eniştemi güçlükle duyabiliyorduk.
Teyzeme bir kere daha evlerinin büyüklüğünü, güzelliğini söyledim.
"Ah..Ah!" dedi teyzem, ‘bağlarda, ovalarda, o toz toprak içinde
ömrümüzü tükettik."
Mutsuzdu.
Teyzemlerin geçimi çiftçilikten. Ovanın en güzel yerinde bağları
vardı.
Ve bağlarının hemen girişinde ulu bir ağacın gölgesinde, renk renk
çiçeklerin, sarmaşıkların kucakladığı evleri.
Evin önünde hem yazlık, hem de kışlık ihtiyaçlarını karşıladıkları sebze
bahçesi yer alıyordu.
Ziyarete gittiğimizde, bu fotoğraf albümlerinden çıkmış gibi duran tabloya
bakar, teyzemlerin Cennette yaşadıklarını düşünürdüm.
Bağ bozumundan sonra gelip kışı geçirdikleri ev, kocaman bahçeli bir
evdi.
Bahçede meyve ağaçlarıyla vardı. En uçta atın, arabanın konduğu ahır ve
depo bulunuyordu.
Teyzem o iki katlı ahşap eve gelin gelmişti.
Dünyalar güzeli, gözleri mavi ışıltılarla süslü bir gelindi. Herkes
eniştemin memleketin en şanslı adamı olduğunu söylüyordu.
Çocukları oldu. Büyüttüler. Evlendirdiler. Evlerinin arsasına büyük bir
apartman yapıldı. Artık emekli olabilirlerdi.
Teyzeme yaşadıkları hayatta ne kadar şanslı olduğunu anlatmaya çalıştım.
Benim çevremdeki arkadaşlarım hep çok çalışıp para kazanmayı ve
kazandıkları ile bir yazlık sahibi olmayı düşünüyorlardı.
Daha imkanlı olanlar ise küçük de olsa bir çiftlik sahibi olmanın hayalini
kuruyorlardı.
Böylece emekliliklerinde, bağlarında, bahçelerinde uğraşacaklar, hormonsuz
meyve, sebze yetiştirecekler, çiçeklerle haşır neşir olacaklardı.
Tanıdığım büyük bir müteahhitin kendini emekli edip, sebze yetiştirdiğini,
bu sebzeleri satmak için manavlarla konuşup pazar aradığını görmüştüm.
Bu bir iki kuruşa ihtiyacı yoktu. Bağ bahçeyle uğraşı onu son derece mutlu
ediyordu.
Teyzeme bunları anlattım:
"Sizler, ne mutlu ki insanların bir ömrü verip elde etmeye
çalıştıkları ve ancak yaşlandıklarında kısa bir süre sefasını sürebildikleri,
tabiatın kucağındaki bu eşsiz hayatı dolu dolu, bir ömür boyu yaşadınız.
Toprağın verdiği huzuru hangi iş verebilir. Onun sıcaklık ve aydınlığına
kavuşabilmek için insanlar kapalı, karanlık yerlerde ömürlerini
tüketiyorlar.
Sen ağaçtan meyveni kendin kopardın. Bahçenden sebzeni kendin topladın.
Herşeyin safı, temizi, ellenmemişi sana kısmet oldu.
Üzümünü sen kestin. Suyunu sen çıkardın. Sonra onun suyuyla pekmezini sen
kendi ellerinle kaynattın. Çocuklarına bu saf pekmezi sundun.
Yerin derinliklerinden suyunu bile tulumbayla kendin çıkardın. Sofrana bu
suyu koydun. O güzelim çiçeklerini bu arı suyla suladın.
Kendi ektiğin buğdaydan ekmek yaptın. Çocuklarını kendi fırınında
pişirdiğin bu ekmekle besledin. Böyle bir hayat yaşayabilmek ne büyük mutluluk,
teyze."
Eniştem içeri girdi. Kapı aralığından bizi dinliyormuş. Gözleri
doluydu:
"Bende kaç gündür teyzene bunu anlatmaya çalışıyordum."
Birkaç gün sonra, bir yolculuk için havaalanına gidiyordum. Küçük teyzem
yine telefon etti:
"Ablamı hastaneye kaldırdık."
Geçerken hastaneye uğradım. Teyzem ilaçların yorgunluğu ile yarı uykuluydu.
Maviş gözlerinin ışıltısı giderek kayboluyordu. Son defa kucaklaştık.
PİYASALARDA NELER OLUYOR
Yazar: Halit Angıner
Tarih: 03 Ekim 2008
Amerikan hükümeti piyasaya 700 milyar dolarlık bir kurtarma parası sürecek
diye dünya borsaları yine heyecanlandılar.
Ama Kongre hemen onaylamayınca da beklemeye başladılar. Ekranlara çıkan
uzmanlar piyasaların yatayda seyrettiğini ve kongrenin alacağı kararın bundan
sonrasını belirleyeceğini anlatıyorlar.
Bu uzmanları daha çok kısa bir zaman önce aynı ekranlarda umut saçarken
izliyorduk.
İşler o zamanlar hayli iyiydi. Grafikler hep yukarı doğru gidiyordu.
Kazançlar inanılmaz büyüklüklere varmıştı. Kazan. Kazan. Kazan!
Televizyonlarda bağıra çağıra konuşuyorlardı. Yeni terimler kullanıyorlardı.
İnsanlar böylesine güzel konuşup, mantıklı açıklamalarla ekonomiyi anlatanlara
hayran olup kapılmasınlar da ne yapsınlar.
Sonra bu sevimli yüzlerin, bilgili kafaların yanına bir de bilgisayarlar ve
renkli grafikler ekleniverince inandırıcılıkları iyice arttı.
Bir düğmeye basıyorsunuz: Yüzdeler, kar payları, yeşiller ve kırmızılar,
sarılı, mavili grafikler ve kazançlar...
‘Yeni Dünya Düzeninin’ bilgisayar destekli para uzmanları insanların
ürettikleri ve emekleri karşılığında kazandıkları paraları işletme amacıyla
aldılar.
Bunları yatırımlara sevkettiler. Güzel şeyler olabilirdi. Oluyordu.
Ama daha çok kazanmanın müthiş iştihası yok mu! Fazlasını mı istediler
nedir, hırslarını engelleyemediler.
Üretilen miktardan fazlası, bankalardaki paradan fazlası gerekiyordu
şimdi.
Daha tarladaki biçilmemiş ürünü pazarladılar. Ekilmemiş ürünleri, imalatı
yapılmamış malları sattılar.
Petrol satışı iyiydi. Ama üretilen petrol miktarı ihtiraslara yetmiyor. O
zaman ne yapabiliriz ? Gelecek yılın petrolünü satalım öyle ise.
İyi ama sen petrol üreticisi değilsin ki !
Olsun. Hele bir gelecek yıl olsun, ben bu petrolü bir yerlerden alır sana
satarım. Ama fiyatı bu kadar ! Alıyor musun ?
Ben olmayan petrolü bunlardan alıyorum ve size bu olmayan petrolü satıyorum.
Siz de benden aldığınız, daha üretilmemiş petrolden, gelecekte elde
edilecek kazancı bir bankanın Fonuna satıyorsunuz.
Banka bu kağıt üzerinde çok kazandıran Fonunu, üstüne kazancını koyarak
paket halinde bir başkasına satıyor.
Tabii olarak rakamlar her satışta büyüyor. Daha toprağın altından ne zaman
çıkarılacağı belli olmayan hayali petrole bu kadar çok müşteri bulununca
petrolün fiyatı da artıyor.
Eh, hayali petrolün fiyatı artınca hayali kazançlarda artıyor. Fonun fiyatı
yükseliyor.
Banka durmadan bu tür şeyler satıyor. Banka büyüyor ve büyüdükçe hem
herkese, hem de daha çok kredi veriyor.
Ya da daha fakir ülkelere gidip parayı bastırıp oradaki bankaları satın
alıyor.
Daha çok kazanabilmenin yolu ise bir hayli basit: Ticaretin önündeki bütün
engeller kaldırılsın. Ticaretin önündeki sınırlar kaldırılsın.
Bütün yasalar paranın ve ticaretin rahatça at koşturabileceği meydanı açmak
için, mümkün olduğu kadar uyumlu hale getirilsin.
Sermaye sadece kendi ülkesinde istemedi bunu. Diğer ülkelerde sınırlarını
açmalıydılar. Gümrük ve korumacılık gibi modası geçmiş kavramlar çöplüğe
atılmalıydı.
Bunun sonucunda herkes kazanacaktı. Güçlü devletlerin güçlü sermaye
gurupları, güçsüz devletlerin sınırlarını açtırdılar.
Ekonomi uzmanları bu ülkelere akıllar verdiler: "Özelleştirme.
Herşeyin anası bu. Özelleştirin ve kazanın."
Yıllar önce Arjantin’de seyahat ederken bir Arjantinli ile bir hayli uzun
süren bir konuşma yapmıştım.
Adam bilgisayar mühendisiydi. Ülkesindeki gidişattan pek ümitli değildi:
"Var olan her şeyimizi özelleştirdik Arjantin’de. Kim mi aldı?
Elbette parası çok olanlar. Yani büyük dünya devi olan şirketler aldı.
Şimdi petrolümüz var, ama bizim değil.
Telekomünikasyon ağımız var, ama bizim değil.
Bankalarımız var, ama bizim değil.
Karşılığında dolar aldık, üstelik o dolarlar da yabancı bankalarda
yatıyor.
Yani paramız da sanki bizim paramız değil gibi.
Eskiden devletimiz zengindi. Her şey satılınca bir şeyi kalmadı. Gelecekten
korkuyorum."
Bu konuşmamızdan bir kaç ay sonra Arjantin iflas etti.
Televizyonlarda ekonomi uzmanlarını yıllardır dinleyerek birşey öğrendik:
Özel teşebbüsün faziletini.
Eğer bırakılırsa, sınırlama konmazsa herşey iyiye varırdı. Ülkeler
zenginleşirdi, yanısıra biz bireyler de zenginleşirdik.
Acaba anlatılanlar Andersen masalımıydı. Ekonomide Liberalizmin herşeyin
çözümü olduğunu bizlere anlatan, devletin bir şeye karışmaması gerektiğine bizi
gerçekten ikna eden ‘piyasalar’ şimdi yatay seyirde. Kongrenin karar almasını
bekliyorlar.
Yani Devlet işe karışsın istiyorlar.
Yani Devletten gelecek can simidini, yani parayı bekliyorlar.
Oysa Devletler bu işlere karışmayacaktı.Kongre parayı verirse, Borsa yine
alıp başını gidecek.
Florida’daki evlerin fiyatları yine alıp başını gidecek.
Dolar milyarderlerinin sayısı da alıp başını gidecek.
Peki Kongre parayı nereden bulacak ?
Bu bir başka yazının konusu.
FENERLİ ANILAR
Yorum Sayısı: 1
Tarih: 22 Eylül 2008
Ninemin dört köşeli bir feneri vardi.
Siyah renkli demir çerçevesinin dört yüzü de camlıydı. Bu camlı kısmın bir
yüzü açılır kapanırdı ve kilitlenebiliyordu.
Üstü açıktı ama bir şapka örtüyordu açıklığı. Şapkanın üzerinde de taşımak
için bir kulp vardı. Tabanda ise tam ortada bir yuvarlak çukur.
Ramazan’da ninemle Teravih’e giderken fenerimizin içine gaz lambası
yerleştirir, kibritle yakardık.
Elektrik yeniydi. Sokak lambaları çok zaman yanmazdı. Çoğu evlerde elektrik
yoktu. Gaz lambaları kullanılırdı.
Karanlık gecelerde sokaklarda insanlar fenerle dolaşırlardı. Ağaçların, sokaklara
park edilmiş at arabalarının ve fenerleri taşıyan insanların gövdelerinin
uzayan gölgeleri, insanlık komedyasının gecenin karanlık perdesindeki
yansımalarıydı. Karanlığın içinde solgun fener ışıkları yaklaşır, uzaklaşır,
birbirleriyle karşılaşırlardı.
O, büyüyen, küçülen gölgelerin esrarlı görüntüsü, hayallerimi de besler
büyütürdü.
Fenerimizi, kısarak, caminin kadınlara ayrılan kısmında diğer fenerlerin
yanına bırakırdık namaz sonuna kadar.
Gazetelerin ve televizyonların son günlerdeki Deniz Fener’i olayı ile
sayfalarını ve ekranlarını doldurmaları benim fener anılarını canlandırdı.
Bunlardan birini, “Dünyanın Ucundaki Fener”i daha önce gezi notlarımda
anlatmıştım. Bir diğer anımı da yukarıda anlattım.
Bir üçüncüsünü ise şimdi anlatacağım. Bu anı, şu ara medyada çok popüler
olan Deniz Fener’i ile doğrudan ilgili değil. Sadece adı kullanılıyor.
Bir kaç yıl önce tatilimi geçirmek üzere Türkiye’ye gitmiştim. Dönüş
günlerime yakın, gelmişken devlet dairesinde olan bir işimi de halledeyim
dedim. Biliyorsunuz, o bir işi halletmek için en az iki fotoğrafa, nüfus
cüzdanı örneğine ve ikametgah senedine ihtiyaç vardır.
Bunları almak için mahalle muhtarına gittim. Muhtarın bir bakkal dükkanı
var. Bir köşedeki masada da vatandaşın işini görüyor. Masanın üzeri kağıtlar,
sayfa uçları kıvrılmış defterler, mühürler ve birkaç kalemle dolu.
Muhtarın yanında yaşlı bir teyze var ve ağlıyor.
Muhtar bana: “ Hoşgeldin” dedi, ekledi, ” Bak teyzemin başına neler gelmiş,
abi.”
“ Ne gelmiş teyzenin başına?” diye sordum.
Teyze birşeyler anlatmaya çalıştı, ama anlayamadım. Çünkü hıçkırıkları
anlattıklarına karışıyordu. Muhtar teyzeyi susturup kendi anlatmaya başladı;
“Abi, bunun evine biri gelmiş. Demiş ki ben Deniz Fener’inden geliyorum.”
“Deniz Feneri ne ?” diye sordum.
Muhtar anlattı. Deniz Feneri bir yardım kuruluşuymuş. Televizyonlarda,
topladığı yardımları nasıl dağıttığını anlatıyorlarmış. Evlere gidiyor
insanlarla konuşuyor, ihtiyacı olanlara yardım ediyorlarmış.
“ Sahi sen hiç izlemedin mi Deniz Feneri’ni ?” diye sordu muhtar.
“Yok. Şimdiye kadar duymadım ve izlemedim.” dedim.
Muhtar anlatmaya devam etti:
Teyzenin evine de bir delikanlı gelmiş. Takım elbiseli, kıravatlı, çok
temiz görünümlüymüş.
Teyzeye demiş ki:
- "Ben Deniz Feneri’nden
geliyorum. Yardım etmek için seni seçtik. Ben senin evde olup olmadığını
anlamak için önden geldim.
Arkadaşlar biraz sonra televizyoncularla burada olacaklar. Bak teyze ben
senin hakkında çok iyi şeyler duydum. Yapacağımız yardımı senin almanı
istiyorum.
Yalnız evde görünürde para edecek bir şey olmasın. Televizyonlarda senin
evin zengin evi gibi görünürse sana para yardımı yapamayız.
Onun için pahalı şeyleri ortadan kaldır. Bende sana kaldırman için yardım
edeyim."
Teyze gerçekten fakir olduğu için evi aramışlar ama para edecek bir şey
bulamamışlar. Bunun üzerine genç adam:
- “Bak teyze !” demiş, “ Eğer altının, ya da paran varsa onları da çok iyi saklamamız lazım. Mesela
paranı mutfakta bir kavanozun içine saklamışsan bizimkiler ilk iş kavanozların
içine bakarlar.
Sonra da saklanabilecek diğer yerlere bakarlar. Eğer altın ya da para
bulurlarsa hiç konuşmadan çıkıp giderler ve sen de para yardımı alamazsın.”
Teyze:
- “ Ah oğlum bende altın, para nerde. Baksana
şu yoksulluğuma” demiş ama o anda da aklına bir gün önce
aldığı, yaşlılık maaşı gelmiş.
Delikanlı:
- “Hemen onu saklayalım” demiş.
Teyze girmiş yatak odasına. Bir zaman sonra elinde parayla gelmiş.
“Valla ben saklayacak yer bulamam oğlum” demiş. “Sen daha iyi bilirsin, sen saklayıver
bari.”
Genç adam parayı yerdeki kilimin altına koymuş. Üzerini düzeltmiş. Teyze de
huzura kavuşmuş, genç de.
Teyzeye:
- “ Hadi bir çay koy ocağa, bizimkiler
neredeyse gelirler, bir yorgunluk çayı içsinler. Ben de gideyim, burada beni
seninle görüp, sana yardım ettiğimi anlamasınlar,” demiş.
Teyze hayır dua ederek mutfağa gidip çayı koymuş. Sonrada Deniz Fener’inin
gelmesini beklemeye başlamış.
Olayın kalanını anlamışsınızdır. Teyze bakmış ne gelen var, ne giden. Bari
parayı eski yerine koyayım, demiş.
Tahmin edeceğiniz gibi para da uçup gitmiş.
Muhtar:
- “ Vicdansızlar, kimbilir daha kaç kişinin
canını yaktılar. Bu birincisi, ihtimal diğerleri de başlar gelmeye. Dün maaş
günüydü çünkü.”
Teyze köşede ağlıyor, bir koca ayı parasız nasıl geçirecek.
Bu trajikomik olaya nasıl bakacağımı bilemedim bir an: Kara vicdanlılar,
bir kuruluşun adını kullanarak fakir fukarayı dolandırıyor, fakir fukara da
yardım alabilmek maksadıyla bu dolandırıcıyla işbirliği yapmaya çalışıyor.
Teyzeye bir miktar para yardımında bulundum.
- “Üzülme” dedim.
Yapayalnız yaşayan bir kadıncağızdı. Çocuğu yoktu ve kocasını da bir kaç yıl
önce kaybetmişti.
Bu habere toplam 1 yorum yazılmıştır.
Leman Çeliaslan [ 02 Ekim 2008 14:29 ]
yazılarınızı çok beğendim!
GALATASARAY
Yazar: Halit Angıner
Tarih: 05 Eylül 2008
Galatasaray bu yıl müthiş transferler yaptı: Meire, De Sanctis, Kewell,
Baros.
Daha önce de Avrupa’nın sayılı takımlarında oynayan Lincoln, Nonda ve
Linderoth’u transfer etmiştik.
Ayrıca Hakan Balta, Ümit Karan, Serkan ve Barış da zaten Almanya’da
yetişmişlerdi.
Bu oyuncuların dil ve uslubundan anlayabilmek için de takıma elbette bir
Avrupalı çalıştırıcı gerekiyor. O zaman Skibbe bu iş için biçilmiş kaftan.
Ee, şimdi bu Skibbe’ye bir de yardımcı lazım. Adam Alman: Almanca ve
İngilizce konuşuyor. Doğal olarak Türkçe bilmiyor.
Takımda bir iki de Türk futbolcu var.
Neden ?
Çünkü bütün takımın “ İTHAL” olmasına yönetmelikler izin vermiyor.
Ve maalesef bu yönetmeliklere göre araya, bir iki eşantiyon yerli oyuncu
koymak zorunluluğu var.
Bu bir iki Türk oyuncuya dert anlatabilmek için de onların dilinden anlayan
bir yardımcı gerekiyor Skibbe’ye.
O zaman bunun için yine Almanya’da yetişmiş Ümit Davala’yı transfer
edebiliriz.
Kendimi bildim bileli Galatasaraylıyım, taa çocukluğumdan beri. Bu bağlılık
hiç gücünü kaybetmedi, hep artarak bu günlere geldi.
Ama bugünlerde istemiyerek de olsa, bu bağlılığın, bu sevginin anlamını
tartışmaya başladım.
Geçen yıl Fenerbahçe’yi kadrosundaki 8 yabancı oyuncu için
eleştiriyordum.
Fenerli arkadaşlarıma: “Yahu niye Fener’i tutuyorsunuz, Santos takımını
tutun. Hem bütün oyuncuları Brezilyalı, hem de Fener’den daha iyi takım!”
Galatasaray ise yerli oyuncularla şampiyon olmuştu. Ve ben bunun Türkiye’ye
bir ders ve örnek olmasını diliyordum.
Ama bugün geldiğimiz noktada artık benim takımımın da Fenerbahçe’den bir
farkının kalmayışı kalbimi paralıyor.
Tamam dünyamız değişiyor. Her şey iç içe geçiyor. Her şey bir birbirine
karışıyor. Bunları anlıyorum!
Ancak bizleri Galatasaraylı yapan nedenlere de bakmak lazım. Niye Chelsealı
değiliz de Galatasaraylıyız. Ya da niye Santoslu değiliz de Fenerbahçeliyiz.
Türkiye’nin takımı olduğu için Galatasaray’lıyım. Oyuncuları Türkiye’li
olduğu için, yöneticileri Türkiyeli olduğu için, Galatasaray bir Türk Takımı
olduğu için!
Galatasaray hep büyük bir aşkla yaşadı kalbimde:
Baba Gündüz’ün antremanda gol atan Metin Oktay’ı çikolatayla
ödüllendirmesi, saçını okşaması, unutulmaz hatıramdır. Koca Kral çocuklar gibi
sevinmişti o an.
İzmir Alsancak Stadı’nda, sonraları Atatürk Stadı’nda, izlediğim
Galatasaray maçları sonrası, mahalle arkadaşlarıma maç hikayelerini aylarca
anlata anlata bitiremezdim.
Kaptan Turgay, Kaptan Fatih, Kaptan Cüneyt, oyuna girdiği anda maçı
çevireceğinden hiç birimizin, hiç bir zaman şüphe duymadığı Raşit.
Şimdi bunları yazarken içimi heyecan dolduruyor. Hepsi bizim
insanlarımızdı. Bizdendi. Şimdi de içimizde yaşıyorlar. Bizimle nefes alıyor,
Türkiye’ye, bizlere hizmet ediyorlar.
Bunların ithal oyunculardan ne farkı vardı kalite olarak. Hele özverileri !
Bir şeyin tekniğini ithal etmeye evet. Ama hazırını ithal etmek : Bir
fabrikada üretilmiş elbise gibi! Yoksa Liverpol oyuncularının tümünü
alıverelim. Çünkü ülkemizde böyle bunu yapabilecek paralı patronlar çoktur
sanırım.
O zaman ne olacak! Oyuncular yabancı, çalıştırıcı yabancı, taraftar ise
Türk insanı.
Karda, buzda, stadlara gidip, gırtlağımızı yırtarak, ya da televizyon
başında nefesimizi tutarak şöyle mi diyeceğiz:
- “Yahu bizim İngiliz nasıl ama. Sizin Brezilyalının bacakları amma
da titriyor!”
Veya,
- “ Sen bizim Alman’ı görmüyorsun galiba. Senin İspanyola bak,
garibim ne yapacağını şaşırdı bizimkinin karşısında!”
Maç sonrası bizim gazeteciler, tabii, eğer o zamana kadar yabancı
çalıştırıcıların dilini anlayan yabancı gazeteci de ithal etmemişsek, tercüman
aracılığı ile Brezilyalı ve Hollandalı çalıştırıcılara soracaklar:
- “ Sör, aldığınız bu kötü sonuçların nedeni ne ?”
- “ Ne olacak Mister: Oyuncu yabancı, çalıştırıcı yabancı! Ama
seyirci yerli. Bi uyumsuzluk var. Bu uyumsuzluk kalkmadığı sürece başarı zor.”
- “ Yani yabancı seyirci mi ithal etmemiz lazım, Sör ? Bunu mu demek
istiyorsunuz ?”
- “ No comment ! Bunu ben bilemem. Bu konuda yorum yapmam doğru
olmaz. Bunu ancak sayın yöneticilerimiz bilir. Bu konuyu onlara sormanız
gerekir.”
ZULA - ya da - AVRUPA'ya TÜRK TURİST OLMAK
Yazar: Halit Angıner
Tarih: 19 Ağustos 2008 15:44
Türkiye’de dünyanın en pahalı benzini satılıyor.
İnanılır gibi değil ama kimsenin en küçük tepkisi yok. Sanki umurlarında
değil.
Yolumuz üzerindeki sayısız benzin istasyonlarından birinin önünde durduk.
Çalışan genç benzini doldururken arabamızı yıkamayı öneriyor. Gerçekten
arabamız toz içerisinde. Yıkansa fena olmaz.
İçeriye parayı ödemeye girdim. Ödemeyi yaptım. Kasadaki genç bayan bir cam
silme bezi ile bir deterjan vermez mi!
Bezi anladım da, deterjan ne oluyor?
“ Hediyemiz efendim! İyi günlerde kullanın.”
Arabayı yıkamaya aldılar. İki kişi arabayı yıkıyorlar. Biz de çay ocağının
önüne koltuk sandalyelere kurulduk.
Birisi koşarak çayları getirdi. Hava püfür, püfür esiyor. Çaylar tazelendi.
Araba yıkanınca kalktık. Çay paraları alınmadı; “ Müessesenin ikramı.”
Arabayı yıkayan gençler de para kabul etmedi; “ Müessesenin ikramı.”
Birisi bir gazete uzattı pencereden içeri. Bu da bedava, bu da ikram.
Galiba benzine yüklenen anormal fiyattan sıkılan patron, karınca kararınca
vatandaşdan, vatandaşın gönlünü böyle alarak özür diliyor olmalı.
Günebakan tarlaları arasından geçerek sınıra vardık. Buradan Yunanistan’a
geçeceğiz.
Arabadan inmeden ilk kulübedeki memura yaklaştık. Pasaportlarımıza baktı,
bilgisayarda kontrol etti.
“Tamam,” dedi. “ İlerleyin”,
İlerledik. Bir kişi daha yanaştı ve evraklarımıza baktı. “Tamam,
ilerleyin”.
Son kulübeye vardık. İçeride bir genç kız var. Evraklarımızı o da inceledi.
Kapı önündeki, amiri olan genç adama seslendi.
“Bunlar tamam”.
Genç adam evraklara bir göz attı. Sonra bize ve arabamıza baktı. Tepeden
tırnağa inceledi. “Bagajda ne var!” dedi.
“Bagajda giyim eşyalarımız var.”
“Nereye gidiyorsunuz?”
Söyledim.
“Ne için gidiyorsunuz? ”
Söyledim.
“Arabayı boşaltın.”
“Herşeyi mi?”
“Herşeyi”
Emir bu ! Emir demiri kesermiş.
Bagajı boşalttık. Biz eşyalarımızı boşaltır, ortalığa yığarken arkamızdan
gelen yabancı plakalı arabalar gayet kibar tavırlarla uğurlanıyor. Genç memur
hepsine iyi yolculuklar diliyor.
Arabalarda benim çocuğum yaşında gençler var. O sıcakta bavul indiren bana
bakıyorlar klimalı arabalarının içinden.
Boşaltma faslı bitince genç memur elime bir kağıt verdi. Arabayı arka
tarafa götürecektim.
Oradaki memurlar bana ne yapmam gerektiğini söyleyeceklerdi.
Arabayı dediği yere götürdüm. Memur evrağa baktı. Sonra arabayı bir
rampadan içeriye barakaya sokmamı istedi.
Rampanın iki yanında gezer kuleler vardı. Çıkıp memurun yanına geldim. Bana
“Arabanın içindeki herşey boşaldı mı ?” diye sordu.
Tekrar arabaya gittim. Bir torba içinde yolda aldığımız meyve vardı.
Meyveleri alıp döndüm.
“Her şeyi aldın mı? Arabanın kendi gövdesi dışında bir şeyin kalmaması
lazım.”
“Hepsini aldım. Hiçbir şey kalmadı.” dedim. Birden aklıma geldi;
“Yedek lastik var sahi! Onu unuttum.”
Memur bilmiş tavırlarla kafasını salladı:
“O kalsın. En iyi ZULA yedek lastiktir. Bunu herkes bilir.” dedi.
O an kafama “ Dankkkk ” etti. Belki de ben ZULA’sında yasak şeyler taşıyan
şüpheliydim. Başımdan soğuk sular döküldü. Bu sırada gezer kuleler çalışmaya
başlamış, arabanın iki yanından geçiyorlardı. Arabamız X-Ray’de.
Yanımdaki memura bu yaptıklarının doğru olmadığını söyledim. ANKARA’nın
emriymiş. Yurt dışına çıkan arabalar X-Ray’den geçiriliyormuş.
“Ama bizimle gelen araçlar geçip gittiler”.
“Onlar yabancı plakalı arabalar. ANKARA’nın emri TÜRK plakalı arabaların
kontrol edilmesi için”.
Bir TÜRK vatandaşı nasıl bir TURİST gibi Türk plakalı arabasıyla gezer? Hiç
yani, olacak şey mi! Niye oturduğu yerde oturmuyor ki? İşte size şüpheli bir
durum.
Ne güzel değil mi! Sen kendi ülkende kendi vatandaşını ıcığına cıcığına
kontrol edeceksin, Avrupalı kendi ülkesinde yine senin vatandaşını tepeden
tırnağa kontrol edecek.
Acaba alınlara “KONTROL EDİLMİŞTİR ” damgası vurulsa işler kolaylaşır mı?
“Bunu herkese anlatacağım. ” dedim.
Memur; “Beyefendi, Vallahi anlatın, hatta şikayet edin, belki bir faydası
olur” dedi.
Eşyaların yanına döndüm arabayla. Geçen yabancı plakalı arabaların içindeki
insanların meraklı bakışları altında, kan ter içinde eşyalarımızı arabaya
yüklerken olayın başlangıcındaki genç memura yaptıklarının hiç de hoş şeyler
olmadığını söyledim.
“Ama bizim insanımızda da kabahat yok değil. Biz burada nelerle
karşılaşıyoruz bir bilseniz.” dedi.
Dedim ki:
- “ Bakın şimdi burada siz dahil 4 kişiyiz. Diyelim içinizde bir kötü
benim. Kimin kötü olduğu bilinmiyorsa, siz
dahil herkese suçlu muamelesi yapılması doğru mu?
Sen günahsızsan niye eziyet çekesin benim yüzümden. Bir kişi suçlu olabilir
diye bir toplum mahkum edilir mi?
Şimdi ben buradan Yunanistan’a gireceğim. Siz vatandaşınıza böyle
davranırsanız elin adamı düşünebiliyor musunuz neler yapar ”.
O da,
- “ Bu Ankara’nın emri, yalnız Türk plakalı arabalara
uygulanıyor” dedi. “ Şikayet edin belki düzelir.”
Ne dersiniz, şikayet edilirse bir gün Türk
vatandaşları kendi devletlerinin gözünde potansiyel suçlu olmaktan,
arabalarının ZULA olabilecek yerlerinde çamaşırları dışında başka şeyler
taşımasından şüphelenilen insanlar olmaktan kurtulurlar mı acaba!
Ömrü boyunca yasalara uyayım ki herkesin yasalara uymasını bekleyebileyim
düşüncesinde olan ben, sağolsunlar, değerli büyüklerimiz ve işbilir değerli
memurlarımız sayesinde sonunda ZULA sahibi oldum.
ZULA: Kaçak ve yasak şeylerin saklandığı yer. (Türkçe sözlük )
ANADOLU HİKAYELERİ
Yazar: Halit Angıner
Tarih: 06 Ağustos 2008 15:41
Arkadaşım telefon etti:
- “Akşam saat 8’de dünür ziyaretine gidiyoruz,
gelirmisin? ”
Yakını bir kız nişanlanmış, damadın ana babası ovada, bağ evindeymişler – şu
sıralar üzüm zamanı, o nedenle bağlarda kalınıyor – kız evi olarak onları
ziyaret edeceklermiş.
- “ Gelirim” dedim.
Akşam inerken yola koyulduk, Gelin adayı bizim arabamızda. Tatlı bir kız.
Sesindeki tını her an mutluluğunu duyuruyor. Her sorulanı kalbinin
derinliğinden cevaplıyor.
Eeee, gençlik işte !
Ana yoldan sapıp ovanın derinliklerine dalıyoruz. Sağda solda mısır
tarlaları ve bağlar uzanıyor.
Alacakaranlıkta biçilmiş ekinlerin sarı kökleri daha bir koyu.
Asfalt bitti. Yavaşlayıp öndeki arabayla aramdaki mesafeyi uzattım. Çünkü
artık yollar tozlu ve toz kalkınca göz gözü görmüyor.
Kıvrımlı patikalarda
meyve ağaçlarıyla sarılmış, çiçekli bahçeler içindeki bağ evlerinin arasından
geçiyoruz.
İnsanlar ya sofra başındalar ya da yemek faslını bitirmişler, asma
çardakların altında kahvelerini içiyorlar.
Çocukluk günlerimden bilirim, bu
saatler komşuları ziyaret zamanıdır. Çocukların da can kulağıyla dinledikleri
masallar, efsaneler anlatılır.
Konular genellikle hep olağan üstü konulardır. Her defasında bire bin
katılarak anlatılır.
Anlatıcılar aynı şeyi anlata anlata öylesine ustalaşmışlardır ki size bin
kere işittiğiniz hikayeyi, binbirinci kere ağzınız açık dinletirler.
Çocukluğumuzda bağ komşumuz Bayram Amca akşamları bize gelsin diye dua
ederdik. Bir hikayesi vardı ki anlattıklarını hep onla bitirsin isterdik.
Kendisini hikaye kahramanı yerine koyarak anlatırdı Bayram Amca.
Askerdeyken Jandarma çavuşuymuş. Bir gün 3 mahkumu bir cezaevinden ötekine
götürme görevi verilmiş.
Yolda uykusu gelmiş Bayram Amca’nın. Uykusu gelince
hiç dayanamaz. Kafayı vurmuş uyumuş.
Uyanınca ne görsün: Mahkumlar yok. Bu uyurken ötekiler kaçıp gitmişler.
Ne mi yapmış Bayram Amca? Hemen oturup bir telgraf çekmiş karakol
komutanına:
“Şum, şum selam. Mapuslar kaçtı vesselam. İmza: Jandarma Bayram.”
“Şum şum selam”: Arnavutça da “Çok, çok selam” demek.
Kardeşimle deliler gibi gülerdik hikayenin burasında.
Sonraki hayatımızda yıllar boyu bir işimiz olumsuz sonuçlandığında
birbirimize: “Şum, şum selam” der, Jandarma Bayram’ı hatırlayarak, hayata/
moralimizi bozmadan devama çalışırdık.
Sonunda Dünür evine vardık. Merhabalar, hoş geldinler sonrasında daha ter ü
taze, yeni inşa edilmiş bağ evinin önüne serilmiş minderlere oturduk.
Bahçedeki toprak fırının kapağı kenarından taşan korlaşmış ateşin
kırmızılığı taşıyor. Arnavut böreği fırında. Pişmek üzere.
Ay ışığı çevremizde gölgeli bir fotoğraf yaratıyor:
Tabiat Ana’nın
yapraklarla donadığı asmaların biteviye gövdesi, bereket timsali bir inek gibi,
binlerce yıldır bu toprakların insanına, topraktan aldıklarını özümseyip, kuru
toprağı bu harikulade meyveye: üzüme çevirerek, gövdesinden sarkan salkımlar
halinde, bu toprakları işlerken katlandığı fedakarlığa karşılık, borcunu ödemek
için sunuyor.
Aklım ay ışığında ışıldayan üzüm salkımlarında, nişanlı gençlerin çocuksu
heyecan taşıyan, birbirlerine kaçamak bakışlarına takılıyorum.
“Ah, aşk genç kalplerde yeşerir !”
Ev sahibi bir uzak rüyayı anlatır gibi eskileri anlatıyor. Almanya’ya işçi
olmazdan önce Nalbantlık yaparmış bu çevredeki köylerde:
- “Seyyar Nalbanttım o zamanlar. Köy köy gezerdim. Bir yaz zamanında 300
öküz nallardım. Bir yığın da at ve eşek.
Şimdi köylerde ne öküz kalmış ne at.
Ben Almanya’ya gideli bir yığın şey değişti.
Atın nalı düşerse ya da aşınırsa,
tırnağının ortasında yumuşak bir yeri vardır, işte orası zedelenir. Kan
toplanır, birikir orada.
Bu kan pelte gibidir. Hayvanın canı yanar. Kıvranır.
Anlatamaz derdini. Ben onu okşardım, kulağına fısıldardım:
- ‘Seni iyi edecem,
merak etme’ diye.
Sonra o yumuşak yeri yavaş yavaş bıçakla keserdim, ta ki kan
çıkıncaya kadar.”
Sordum:
-“Peki hayvan tepki göstermez miydi?”
- “Yok. Tam tersine seni
anlar. Yarasını okşarsın. Senin kurtarıcı olduğunu anlar. Saldırgan olsa bile
uysallaşır.
Başını insanın omzuna dayar. Evladın anaya yaslandığı gibi. Ve kan
akmaya başlar. Akar, akar. Yerde pelte gibi donar, kalır.
Öküzlerin nallanması
bir başka hikaye. Bir öküzün kuvveti, kendi ayarında hiç bir hayvanda yoktur.
Nal çakmak için ayağını yerden kesmek imkansızdır. Bunun için öküzü yere
yatırırdım.”
- “Nasıl yatırırdınız?”
- “Burnunu tutar sıkarsanız size teslim olur o koca öküz. Her şeyin bir püf
noktası var. Yere yatırdıktan sonra hayvanı burnunu tutarak, sırt üstü
çevirirdim.
Ön ayaklarını birbirine, arka ayaklarını birbirine bağlayıp, her
iki bağın arasından bir deynek geçirirdim, Böylece ayak tabanları hiç oynamadan
durur ve rahatça nallardım öküzü.
Öküzleri mayıs ve haziranda nallardım ki hayvanlar harman dövmeye ve
sonrasında tarlayı sürmeye hazır olsunlar.
Sabahın köründe düşerdim yola. O
köyden bu köye. Akşam olunca paçalarımdan giren toz belime kadar çıkmış olurdu.
Hani demin gelirken gördüğünüz Sarma Çayı var ya, işte o çayın kenarında
çardakta kalırdım. Hem de bütün yaz kalırdım.
Toz toprak içinde, ter içinde
gelir, oraya suyun içine koyverirdim kendimi. Su tatlı tatlı, hoş bir sesle
akardı.
Toz, toprak, yorgunluk: Hepsini bırakırdım suya. Çardağa gider hasırın
üzerine uzanırdım. Bütün yorgunlardan arınmış olarak. Derin, derin uyurdum”
Ev sahibi bir an için sustu. Gecenin içinde şimdi sadece çekirgelerin sesi
var. Üzüm salkımlarına ay ışığı daha bir vurmuş.
Yine o günler. Bir hikayeyi bir diğeri takip ediyor. Geçmişi anlatırken
artık kaybolmaya yüz tutmuş bir mesleğin şiirini de söylüyor.
Bağlılık ve
saygı: Yaşayana ve hayata.
Bir tornavidayı çevirmek gibi değil! Kerpetenle bir şeyi kıvırıvermek
değil! Bıçakla kesip atmak değil!
Yaşayan, kımıl kımıl iki varlığın birbirini bilmesi, anlaması.
“Ben atları, eşekleri, öküzleri dinlerdim. Bana dertlerini anlatırlardı.
Diyeceksin ki bu hayvanın dili yok. Dili var o hayvanın: Vücuduyla konuşur.
Ben
okşardım hayvanı. O da bana ne derdi var, nerede acısı var anlatırdı. Ağrıyan
yerini döne döne okşayan elimin altına getirir, sanki derdi ki:
- “İşte benim
sorunum burada, tam elinin altında. Yavaş yavaş elimi dolaştırır onun gerçek
derdini anlamaya çalışırdım.
Marazın kaynağını bir buldum mu, o hayvanın
mutluluğunu nasıl anlatsam. Anlatamam. Kolları olsa boynuma dolanacak!”
Ay Dede’mizin, ve genç nişanlıların mutluluk taşan yüzlerinin aydınlattığı
dönüş yolunda dinlediğim hikayeleri tekrar, gözümün önüne getiriyor,
hatırlamaya çalışıyorum.
Zaman içinde bu bereketli Anadolu Toprağının
hikayelerini anlatmak yine kısmet olabilir bana.
Yunt Dağlarının efsane yamaçlarında daha ne sırlar, ne hikayeler var
kimbilir.
KARADUTUM ÇATALKARAM
Yazar: Halit Angıner
Yorum:1
Tarih: 05 Temmuz 2008 06:30
Öğrencilik yıllarımda Nallıhanlı bir arkadaşla tanıştım. Adı Mehmet.
Sınavlar bitince köyüne gitmemizi teklif etti. Birden heyecanlandım. Ders yılı
çok zorlu geçmişti. Kafam son derece yorgundu. Ancak evimi de çok özlemiştim.
Şöyle bir formül bulduk. Sınavlar bitince, sonuçları beklemeden yola
çıkacaktık. Dönüşümüze kadar sınav sonuçları belli olurdu ve ondan sonra
memleketime gidebilirdim.
Son sınav biter bitmez garaja gidip Nallıhan otobüsüne bindik. Artık
Ankara’nın şimdi ağaçlandırılmış, ama o zamanlar bir tek ağacın bile çok seyrek
göründüğü, çırılçıplak bozkırındaydık.
Otobüsün camlarının önünden hızla akıp giden toprağın, dağların ve
tepelerin rengi, sarının, kahverenginin ve yeşilin değişik tonlarındaydı. Yeşil
renkli derelerin oyduğu minik vadilerin her iki yanında yükselen yamaçlar bu
sarı, yeşil ve kahverengi tonların hemen herbirini katmanlarında taşıyorlardı.
Uzun süre tabiatın büyüsüne kapılmış, gözümü bir an bile bu camdan akan
film şeridinden ayıramamıştım. Bir zaman sonra otobüsün yeni yolcu almak
amacıyla yolda durmasıyla yolculara da bakar oldum.
İnen ve binen yolcuların hemen hepsi sarışın, kumral, ya da kızılımsı
saçlıydılar. Gözleri mavimsi, yeşilimsi veya elaydı. Yani, tenleri, saçları,
gözleri çevredeki dağların, tepelerin, toprağın, derelerin rengindeydi.
Merakla her şeyi izlemeye çalışırken zaman su gibi aktı, geçti. Nallıhan’a
vardık. Tepelerin çevrelediği küçük bir kasabaydı. Evlerde aynı insanlar gibi
tabiatın rengini almıştı: Kızıl kahve.
Mehmet’in köyüne gitmek üzere daha küçük bir başka arabaya binmemiz
gerekti. Yolda bir yerlerde indik. Bundan sonrasını yaya olarak gidecektik.
Eşyalarımızı keten ipliğinden örme pazar filelerine koymuştuk. Kolumuz yorulunca
yükümüzü sırtımıza vuruyorduk.
Tozlu yollardan tırmandık. Bir dere kıyısına geldiğimizde sıcaktan öylesine
bunalmıştık ki elbiselerimizle kendimizi suyun içine bırakıverdik.
Köylüler bahçeleri sulamak amacıyla ağaç kütükleri ve dallardan birkaç
metre yüksekliğinde minik bir baraj yapmışlardı dereye. Suyun fazlası barajın
üzerinden bir savaktan aşağıya akıyordu.
Önce bu akan savak suyunun altına girdik. Tepemizden üzerimize dökülen
suyun altında çılgınlar gibi tepindik. Sonra Mehmet derenin oluşturduğu gölcüklerdeki
balıkları göstererek “ Hadi balık tutalım ” dedi.
İyi ama balık tutacak oltamız vesaire yok ki;
“ Balıkları nasıl tutacağız ?” diye sordum.
Mehmet filelerin birini boşalttı. Savaktan boşalan suyun altına, ağaç
dallarınatutturarak gerdi. Kenara çekilerek bekledik. Böylece giysilerimizde
kuruyacaktı.
Derken bir balık hızla geldi, kuvvetli bir kuyruk darbesiyle sıçradı,
barajın seviyesine gelince barajı oluşturan çalılara tutunmaya çalıştı,
başaramayınca aşağıya düştü.
Nereye düştü diye soruyorsanız, tam da bizim gerdiğimiz filenin içine.
Çığlıklar atarak balığı fileden çıkardık. Kilodan fazlaydı.
Gün batarken köye varmıştık. Orada Mehmet’in ailesinin yaylaya çıktığını
öğrendik. Yürüyemeyecek kadar yorgunduk.
Mehmet’in amcası bize birer eşek
verdi. Tekrar yola koyulduk. Ben önden gidiyor ve yolu bilmiyordum üstelik
karanlıkta yol filan da görünmüyordu.
Mehmet: “Merak etme hayvanlar yolu
bilirler” dedi. Gerçekten kıvrımlı patikalardan duraksamadan ilerliyordu
eşekler.
Sonra ay doğdu tepelerin ardından. Hayalet çalılıklar arasında gölgeli
tepelere tırmanıyorduk.
Gecenin ıssızlığında yalnızca sürtünülen çalıların
hışırtısı, toprağa vuran nalların sesi, kocaman ay ve milyonlarla yıldız.
Yaylaya vardık. Mehmet’in ailesi bizi ağaçtan yapılma yayla evinde
karşıladılar: Dünyalar iyisi anne ve babası, dünyalar güzeli kardeşi.
Peynirli, ayranlı sofra kuruldu. Şimdi yatma vakti. Ahşap terasta,
yıldızların altında, sımsıkı örtünerek derin bir uykuya daldım.
Yeni günün taşıyıp getirdiği merak ve enerjiyle dağlara tırmandık gün
doğunca. Tepelerin arasında açılan doğal bir pencereden gizli bir vadiyi
gözetledik. Yorulduğumuzda bir çoban çeşmesinde mola verdik.
Kaynağın taşların arasından çıkıp su yalağına döküldüğü yerde ulu bir dut
ağacı vardı.
Karadutlar ağacın koyu yeşil yapraklarının gölgeli korumasına
sığınmışlardı. İştahı kamçılayan mayhoş karadutlardan doyasıya yedik, kaynağın
buzlu suyundan kana kana içtik.
Birbirimize baktığımızda kahkahaları koyverdik.
Ağzımız yüzümüz dutların
rengiyle kan çanağına dönmüştü. Sanki avımızı daha yeni parçalamış, oracıkta
yiyivermiştik.
Gülme faslı geçince bu boyaları nasıl çıkaracağımızı düşünmeye
başladım. Çünkü öyle suyla falan çıkmıyordu.
Mehmet, ağaçtan dut yaprakları kopardı, ellerini bunlarla yıkadı.
Yaprakların köpürdüğünü ve bu tabii deterjanın bütün dut boyasını temizlediğini
gördüm.
Bende dut yapraklarıyla elimi yüzümü yıkadım. Artık yamyam görünümünden
kurtulmuştuk.
Tabiat ananın bir sırrını daha öğrenmiştim. Otların üzerine
uzandım, dutun yukarılara uzanan dallarına, mucizeli yapraklarına ve bu
yaprakların altında saklanan karadutlara baktım.
………
Sonraki yıllarda bu bilgimi bilmeyenlerle paylaştım: Karadutun boyasını,
yine karadutun kendisi yıkıyordu.
Geçende internetten gelen bir mektupda karadutun
acıklı hikayesini okudum. İşte bu efsaneyi de sizlerle paylaşmak istiyorum:
Evleri yanyana olan iki genç; Tispe ile Piremus birbirlerine aşık olmuşlar.
Ama aileleri buna rıza göstermemiş ve iki gencin görüşmelerini yasaklamışlar.
Gençler evlerinin arasındaki bir delikten haberleşiyorlarmış.
Bir gün ormanda buluşmayı kararlaştırırlar.
Genç kız buluşacakları ağacın
altına daha önce varır. Ancak orada avını yemekte olan bir aslan vardır. Tispe
bir mağaraya saklanır kaçarak. Ancak kaçarken eşarbını düşürür.
Piremus ağacın altına geldiğinde ağzı ve pençeleri kan içinde uzaklaşan
aslanı ve yerde de Tispe’nin eşarbını görür.
Aslanın Tispe’yi parçaladığını
düşünür. Tispe’siz yaşayamam der, hançerini çıkarıp kendini öldürür.
Tispe Piremus’un sesini duyup mağaradan çıkar ve ağacın altına gelir.
Kanlar içinde yatan Piremus’u görünce çılgınca ağlar, ağlar, sonrasında hançeri
alır ve kalbine saplar.
Bu acıklı olaya şahit olan Tanrılar, gençlerin aşkını ölümsüzleştirmek için
gençlerin altında yattıkları ağacın meyvelerine Piremus’un kanını, yapraklarına
ise Tispe’nin gözyaşlarını vermişler.
İşte; o gün bu gündür, Primus’un durmaksızın akan kanını Tispe’nin
durmaksızın akan gözyaşları temizliyormuş.
Bu habere toplam 1 yorum yazılmıştır.
sevinc alimerdan [ 18 Temmuz 2008 02:24 ]
cok hos bir paylasim,tesekkurler..
NASIL ANARŞİST OLUNUR
Yazar: Halit Angıner
Tarih: 18 Haziran 2008 19:53
Arkadaşım muhabbeti bol bir insan. Başarılı bir işadamı üstelik. Sevilen
biri. Ancak hakkında da bir takım söylentiler var.
Soracağım ama onu üzmekten
de çekiniyorum. Bir gün samimi samimi konuşurken birden kendimi tutamadım,
soruverdim:
“ Yahu senin için: Anarşist ! diyorlar. ”
Önce şaşırdı, bir süre sustu, sonra konuştu.
“ Bak ” dedi, “ Bir türlü kapatamadığım bir konu bu. Bazen artık kapandı
diye düşünüyorum. Ama senin yaptığın gibi bir gün birisi açıveriyor . Ha
diyorum demek ki hala bitmemiş. Olayı sana anlatayım, hiç değilse doğrusunu
bilmiş ol !”
“ Okulu bitirdim. Aynı okulda ihtisas yapıyorum. Aynı zamanda da bir Devlet
Kurumunda çalışıyorum.
Bir gün Kamu Çalışanlarını temsil eden dernek,
çalışanların bir takım hakları için miting düzenledi.
Miting tatil günüydü ve
bir arkadaşımla, önce mitinge katılmayı, sonra yemek yemeyi, daha sonra da yeni
yeni gül yüzünü gösteren baharın tadını çıkarmaya karar verdik.
Uzun etmeyeyim, mitingi izledik, konuşmacıları alkışladık. Ve sonunda
miting bitti. Katılanlar değişik yönlerden meydanı terk etmeye başladılar.
Ben
ve arkadaşım, kalabalıkla birlikte, yemek yiyeceğimiz yöne doğru yürüyoruz.
Birden sanki kıyamet koptu. Sağımızdan, solumuzdan insanlar büyük bir telaş
ve bağrış çağrışla gerisin geriye kaçışmaya başladılar.
Biz durup ne olup
bittiğini anlamaya çalışırken, kaçanlardan biri bana çarptı. Elimde taşıdığım
kitap yere düştü.
Eğildim, kitabımı yerden alıyordum ki sanki büyük bir dalga geldi, bana
çarptı, yere kapaklandım.
Büyük, grimsi, yeşilimsi bir dalganın içindeydim ve
geçen saniyeler içinde bu dalganın bir insan seli olduğunu anladım. Ellerindeki
sopalarla vuruyorlar, vuruyorlardı.
Vurdukları kişi bendim. İç güdüyle, ellerimle başımı korumaya çalıştım.
Sopalar birbiri ardınca inerken birden öleceğimi düşündüm.
Garip bir
şekilde beynimden yıldırım gibi geçen düşünceler arasında arkadaşımın da
benimle beraber ölüp ölmeyeceği, az sonra yemek için gitmeyi düşündüğümüz
restorana gidip gidemeyeceğimiz vardı.
Ve o bin yıl gibi geçen saniyeler
arasında bir sesin:
- “ Yeter! Öldürdünüz çocuğu ” dediğini duydum.
Çevremin boşaldığını hissettim.
Birisi beni yerden kaldırdı. Etrafta koşan polisler, kaçışan insanlar vardı.
Kolumdan tutan Polis beni yürütmeye çalışıyordu. Ben yürüyemeyince coplayarak
sürükledi. Sol bacağım tutmuyordu. Derdimi anlatamadım, çünkü kelimeler bir
türlü ağzımdan çıkamıyordu.
Sürükleyerek Polis arabasına taşıdı beni. Kapının iki yanında sıralanan
polislerin ikram ettiği bir cop faslından sonra arabanın içine itildim.
Orada
benim gibi birkaç kişi daha vardı. Koltuğa çöktüğümde bacağıma kramp girdiğini
farkettim.
Polis arabası bizi kapısında “Emniyet Müdürlüğü ”yazan bir binaya götürdü.
Burada bir büyük salona sokulduk.
İçeride masalar, evrak okuyan ya da yazan
polis memurları vardı. Bir iki saat orada bekledik.
Bu bekleyiş sırasında vücudumda meydana gelen hasara baktım.
Başıma, sırtıma cop darbeleri almıştım. Korunmak için ellerimle başımı
örtünce sopalar, elime, parmaklarıma vurmuştu. Sızlıyorlardı. Hareket
ettiremiyordum.
Gözaltına alınanların hepsinin yüzünde morluklar vardı ve
dudakları patlamıştı.
Sonra bir komiser geldi. Polis memurları ayağa kalkarak onu selamladılar.
Komiser kısaca olayı dinledi.
Bizi sıraya dizdi ve herbirimize ne iş
yaptığımızı sordu. Ben, bir faydası olur diye memur olduğumu söylemedim,
öğrenci olduğumu söyledim.
Böylece mitinge katılmadığımı, oradan tesadüfen
geçtiğimi anlatmış oluyordum aklımca. Böyle düşündüm o an.
Komiser önünde daktilo makinesi olan bir memurun masasının yanına oturdu.
Önce öğrencileri tek tek çağırdı, kimlik tesbiti yaptı.
Ve ifadeleri aldı. Ben
benim başımdan geçeni anlatayım.
Adım soyadım, kimliğim yazıldıktan sonra komiser bana:
- “Anlat” dedi.
Anlattım. Dövülerek polis otosuna bindirildiğimi söyledim.
- “ Yok yahu ! Bir
daha sefere severek bindirirler otoya seni. Merak etme !” dedi.
Sonra;
- “Bu çocuğu kim yakaladı ?” diye sordu.
- “Efendim yakalayan arkadaşların mesaisi bitti. Evlerine gittiler.”
Komiser az ileride dinlenen iki polis memurunu çağırdı. Künyelerini zapta
geçirtti ve onlara beni yakalayanların onlar olduğunu söyledi:
- “ Bunu siz yakaladınız. Bu çocuk miting meydanında : İ... Polis, P... Polis
diye bağırıp polislere taş atıyordu. Siz de onu yakalayıp buraya getirdiniz.
Tamam mı ?”
Polisler bu doğru olmayan yazılı ifadeyi imzaladılar.
Gözaltına alınan
benden başka 5 öğrenci vardı. Diğer göz altına alınanlar ya memurdular ya da
esnaf.
Hatta aralarında biri vardı ki, Komiser bir hayli şaşırdı kim olduğunu
duyunca. Olay sırasında tesadüfen oradan geçiyormuş.
Komiser öğrenci
olmayanları serbest bıraktı, evlerine gönderdi. Öğrenci olduğumu söylemekle hata
ettiğimi anladım ama Komiser çoktan çıkıp gitmişti.
Bizi bodrum kata indirip beton bir hücreye koydular. Bir polis memuru
bizden para toplayıp bize helva ekmek ve su aldı. İştahla yedik.
Gençlik işte:
Fıkralar anlattık, güldük. Birbirimize sızlayan çürüklerimizi gösterdik. Onlara
bile güldük.
Hiçbir şey keyfimizi kaçırmayacak gibi görünüyordu. Yarın yeni bir
gün olacaktı. Bütün bu olanları arkadaşlarımıza anlatacak, gülüşecektik.
Hücremizin demir bir kapısı ve üzerinde minik bir kapak var. Her on, on beş
dakikada bir, kapak gürültüyle açılıyor, meraklı bir çift göz içeriye
bakıyordu.
Gece ilerleyince hücremize yeni misafirler geldi : Barlarda ya da
benzer yerlerde kavga edenler; hırsızlık yaparken yakalananlar.
Bu gelişler
sabaha kadar sürdü. Öyle ki 15 metrekarelik hücre sabaha karşı tıkabasa
doluydu.
Hücrede ancak bir kişinin uzanabileceği beton bir ranza vardı. Biz
yalnızken sırayla oraya uzanıyor dinleniyorduk.
Hücre dolunca yeni gelenlere yer verdik. İnanır mısınız bu ipini koparmış
sabıkalılar bize: “Çocuklar biz buralara alışkınız, siz yenisiniz. Ranzada siz
dinlenin” deyip, kendileri yere çömeldiler.
Hücremizin tavanı yüksekti. Yukarıdaki küçük pencereden yağmur suları
sızıyordu. Yerde 2 parmak su vardı. Kışın soğuttuğu duvarlar bu soğuğu dalga dalga
içeriye veriyordu.
Baharın verdiği rehavetle hafif giyinmiştik. Geceyle
birlikte üşümeye başladık. Sabaha karşı birbirimize sokulmuş titreşiyorduk.
Sabah uykusuz mahkemeye götürüldük. Saatlerce koridorda bekledikten sonra
nihayet mahkeme sırası bize geldi.
Hakim beyin çağrısıyla her öğrencinin
ifadesi alınıyor, şahit polisler salona çağrılıyor, onlarda suçlu öğrenciyi
gösterip, kendilerine komiserin öğrettiği ifadeyi veriyorlar.
Hakim bey her sanığa mesleğini soruyor ve öğrenci olduğunu öğrenince:
- “ Bu
miting memur mitingi, oysa sizin aranızda bir tane bile memur yok. Ders
çalışacağınıza niye ortalığı karıştırıyorsunuz ” dedi.
İçimizden biri: “ Efendim memurları serbest bıraktılar bizi tuttular ”
diyecek olduysada, Hakim bey onu azarlayarak yerine oturttu.
Sıra bana gelip, benim aleyhime şahit olan polisler salona alınınca Hakim
bey: “Sanığı gösterin” dedi. Polisler beni suç işleyecek birine
benzetemedikleri için mi, yoksa unutkanlıklarından mı nedir, beni değil de
biraz önce ifade veren bir başka öğrenciyi göstermesinler mi ! Hakim Bey
polislere çok kızdı, yalancı şahitliğin cezasını bilip bilmediklerini sordu.
Polisler boyunlarını büktüler.
Bundan sonrası maalesef üzüntü verici. Hakim beni polislerin teşhis
edememeleri nedeniyle serbest bıraktı. Diğer 5 öğrenci ise tutuklandılar. Tam 6
ay hapiste yattılar. Okullarından atıldılar. Hakim bey 6 ay sonraya mahkeme
günü verdi. 6 ay sonra, ben kendi isteğimle yürüyerek qdliyeye gelmiştim. Diğer
5 öğrenci ise jandarma tarafından elleri kelepçeli olarak getirildiler. Hakim
bey 6 aydır hapis yatan 5 öğrenciye, yattıkları gün kadar, yani 6 şar ay ceza
verdi. Beni ise beraat ettirdi.
Bu gözaltı olayım kulaktan kulağa büyüdü, büyüdü ve nihayet kasabamıza
benim “tescilli bir anarşist” olduğum şeklinde ulaştı.
Beraat etmiştim ama, şimdi senin de kulağına geldiği gibi, adeta
sicillenmiş oldum. Ne kadar unutmaya ve unutturmaya kalksam bir gün karşıma
çıkıyor. Bu yüzden çok iş kaybettim. Üzülüyorum ama elimden de bir şey
gelmiyor! Sonra diğer 5 çocuk geliyor aklıma. Halime şükrediyorum. Ben hem
ihtisasım için okuluma, hem de memuriyetime devam edebilmiştim. Oysa onlar...”
İşte arkadaşımın anlattıkları. Son gösterilerde gözaltına alınmaları
okuyunca bu olayı hatırladım. Sizlere de anlatayım dedim.
Herhalde artık herşey değişmiştir ve böyle şeyler de olmuyordur.
İLK AŞK
Yazar: Halit Angıner
Yorum Sayısı: 1
Tarih: 04 Haziran 2008 14:20
Can Yücel’in kasete okuduğu şiiri hatırlıyorum.
Amerikalı bir şaire aitti ve şair aşkın ne olduğunu soruyordu kendine;
“ Nedir Allasen bu aşkın aslı astarı,Mesela otobüste ansızın nasırına basar
mı insanın ?”
İlkokul 4.üncü sınıftaydım aşk ilk kez nasırıma bastığında. Hadi canım
sende demeyin.
Sınıfımızın hemen hemen yarısı kızdı.
Selma, o yıl birkaç kişiyle birlikte, nedenini şimdi hatırlayamıyorum,
diğer sınıftan bizim sınıfımıza gelmişti.
Hep birlikte ders çalışıyor, oynuyor, okulumuzun kocaman bahçesinde
koşuşuyorduk.
Böylece aylar geçti, bahar geldi.
Öğretmenimiz Fuat Bey her zamanki etkileyici tavırlarıyla ilgimizin
odağıydı.
Atlattıklarını can kulağı ile dinliyorduk.
Sınıfımız altışar kişilik kümelere bölünmüştü.
Bir masada üçer kişi karşılıklı otururduk.
Bir gün derste kalemim elimden düştü.
Eğilip yerden aldım. Doğrulduğumda diğer masadaki Selma’ya ilişti gözüm.
Saçlarını at kuyruğu bağlamıştı, zaten hep öyle bağlardı.
Alnına bir tutam saç dökülmüştü, zaten hep öyle dökülürdü.
İnce boynunu, dersi daha iyi dinlemek istiyorcasına uzatmıştı, zaten hep
öyle uzatırdı.
Sanki zaman durdu. Bir sis bürüdü ortalığı. Sisin içinde yalnızca, incecik
boynunu uzatmış, alnında perçemi, bakışları bir noktaya takılmış, saçları at
kuyruğu, Selma kalmıştı.
Eve geldim. Sokak kapısı açıktı. İçeri girdim. Annem arka bahçede
olmalıydı. Ön bahçede sandalyeye oturdum. Komşumuzun iki katlı evinin duvarına
sarılan dev sarmaşık içinde yuva yapan onlarca kuş çılgınca cıvıldaşıyorlar.
Bahçemiz renk renk çiçekler, gökyüzü ise uçuşan böceklerle dolu.
Bu coşku seli içinde yüreğimde bir garip hüzün. Ne kadar geçti bilmiyorum.
Annemin saçlarımı okşaması ve öpmesi ile kendime geldim.
- “ Deminden beri sesleniyorum. Duymadın. Bir şey mi oldu? Hasta mısın? - “
Bir şeyim yok, O’na bakıyordum”- “ Neye bakıyorsun ?” - “ Ona bakıyorum ”- “
Neye bakıyorsun ??? ”
O an kendime geldim. Gerçekten ona bakıyordum.
Bahçeye gelip sandalyeye oturduğumdan beri, bahçede, çiçeklerin arasında,
bakışları bir noktaya takılmış, saçları at kuyruğu, Selma’nın hayaline
bakıyorum.
İyi bir öğrenciydim. Ama o yılın kalan bölümünde çevremi bir hayli üzmüş
olmalıyım. Dikkatim hep dağınıktı. Sınıfta öğretmenimi dinleyemiyordum.
Evde her şeyi en az iki kere söylemeleri gerekiyordu.
Annem beni mahalledeki Hocaya okuttu. Bir de muska yazdırdı. Bir muskam
vardı zaten. Şimdi artık okula iki muskayla gidiyordum.
Artık Selma’yla oynayamıyordum. Oynamak ne kelime, onunla konuşamıyordum
bile. Ama hep onun yakınında olmak, onun sesini duymak istiyordum. Onla göz
göze gelemiyordum. Kazara gelsem elim ayağım dolanıyordu.
Bir yere gidecek olsam, kendime bir bahane uydurur, evlerinin önünden
geçerdim.
İki katlı bir evin üst katında oturuyorlardı. Hep ileriye bakar, yan
taraftan gözüme ne kadarı yansırsa, o kadar görebilirdim evlerini.
Ama eğer akşamsa, hele sokakta kimseler yoksa işte o zaman içinde ışık
yanan pencerelere, kapalı kapıya bakar:“ Bu evde Selma oturuyor ve ben onu
seviyorum ” derdim kendi kendime.
Her şey kafamla dudaklarım arasında bir sırdı.
Okuduğum kitapların sayfalarına Selma’nın adının harflerini işaretler,
bunları kitabın ön sayfasına not ederdim. Mesela 542 : 5. sayfanın 4.satırının,
2. kelimesi demekti.
Bazen bir kitabı elime alır, ön sayfada yazılı şifreye bakar, sayfalardan
harfleri toplar ve sonuçta hep aynı çıkan sihirli kelimeyi buluverirdim: Selma
!
Sırf o girdi diye, sırf ona yakın olabilmek için, onun katıldığı şiir okuma
yarışmasına ben de katıldım.
Kendi okuduğum şiirden aklımda eser bile kalmamış.
Selma’nın okuduğu şiiri, belki kendisi çoktan unutmuştur, ama ben yıllardır
unutmadım.
Ne zaman okusam hala gözlerim dolar: İzmir Yollarından Son Mektup;“ Anne
için yanacak mektubum okunurken, Lakin ölümün eli alnıma dokunurken ”
Hayatımız yaşadığımız acılar ve mutluluklar, hüzünler ve neşeler, nefretler
ve aşklarla oluşuyor, şekilleniyor. Oturup geçmişi andığımızda bizi biz yapan
anılarımız yaşadığımız her günün derinliğini bir kere daha hatırlatmıyor mu?
Ne zaman aşk nasırıma bassa, hayatımın hep şiirle dolduğunu hissettim.
Aslı astarı mı?
Bilmem!
Zaten onu kim tanımlayabilmiş ki şimdiye kadar.
Bu habere toplam 1 yorum yazılmıştır.
Leman Çelikaslan [ 02 Ekim 2008 14:35 ]
merhaba! gazetenizi bir akadaşımın önerisiyle okumaya başladım,iki yazarın
köşe yazısını okudum,zevkle ve yüzümde tebessüm bırakarak okudum,İlk aşklar
herkesin yüreğinde geçmeyecek bir nasırdır,onlar aklımızın zulasında hep
varolacaklar...yazınızı okuyunca bunları paylaşmak istedim.
ANNE BEN GELDİM
Yazar: Halit Angıner
Tarih: 11 Mayıs 2008 10:36
Evimiz büyük bir bahçe içindeydi. Bahçede dolanan rüzgar bütün gücüyle
üfler, tavan tahtaları ve pencere yanlarındaki aralıklardan titreten soğuğunu
odalara salardı. Sımsıkı giyinir, Tabiatın tahripkar gücüne direnmeye
çalışırdık.
Şehir o zamanlar böyle büyük ve yoğun değildi. Şimdilerde 40 yılda bir
yağan kar, o zamanlar kış boyu hiç eksik olmazdı yerden. Çatı saçaklarından
boyumuzu geçen buzlar sarkardı. Başımıza düşmesinler diye dikkat ederdik.
Annem, bir dilim ekmeği ve bir parça peyniri gazete kağıdına sarar, tahta
okul çantamın içine koyardı. Bu öğle yemeğimdi. Öğle tatilinde okulun
bahçesindeki depo olarak kullanılan barakaya gider, orada yerdik.
Okulu özellikle kış günleri pek severdim. Çünkü sınıfta harıl harıl yanan
kömür sobası vardı. Bir çok arkadaşım gibi, bizim evimizde de soba yoktu.
Sobası olmayan evler mangalla ısınırdı. Bakkaldan bir, iki kilo odun kömürü
alırdık. Mangalda külün üzerine çırpı koyar, bir parça gazete kağıdıyla
tutuştururduk. Sonra büyük bir titizlikle yanan ateşin üzerine kömür
parçalarını sıralanırdı. Onlar yanmaya başlayınca ateşi yellerdik ki kömürler
iyice yansın. Eğer kömür tam yanmazsa çıkan gaz kapalı yerde insanları
zehirler.
Çatlayan kömürün parçacıkları akşamın içine yıldız yağmuru gibi saçılırdı.
Mangalı yalnızca akşamları yakardık. Gündüz evin içinde hareket
ettiğimizden ısınırdık. Ama geceleri hem hava daha soğur, hem de ders
çalışırken hareket etmediğimiz için üşürdük ve mangalı yakmamız gerekirdi.
Evin içerisinde bir küçük mutfağımız vardı. Mutfakta da alet olarak bir
minik gaz ocağı. Elbette bu ocak bugünkülere benzemiyordu. Bakkaldan şişeyle
gazyağı alırdık. Çoğu zaman o gaz yağı da bulunmazdı.
Annem gaz yağını gram gram gazocağına boşaltırdı. Sonra onu pompalar,
deposunda sıkıştırırdı. Gaz düğmesini açar, basınçla kaçmaya çalışan gazı bir
kibritle tutuştururdu. İşte artık yemeğini pişirebilir.
Ama bu küçücük ocakta pişen yemekler kime yetecek ? Ekmeği ve başlıca
gıdamız olan böreği bir gaz ocağında pişirmek mümkün mü ?
Bu işler bahçedeki mutfakta yapılırdı. Bahçedeki mutfak dediğim de kapısı
olmayan bir saya: Bir dam. Annem yemeklerin çoğunu, ekmeği, böreği burada
yapardı. Yazın belki sorun yoktu, ama kış’ın, o dayanılmaz soğuğunda !
4 kardeştik. Aslında annem tam yedi çocuk doğurmuş. Genç yaşında, 3
tanesinin, yaşamın eşiğinde ölümlerini görmüş. Yas tutamadan, üzülmeye fırsat
bulamadan yeni doğan bebeklerinin bitmeyen dertlerinin peşinde koşmuş.
Ben kendimi bilmeye başladığımda ninem hastaydı, yataktan çıkamıyordu.
Ablam, abim öğrenciydiler. Küçük kardeşim henüz kundaklık bebekti. Babamsa evi
sarsan bir kasırga.
Biz sabah uyandığımızda annem hep uyanmış, kahvaltımızı hazırlamış olurdu.
Geceleri bizi yatırır, üzerimizi örter, başucumuzda up uzun dualar okur, bize
tekrarlatır, sonra biz uyuyuncaya kadar da başımızda beklerdi.
Kendisi ne zaman uyur, ne zaman uyanırdı ? Bilmezdik.
Bazen sabahları erken kalktığım olurdu. Soğuğun buğulandırdığı camların
ardında annemin bu erken saatte, o buz gibi havada koşuşturmasını görür, kapıyı
açıp yalvarırdım içeri girmesi için. Beni kucaklayıp içeri sokar ve işinin bir
dakika sonra biteceğini söyler aceleyle tekrar bahçeye çıkardı.
Bahçede yapacağı işler öyle çoktu ki! Bulaşık, çamaşır yaz veya kış, ama
soğuk ama sıcak işte orada; bahçede yıkanacak; Ekmek orada; bahçede
pişirilecek. Tavuklara orada yem verilecek.
Bir ara sağılan ineğimizde vardı. Annemin pişmekte olan yemeğe bakmaya
giderken ara ara, yayık döğme işini birkaç dakikalığına bize bıraktığını
hatırlıyorum. Sütü döğdükçe yağ topakları birikirdi yayıkta.
Bahçemiz ekilirdi. Dışarıdan hiç sebze almazdık. Domatesimiz, biberimiz,
akla gelebilecek herşey bahçemizde yetişirdi. Meyve de satın almazdık. Meyve
ağaçlarımız vardı. Bahçenin işlerine de çoğunlukla annem bakardı.
Babam gece gündüz çalışır ama ancak elektrik parasını, su parasını ve bizim
okul masraflarımızı kazanabilirdi. Zor zamanlardı.
Annem hiç bir kurs filan görmemişti ama bizim, yani çocuklarının bütün
giysilerini dikerdi. İç çamaşırlarımız dahil.
Liseye gidinceye kadar hep annemin diktiklerini giydim. Babam bir
arkadaşının işe yaramıyor diye atmak istediği kollu SİNGER dikiş makinesini
neredeyse bedavaya almış, eve getirmiş. O zamana kadar dikiş makinesini
bilmeyen annem, sora sora bu elle çevrilen aleti kullanmayı öğrenmiş. Ve
kendisinin, çocuklarının herşeyini dikmeye başlamış.
Annemin çiçek sevgisini de anlatmalıyım. Çünkü annemin üç, beş değil ama
sayısız çiçeği vardı. Evimize sokaktan bakılsa pencereleri perdelerin değil
çiçeklerin kapladığı görülürdü.
23 Nisanlarda mahallemizin çocukları kapımıza gelir, okula, öğretmenlerine
götürmek için çiçek isterlerdi.
Bazen annemi bahçede çiçeklerini severken yakalardım. Onları okşar, onlarla
konuşurken. Sorardım: “ Anne, ne yapıyorsun ? ” Suç üstü yakalanmış gibi
utanır: “ Yok ! Yok bir şey yapmıyorum ! ” derdi.
Üniversitede okuduğum yıllarda bir gün eve döndüğümde, kapıyı çaldım.
Kapıyı açan annem boynuma sarıldı, öptü. Sonra hemencecik:
“ Halit, biliyormusun ne oldu ? ” dedi.
“ Ne oldu ? ” diye sordum merakla.
“ MUM çiçeği sonunda çiçek açtı ! ” dedi.
Tam yedi yıl, evimizin içini boydan boya sardığı halde bir türlü
çiçeklemeyen MUM çiçeği nihayet çiçeklenmiş. Annemin yüzü de çiçeklenmişti
onunla birlikte. Tabiatın lutfettiği bu mutluluğu, hiç bir zenginlik; ne para
ne pul veremezdi anneme.
Tek istediği zenginlik bizlerdik.
Çocukları yanı başında olsunlar ! Yanında olalım, torunları etrafında
cıvıldaşsınlar. Onları sevsin, okşasın. Onlara pişirsin, onlara hizmet
etsin.Ama hayatın gerçekleri ne kadar farklı: Bütün kardeşler dört bir yana
dağıldık. Annem, babam ve çiçeklerle kaldı.
Yıllar boyunca, annemi özler, gider kapısını çalardım:
“ Kim o ? ” derdi.
“ Anne ben geldim.”
Sarılır, uzun uzun öper, koklardı: “ Evlat kokusu ” derdi. Başımı dizlerine
koyardım. Saçlarımı okşardı.
Annemi kaybedince kendi evlatlarımın kokusunu daha derinden duyar oldum.
Şu an sanki yine annemin kapısındayım: Annem : “ Kim o ? ” diye soruyor.
Ah keşke bir kerecik daha: “ Anne ben geldim ! ” diyebilsem.
Hepimizin ANNELER GÜNÜ kutlu olsun, aziz okurlarım.
GIDA FİATLARI ARTIYOR
Yazar: Halit Angıner
Tarih: 06 Mayıs 2008 12:28
Kısa bir süre önce bir konferanstaydım.
Konuşma sonrası dinleyicilerden biri soru sormak için izin istedi ve
ardından şöyle konuştu:“ Efendim ben küçük bir işletmenin yöneticisiyim.
Eski yıllarda çalışma odamın penceresinden içeriye, işyerime bakarken,
işimin verimini nasıl arttıracağımı düşünürdüm.
“Şimdi ise baktığımda işimi gözüm görmüyor bile.
Bakıyorum ama görmüyorum.
Aklım bir az önce gazetede okuduğum haberlerde kalmış.
“ Çin’in artan demir talebi, doların değer kaybı, petrolün fiyatı….“ Maliyetlerimi
hesaplayamıyorum, malıma fiyat koyamıyorum.
Hiç bir şeye hakim olamadığımı acz içinde görüyorum.
Sanki birileri iplerimi eline almış beni oynatıyor.
Rolüm bitince bir köşeye fırlatılacakmışım gibi.”
Kendisini oynatılan bir kukla gibi hisseden bu adamı dinlerken aklımdan bir
yığın şey geçti:
Dünyamız 1990’lardan beri ekonomik anlamda müthiş değişimler
yaşadı.
Bir iki ülke dışında, ticari dolaşımı engelleyen duvarlar yıkıldı.
Bilgisayarlar herşeyi hızlandırdı: Üretimi, organizasyonu, malın
dolaşımını.
Sipariş: anında yazılıyor. Paralar: Anında taahhüt edilip kağıda
bağlanıyor.
Üretim: Saati dolmadan planlanıyor.
Eskiden aylar ve aylar süren işler şimdi saatler bile sürmüyor.
Filanca yerde buğday sıkıntısı mı var, gemiler hazır hemen imdada
yetişebilirler.
İnşaatlara demir çelik mi gerekli, hiç problem değil, limanda boşaltma
başladı bile.
Para mı havale edeceksiniz: Bir saat içinde tamam.
Çevrenizde bulamadığınız bir ihtiyacınızı internette sipariş edebilir ve
bir kaç gün içinde de sahip olabilirsiniz.
Yani öyle bir durum var ki sanki bu “Yeni Dünya Düzeni” bütün problemleri
çözüvermiş.
Artık herşey erişilebilir.
Hiç kimse hiçbir şeyden mahrum kalmayacak.
Neyi özlüyorsanız sizin olabilir.
Duvarların yıkılmasıyla artık insanlığın dertlerinin de çözüleceği umudu
doğdu hepimizde.
Yeni, aydınlık bir sayfa....
Güzel güneşli bir günde birden kopan bir fırtına gibi birden zembereğinden
kopup ortalığa boşalıveren “YENİ DÜNYA DÜZENİ”nin temsilcileri yerküremizi
istila ediverdiler.
İnternetleri, medyaları, hayallerimizi bile zorlayan ürünleriyle hayatımızı
değiştirdiler.
Çıkardıkları ürünlerin yemek içmek kadar tiryakisi olduk.
Artık cep telefonsuz, iPod’suz yaşayamayız.
Borsa haberlerini dinlemeden işe başlayamayız.
Yeni çağ, yeni iş adamlarını yarattı.
Eskinin saçları kır, hafif göbekli iş adamlarının yerini gözleri sürekli
internette, kulağı ise omzundan hiç eksik olmayan telefonunda olan sportmen ,
saçları yapılı, yüz ve elleri bakımlı genç iş adamları aldı.
Bilgisayar oyunlarının sanal dünyasında yetişmiş bu gençler iş hayatlarında
da tıpkı oynadıkları oyunlardaki gibi sanal bir alem yarattılar.
Bu alemde de her şey ışık hızında hareket ediyor.
Haberler anında dünyanın dört bir yanına yayılıyor: Birden bir refah havası
esiyor. İnsanların yüzünde güller açıyor.
Ardından da bir panik havası: Mahvoluyoruz.
Bir haber; “ Dünya çelik üretimi artıyor”: Sonuç demir çelik fiyatları
düşüyor.
Ardından; “ Çin’in önümüzdeki yıllarda adam başına çelik ihtiyacı artacak ”
haberi geliyor.
İnternetler başlıyor deliler gibi çalışmaya ve demir çelik bir anda
pahalılanıveriyor.
Bu iniş ve çıkışlardan masa başında inanılmaz paralar kazanılıyor.
Güç duruma düşen firmalar el değiştiriyor.
Petrol fiyatları durup dururken 120 dolara çıkıyor.
200 dolar lafları dolaşıyor ortalıkta.
Bu rakamlara alıştırılıyoruz.
New York’ta bir genç işadamı yemek yediği lokantada 25 bin dolar bahşiş
bırakıyor.
Evet tam yirmi beş bin dolar bahşiş.
O gün borsada iyi kazanmış.
Bilgisayar oyunlarıyla büyüyen yeni kuşak iş adamlarına yeni oyun
enstrümanları gerekiyor. Hayallerin ve iştahaların sonu yok çünkü.
Ve işte en yenisi: GIDA MADDELERİ.
Artık pirinçle, buğdayla, yani EKMEK’le de oynanabilir.
Ve fol yokken, yumurta yokken, birdenbire tıpkı PETROL gibi, tıpkı ALTIN
gibi gıda maddeleri fiyatları artıverdi.
NEDEN ?
Herhalde “ İyi saatte olsunlar” uğradı dünyamıza.
Ama ekonomistlerimizin inen fiyata da, çıkan fiyata da uygun bir
açıklamaları her zaman vardır.
Ama açlık pençesinde kıvranan yüz milyonlarca
insanın yoksulluğunu konuşmaya ise pek zaman bulunamıyor.
YOLCULUKLARIN DAYANILMAZ AĞIRLIĞI
Yazar: Halit Angıner
Tarih: 19 Nisan 2008 14:54
Geçtiğimiz yazımda başladığım uçak yolculuklarının sorunlarına bu günde
devam edeceğim.
9/11 her alanda olduğu gibi hava yolculuklarının da kimyasını bozdu. Geçmiş
yıllarda az gelişmiş ülkelerin simgesi olan silahlı muhafızlar, gelişmiş
ülkelerin hava meydanlarının süsü haline geldi.
Giderek büyüyen hava alanlarında neredeyse yolcu sayısına eşit sayıda
korumalar, vesair görevliler var.
Bu devasa adamlar insana güven değil adeta
korku saçıyorlar. Filmlerdeki gibi, sanki birden üzerimize çullanacak, yere
yıkıp üzerimize çöküvereceklermiş gibi.
En azından ben böyle bir korkuya
kapılıyorum.
Ardarda güvenlik çemberlerinden geçiyorsunuz. Kontrol; Bir daha kontrol;
Bir daha kontrol. Ardından ahret soruları: “ Anayın adı; Babayın adı” Bütün
şecerenizin yanısıra, neden ve niçinlerin tamamını cevaplamanız gerekiyor.
Okadar çok güvenlik elemanı olunca elbet onlarda doğal olarak kendilerine
okadar sayıda iş alanı yaratıyorlar.
Her gün yeni bir kontrol mekanizması icat
etmeliler ki “ Hikmet-i vücutları” , yani “ Varlık nedenleri” için bir gerekçe
olsun.
Artık hava alanlanlarının up uzun terminal koridorlarında, dönen her köşede
bir görevli var.
Başlangıçta bu görevliler ayakta duruyorlardı. Anlaşılan
halden anlayan bir idareci bütün gün ayakta duran bu kişilere acımış olmalı ki,
şimdi birer sandalye üzerinde oturup gelen ve giden yolculara bakıyorlar.
Yolcularda onlara.
O ana kadar sayısız güvenlik kontrolundan geçen yolcular, o koridora
gelince birden iplerini koparacaklar diye mi düşünülüyor acaba.
İdarecilerimizin mutlaka bir bildiği vardır. Malum insan oğlunun sağı solu
belli olmaz. Bakarsınız ne kadar efendi olursa olsun, yolcu o koridora girince
azıtıverir: Belki böyle düşünüyorlardır bizi koruyanlar.
Bildiğiniz gibi her eşya Scanner’lardan – tarayıcılardan - geçiyor,
taranıyor. Bavullar, el eşyaları ve bizzat kişiler . Bavullar teslim edildikten
sonra çok güçlü tarayıcılara gönderiliyor.
Eğer bavulunuza film gibi hassas
şeyler koymuşsanız, tarayıcının gücü bunlara zarar verebilir. Bu nedenle hassas
eşyalarınızı yanınıza almanızda yarar var.
Sonra kişinin kendisi ve yanına aldığı eşyalar tarayıcılardan geçirilerek
kontrol ediliyor. İnsancıklar tarayıcıdan geçmeden kemerlerini, ayakkabılarını
çıkarıp kontrol edilsin diye bantın üzerine koyuyorlar. Ayrıca bilgisayarlarda
çantalarından çıkarılıp kontrole sunuluyor.
Sonra sağlık nedeniyle veya çocuğunuz için yanınızda taşımanız gereken
krem, mama türü şeyleri de beyan etmek zorundasınız. Onlar da kontroldan
geçiriliyor. Hergün yeni bir kontrol mekanizması faaliyete geçiyor.
Bir kış günü yolculuk ediyorum. Üzerimde paltom, altında ceketim, onun
altında yeleğim var. Elimde pasaport, para, vesairenin olduğu küçük çantam ve
ayrıca içinde bilgisayarımın ve ufak tefeğimin olduğu daha büyükçe bir çanta.
Ha birde şapkam var başımda.
Kuyruğa girdim.
Sıram gelince şapkamı,paltomu, sonra ceketimi, daha sonra
yeleğimi çıkardım. Bir kutuya koyup bantın üzerine bıraktım.
Sonra çantalarımı
bir başka kutuya koydum. Bir görevli ayakkabılarımı işaret etti.
Ayakkabılarımı da çıkarıp bir kutuya koydum.
Allahtan çoraplarım delik
değil. Yoksa İstanbul’da Sultan Ahmet Camiini ziyaret eden delik çoraplı Dünya
Bankası Başkanı gibi rezil olmak işten değil.
Görevli saatimi ve bozuk paraları
hatırlattı. Onları da kutuya koydum.
Taramadan geçtim. Bir sorun yok, ama yerler soğuk. Önce paltom geldi, sonra
diğerleri. Toparlanmaya çalışırken görevli;
“ Bu çanta kimin ? “ diye çantamı
gösteriyor.
“Benim !” diyorum.
“İçinde ne var ?”
“Bilgisayar !”
“ Onu çantadan çıkarın ve bantın üzerine bırakın.”
Öbür tarafa geçip bilgisayarı çantadan çıkarıp, tekrar banta koyarken,
aklıma içinde pasaport ve paramın olduğu diğer çantam geldi.
Acele diğer tarafa
geçmek isterken memur durdurup sıramı beklememi söylüyor. Önümde 3 kişi var.
Yaşlı bir kadın tarayıcıdan bir türlü geçemiyor. Kadıncağız telaş içerisinde
çırpınıp duruyor. Herhalde bir problem var. Genç bir kız sekerek ayağından
kışlık çizmelerini çıkarmaya çalışıyor.
Aklım çantamda; Nihayet taramadan geçip çantama ulaştım. Şükürler olsun.
Eşyalar üstüste yığılmış. Ayakkabılarımı giyip üşüyen ayaklarımı kurtardım
önce. Sonra arkadan gelen eşyaların itekleyip durduğu bilgisayarımı çantasına
yerleştirdim.
Pasaport ve para çantamı bacaklarımın arasına kıstırıp yeleğimi,
sonra ceketimi,şapkamı, sonra da paltomu giydim.
Bilgisayar çantamı ve kemerimi
alıp biraz ileriye rahat bir yere ulaşıp kemerimi bağladım.
Deminki genç kız çizmelerini giymeye çalışıyordu. Bir süre onu izledim.
Çizmeyi bir türlü ayağına geçiremiyordu.
Biraz ileride ihtiyar teyze de
ayakkabısının kenarına basmıştı. Anlaşılan o da giyememiş ayakkabısını.
Başarıyla kontroldan geçtiğimden büyük bir zafer kazanmış gibi yorgunluk
atmak için bir yere oturdum.
Kitabımı açtım, okumaya başladım. Bir süre sonra
uçağın kalkışına ne kadar kalmış diye saatime bakınca saatimin bileğimde
olmadığını gördüm.
Acaba evde mi unuttum derken aklıma saatimi kontrol
noktasında çıkardığım ve kutuya koyduğum geldi.
Koşarak kontrol noktasına gittim. Saatimi sordum. Görevliler birbirleriyle
konuştular.
Birisi saatimin markasını sordu. Her zaman zamanı anlamak için
saatime bakarım ama yıllardır markasına bakmak aklıma gelmemiş. Ya da baktımda
hatırlamıyorum:
“ Markasını bilmiyorum ” dedim.
“ Nasıl olur ! ”
“ Vallahi ben arabamın plakasını da bilmem ”, dedim, sanki özür yerine
geçermiş gibi.
Neyse uzun etmeyeyim, sonunda saatimi almayı başardım.
Uçağa bindiğimde,
kontrol noktasında eşyalarımı telaş içinde banta koyarken ve alırken gömlek
cebimde madeni paraları unuttuğumu farkettim.
Tarayıcı gömlek cebimdeki
paraları algılamamıştı. Ve alarm da çalmamıştı.
Üstelik yine telaş içinde dudaklarımdaki uçuk için yanımda taşıdığım kremi
de hatırlayıp görevlilere göstermemişim, o da o karışıklıkta geçmiş.
Bir gazete haberinde bir takım kanunsuz adamların, güçlü tarayıcılarla
sokaktan geçen arabalardaki insanların cüzdanlarında taşıdıkları kredi kart
bilgilerini okuyup bu bilgilerle sahte kartlar yaptıklarını görmüştüm.
Bir
başka haberde de uzay istasyonunda, tamirat için boşlukta çalışan bir
astronotun düşürdüğü minik bir aletin bir anda dünyayı alarma geçirdiği
anlatılıyordu.
Yani elde böylesine kuvvetli izleyiciler varken 80 yaşındaki insanlara niye
ayakkabı çıkarttırılır ?
Niye yerlere basmak zorunda bırakılırlar ?
Niye
insanlar soyundurulur ?
Niye insanlar bir yanda düşen pantolonlarını tutmaya
çalışırken, bir yandan da eşyalarını toplamak ve herkesin önünde giyinmek
zorunda bırakılırlar ?
Niye insanlar bu soyunma, dökünme sırasında bazı şeyleri declare etmeyi
unutup, kurallara uymamış duruma düşürülür ?
Güvenlik elbette çok önemli.
Ama güvenlik sağlarken insanlara eziyet
etmenin akılcı bir açıklaması varmı ?
İnsanları köpeklere koklatarak yasa dışı
şeyler aramanın bir anlamı varmı ?
Yine bir zamanlar bir gazetede Havaalanındaki Güvenlik önlemlerinin çoğunun
göstermelik olduğu yazılmıştı. Amerika’da gazete muhabirleri bıçakla kontrolden
geçebilmişlerdi.
Giderek sıkılaşan, güvenlik önlemlerini gözümüzün içine sokarak
ağırlaştırmak kimin yüreğine korku veriyor: Kötü insanların mı ?
Yoksa masum insanların mı ? Bundan böyle hep korkutularak mı yaşayacacak
insanlar ? Otobüse binerken, Subway’e binerken de tarayıcılardan mı geçeceğiz ?
ÖNCE YEMEKLER BOZULDU
Yazar: Halit Angıner
Yorum Sayısı: 2
Tarih: 09 Nisan 2008 12:39
Oldum olası Kovboy filmlerine bayılırım.
Kızılderileri, silahşörleri, korku
bilmez kahramanlarıyla çocukluğumun rüyalarını süslüyen bu filmlerin
gösterildiği sinemaya götürsün diye babamın gözlerinin içine baktığım günleri
anımsıyorum.
Koşuşan atları, patlayan silahları, tam tam seslerini, ertesi gün
mahallede arkadaşlarıma heyecanla, nefes nefese anlatırdım.
Ama yatağımda uyku öncesi hayallere daldığımda gözümün önünden gitmeyen hep
o filmin başlangıç ya da bitiş sahnesi olurdu;
Yalnız Kovboy, atının üzerinde
bitmeyecekmiş gibi görünen bozkırın ufkunda belirir, yavaş yavaş kameraya
yaklaşır, sonunda perdeyi doldururdu, veya filmin sonunda atını bozkıra sürer,
küçülür, küçülür ve gözden kaybolurdu.
Yattığım yerde, birgün o kovboy gibi olmayı düşlerdim. At üzerinde, sonsuz
bir bozkırda, hep ileriye, hep uzaklara, daha uzaklara gitmeyi, avare ve özgür,
bulutlara karışmayı özlerdim.
Ama dünyanın gerçekleri elbette farklı. At üzerinde macera geçmişte kaldı.
Ben yetiştiğimde ulaşım aracı otobüstü.
Mesafeler uzar, zaman kısalırken
uçaklar devreye girdi.
Her ikisini çok sevdiğimi söylemeliyim. Uçakları beni
istediğim yere çok kısa sürede ulaştırdıkları için, otobüs ve diğer kara
araçlarını, dolaştığım yerlerin bütün güzelliklerini görmemi sağladıkları için
seviyorum.
At sırtında gezmenin romantizmini ve her anın ve her adımın tadını
yaşayarak çıkarmanın imkanını tam vermeseler bile uygarlığın bu nimetlerine hep
minnettar oldum. Önce alıştım, sonrasında da sevdim.
İlk uçağa üniversiteyi bitirip, Devlet Su İşleri'nde çalışmaya başladığımda
binmiştim. Adana’da yapılacak olan Tarsus Berdan Barajı arazisini incelemiş ve
uçakla dönmüştük Ankara’ya.
Müthiş heyecanlıydım bu ilk uçak yolculuğum için.
Bugünkülere göre minicik, pervaneli bir uçaktı.
Uçağa binmek için sıraya girmişken arkamıza kucağı oyuncak bebeklerle dolu
bir adam geldi.
Şefim Numan Bey adamla kucaklaştı. Sonra beni “genç mühendisim”
diye tanıttı adama; Adamın adı Vedat Dolakay’dı. Mimardı.
Adını gazetelerde
okumuştum. Pakistan’da, inşaatı süren, ünlü bir caminin mimari projesi için
açılmış olan uluslararası yarışmayı kazanmıştı.
Şimdi de Pakistan’dan, o cami
inşaatının kontrolünden geliyordu. Kucağındaki oyuncak bebekler mi: Onlar
sevgili torunu içindi.
İlk uçak yolculuğumda dünyanın öbür ucundan gelen ve üstelik takibeden
yıllarda Türkiye’de adı sürekli tartışılacak biriyle tanışmıştım.
Uçak yolculuklarından hep zevk duydum sonrasında. Kendimi, bulutların
üzerinde, tıpkı çocukluğumun filmlerindeki uçsuz bucaksız bozkırlarda yol alan
kovboy gibi hissediyordum.
Üstelik bir zaman sonra bir başka saat dilimine, bir
başka dünyaya gözlerinizi açıyorsunuz.
Son derece kibar bayanlar servis veriyor; adeta bir kuş sütünüz eksik. Eski
uçak yolculuklarını hatırlayanlar bilir. Yok yoktu o zamanlar.
Her isteğiniz
anında yerine gelirdi. Yemekler bir harikaydı. Havayolları, yemeklerindeki
etlerin hangi yaylalarda otlayan hayvanların etinden geldiğini yazarlardı
kitapçıklarına ve bununla övünürlerdi.
Hani bir kitap var, adı “ Önce ekmekler bozuldu “; Onun gibi önce yemekler
bozuldu havayollarında.
O güzelim yemeklerin yerini ne olduğu belirsiz soslu,
makarna aldı. Geniş içecek menüsü yerini kırk kişiye pay edilen plastik
şişedeki Coca Cola’ya bıraktı.
Oğlumla birlikte uçuyoruz. Hostes ne içeceğimizi sordu. Oğlum:
” Diet Cola
“, dedi. Ben de
“Diet Cola” dedim. Hostes:
” Beraber misiniz ?” diye sordu.
Oğlum:
“Evet” dedi. Ben acaba niye sordu diye merak ederken, hostes bize birer
plastik bardak ve bir teneke kutu Cola verdi ve
“ Pay edersiniz” dedi.
Meğer havayolu tasarruf olsun diye iki kişiye bir tane Coca Cola vererek 20
Cent az masraf edecekmiş. Böylece zararını azaltacak.
Kimbilir belkide
arttırdıkları 20 Centleri biriktirip genel müdürlerinin aldığı milyonlarca
dolarlık bonusa karınca kararınca katkıda bulunulacaklar.
Uçak hizmetlileri eski yıllarda hem güzel, hem güler yüzlü bayanlardan
seçilirdi. Dergi ve gazeteler hava yollarını anlatırken hosteslerini,
verdikleri servisi ve güleryüzü anlatırlardı. İnsan uçaklarda gerçekten kendi
evindeymiş gibi yolculuk ederdi.
Servis sadece uçağın içinde azalmadı. Bakın anlatayım:
Geçende bir yolculuk için problem yaşamayayım diye 3 saat öncesi Toronto
Havaalanı'ndayım. Kuyruğa girdim. Sıram geldiğinde bavulumu tartıya koyup
pasaport ve e-biletimi uzattım. Bayan bilgisayara baktı ve
“ Uçakta sizin
yeriniz yok.” dedi.
- “Neden yerim yok?”
- “Olan yerden fazla bilet satılmış”.
Bu çağda, böyle uygar bir ülkede, bunca bilgisayara rağmen “ fazla satış”.
Ben ve birkaç kişi dışında herkesin yeri var, bizim yok.
Diğer yolcuları gösterdim:
- ”Niye bunların yerleri var da benim yok?”.
- ” Onlar önceden internetten yerlerini almış olmalılar” dedi. Bayan:
Elimdeki yer numarasını gösterdim;
- ” İşte bende internette yerimi ayırttım: 16F “. Baktı ve:
- ” O zaman uçak değişmiştir “ dedi ve ilave etti” Evet uçak
değişti!” Yani un ipe serilmiş.
Tartışmanın anlamsızlığını görünce sorumlu aradım.
Yok. Bir görevli büyük
bir içtenlikle bana boşuna yorulmamamı söyledi.
Koca Pearson Terminalinde bu
Kanada’nın en büyük ve tek havayolunun hiçbir sorumlusu yokmuş.
Ama şikayet
edebilmem için bir kart verdi.
- ”Bakın” dedi, ”Kartta hiçbir ad ve telefon
numarası yoktur. Havayolu yolcularıyla muhatap bile olmak istemiyor.”
Gerçekten
kartta yalnızca bir fax numarası vardı. Yani : “Anlat derdini MARKO PAŞA’ya”.
Yola çıkıyorum diye evin anahtarını yanıma almamıştım. Çocuklarımdan biri
Amerika’daydı, diğeri İsviçre’ye gitmişti. Beni havaalanına getiren üçüncüsü
ise, beni bıraktıktan sonra Montreal’e yola çıkmıştı.
Yani eğer uçağa binemezsem
Toronto’da evsiz yurtsuz kalacaktım. Görevli halimi anlıyordu, ama Kanada’da
uluslararası havayolları 2'den bire inince ( Biri ötekini satın almıştı
hatırlayacaksınız ) rekabet ortadan kalkmış, zaten giderek azalan servis sıfıra
inmişti.
“Çözüm mü?! Maalesef şimdilik yok. Yeni bir havayolu kurulursa belki bazı
şeyler değişebilir.”
Ben gidip uçağın kapısında beklersem, gelmeyen bir yolcunun yerine
binebilirdim: ”Başka çareniz yok maalesef !”
Neyse ki benim hikayemin sonu, eşeğini kaybeden ve sonra bulunca çocuklar
gibi sevinen Nasreddin Hoca’nın hikayesi gibi mutlu bir sonla bitti.
Tahminen 2
saat sonra gelmeyen bir yolcunun yerine yerleşmiş, sevgili ve rakipsiz
havayolumuzun ikramı makarnayı yiyordum.
Yaşadığım heyecan ve koşuşturma beni
çok, ama çok acıktırmış olmalı ki, makarnayı müthiş bir iştah ile yedim,
bitirdim, şükrettim.
Böylece galiba yine rakipsiz havayolumuz kazandı.
toplam 2 yorum yazılmıştır.
J. Ceasar [ 15 Nisan 2008 20:44 ]
Belgincim ne sen gör ne ben anlatayım.içi beni dışı seni yakar.Bu sahtekar
adamların bi kazığıda bana dokundu 2 yönlü bilet aldım ingiltere üstünden
geldim Türkiyeden okulum bitti ülkeme dönücem vizem bitmediği halde beni
uçurmadılar.İnşallah ol uçak başında patlar birgün 2000 dolara tek gidiş bilet
almak zorunda kaldım.Millet gelir takılır buraya atmak isterler ben kavga ettim
ülkeme gidicem diye polise şikayet ettim polis hanım neden burda kalmıyorsun
dedi.buyur burdan yak.lanet olsun benim içimdeki bu insan sevgisine
Belgin Maviş [ 10 Nisan 2008 03:23 ]
Merhaba.Öncelıkle Hoşgeldiniz.Yazınızı keyifle okudum.Akıcı dille ve samimi
yorumlarınızı begendım.Elinize saglık.Bana Kanadayı anlatın .Görmediğim ve
görebilirmiyim bimediğim o uzak ülkeyi..
ORHAN PAMUK'u LİNÇ ETMEK
Orhan Pamuk'u linç etmelerine izin mi verelim, bizde mi katılalım bu linçe
?
Yazar: Halit Angıner
Kategori: Kültür/Sanat
Tarih: 23 Ocak 2008
Bir arkadaşım Globe and Mail’de çıkan Orhan Pamuk’un Öteki Renkler adlı
kitabını eleştiren bir yazıyı internet aracılığıyla -kendisine de internetten
gelmiş - göndermiş.
Konuyla ilgili bir haber de Canadatürk’ün son sayısında
yayınlanmıştı.
Yazıyı yazan Claire Berlinski, İstanbul’da yaşayan bir yazar. Üstelik Orhan
Pamuk’la aynı semtte yaşıyor, Cihangirde.
Yazısında Pamuk’un ilk gençliğinden
başlayarak yazarlığa adım adım gidişini, okuduğu kitapları, sevdiği yazarları,
edebiyat eleştirilerini, günlük yaşamını anlattığı kitabını tanıtıyor. Hafife
alarak, biraz dalga geçerek.
Yazıdaki bir iki maddi hatayı söylemeliyim önce.
Berlinski, Pamuk’un
kitaplarının 20 dile çevrildiğini söylüyor. Oysa internete baksaydı, Nobel’i
almadan önce bile yazarın kitaplarının 46 dile çevrildiğini ve 100 ülkede
yayınlandığını öğrenebilirdi.
11 Eylül 2001 olayının ve dolayısıyla Doğu - Batı ve Islam çelişkilerinin,
Pamuk için edebiyat piyangosu olduğunu, edebiyat çevrelerinin yazara birden
ilgi duyduğunu ve bunun sonucu ödüller almaya başladığını yazıyor.
Yine
internete baksaydı Pamuk’un aldığı ödüllerin çoğunun bu tarihten önce
verildiğini görebilirdi.
New York “My Name is Red”“ afişleriyle yine bu
tarihten önce donanmıştı.
Yargılanmasının Orhan Pamuk’u sembolist yazarlıktan sembol haline
getirdiğini söylüyor.
Türkiye, Orhan Pamuk’u 1980’lerin başında tanıdı.
Başından beri en çok tartışılan yazarlardan biridir.
Genç yaşında yazdığı
“Cevdet Bey ve Oğulları”, 20’inci yüzyılın ilk yarısındaki Türkiye’nin ve
insanlarının, müthiş bir gözlemin adeta kameraya kaydettiği resmidir.
“Sessiz
Ev” bir zamanlar hepimizin yaşadığı kabuslu günlerin hikayesi, inanılmaz
sanatçı ti-tizliğinin ve dağarcığı tıka basa bilgi yüklü bir beynin ürünüdür.
“Kara Kitap” ise, insan ruhunu, bir şehrin - Istanbul’un- ve yüzlerce yıllık bir
kültürün sırlarıyla ören, işleyen, her bölümü okuma günlerinde okunduğunda
insanı alıp götüren bir şahika.
1992’de Kanada’ya göç ederken kitaplarını yanımızda getirdiğimiz bir kaç
yazardan biriydi Pamuk.
Yani o zaten bir semboldü edebiyat meraklıları arasında,
2005 yılında bir anda sembol olmadı.
Berlinski, Orhan Pamuk’un yurdunda karşılaştıklarının, hayatının tehlikeye
girmesinin, yargılanmasının Nobel Komitesini fare kapanındaki peynir gibi
etkilediğini, onların da ödülü Pamuk’a verdiklerini, Pamuk’un yetenekli bir
yazar olduğunu ama kimsenin ödülün onun eserlerine verildiğine inanmadığını
söylüyor.
Sayın eleştirmen diyor ki:
- "Bu kitapta yazılanlar her gencin tuttuğu günlük
notlar gibi. Hani büyüyünce bir gün, o günlüğü okur sonra çöpe atarsınız. Ama
Nobel’i alırsanız, bu da arada satılır diye düşünüp yayınlarsınız.
Eleştirilmezsiniz bile, korkarlar eleştirmeye, çünkü Nobel almışsınız."
Oysa bu kitap 1999’da yayınlandı. Bende ki Türkiye baskısında 1999 yılı
yazıyor. 20.000 adet basılmış. Yani Nobel’e daha çok yıllar varken.
Ve de
okunmuş. En azından ben okudum.
Iki sayfalık yazıda bu kadar hata bulmak çok bile. Artık bırakayım hata
aramayı. Çünkü çok uzayacak.
Orhan Pamuk’u yazar olarak beğenmeyebilirsiniz,
anlarım. Düşüncelerine hiç katılmayabilirsiniz, anlarım.
Hani, antipatiktir, hoşunuza gitmez, anlarım.
Kişisel bir probleminiz vardır, anlarım.
Ama anlayamadığım bazı şeyler var, bizlerle, bizimle, toplumumuzla ilgili,
Berlinski ile değil:
- “Yahu bizim niye dünyaca ünlü, ansiklopedilere giren, herkesin adını
bildiği, tanınan bir kimsemiz yok” diye hep şikayet ederdik.
Cehennem fıkrası gibi, bacağından aşağıya çekiyoruz ki, kimse kaynar
kazanın dışına çıkamasın.
Adamın biri, Türkiye’den biri, bizden biri, bir Türk
- Orhan Pamuk - Nobel gibi bütün dünyanın bildiği prestijli bir ödülü kazanıyor
ve biz “ ödülü hak etmedi ” diyoruz.
Eğer edebiyatla ilgileniyorsanız ve gerçekten
hak etmediğine kani iseniz yapacağınız ne olabilir ?
Dersiniz ki: - " Bu adam bu ödülü hak etmedi, ülkemde daha iyileri var!"
Ama olsun, benim ülkemin sesini duyurdu:Bir Türk Nobel alabilirmiş. Işte
bizim de dünya çapında yazarlarımız var, hatta daha da iyileri var.
Türkçe diye
bir kültür ve edebiyat dili var. Biz Anadolu’nun insanları büyük bir kültürün
çocuklarıyız.
Ve bu dil, bu edebiyat dili, Nobel Ödülünün dağıtıldığı salonda bütün
dünyaya Orhan Pamuk’un ağzından duyuruldu .
Belki de Nobel’in tarihinde ilk
defa, yazara ana dilinde, yani Türkçe hitap edildi ödülü verenlerce.
Milyonlar
ve milyarlar bunu izledi.
Herkes ile uzlaşma yolu arayan biz Türkler niye birbirimize bu kadar
acımasızız. Içimizden çıkan dahileri, sanatçıları dışlıyor, sonra yıllar
geçince aynı kişilere ağıtlar düzüyoruz.
Şiirlerini bugün bağıra çağıra okuduğumuz şairleri, yazarları hapislerde
çürütmedik mi, hainlikle suçlamadık mı?
Sanatçı aykırı insandır. Farklı olmasaydı sanatçı olabilir miydi?
Unutmamalı, farklı olanlar, toplumu geleceğe taşıyanlardır.
Ama beni en çok etkileyen, üzen, Orhan Pamuk’a sahip çıkmak yerine sıradan
bir yazarın ağzından bir değerimizin küçültülmesine seyirci kalınması, hatta
internet aracılığıyla bu saçmalığın ortalığa yayılmasına destek olunması.
Son derece subjektif Orhan Pamuk eleştirisini internetten Türkler’e yanlış
anlaşılabilecek bir dip notuyla gönderen, şahsen tanımadığım, ama adını
arkadaşlarımın takdirleriyle duyduğum değerli bir Kanada toplumumuz üyesinin:
“Türk kültürü böyle sanatçılar çıkarıyor. Işte kazandığı ödüller, kitapları 46
dilde 100 ülkede okunuyor, onunla övünüyoruz” diyerek bir yanlışı düzelteceğini
umuyorum.
Orhan Pamuk’u linç etmelerine izin mi verelim, bizde mi katılalım bu lince
?
Claire Berlinski alaycı ifadesiyle diyor ki:
- “Ben de İstanbul’da
Cihangir’de, Orhan Pamuk’la aynı ortamda yaşıyorum: Asya ve Avrupa arasında
sıkışan bir yerde.”
Ne güzel değil mi: Orhan Pamuk’la dalga geçeceğine, yazıversin “Doğu ve
Batı arasında sıkışmayanların” romanını, alıversin Nobel’i veya öteki ödülleri.
Görelim boyunun ölçüsünü ve alkışlayalım Berlinski’yi.
HALİT ANGINER/CANADATÜRK
No comments:
Post a Comment