Şaşıramadan yaşamak
07/06/2012
Sınavlara hazırlanıyordum.
Kimya çalışıyorum: 2 hidrojen atomu, bir oksijen atomuyla birleşince bir su molekülü çıkıyordu ortaya.
Elle tutulamayan, gözle görülemeyen iki gaz birleştiklerinde, elle tutulan, gözle görülebilen bir maddeye dönüşüyorlardı.
Bunun şaşırtıcı bir tarafı yoktu. İki gazın içinden elektrik akımı geçirilince, bu sonucun alınması doğaldı.
Öğrendiklerimizle oluşan bilgi birikimi, böylesi bir kimyasal olayı olağan görmek için yeterliydi.
Çalışmaya ara verdiğimde, annemi, bahçede, şeftali ağacının yanındaki çiçeklere dalgın bakarken buldum.
Uzun süre beni farketmedi
.
Öğle vaktiydi. Gölgeyi, dayanılmaz şekilde çekici yapan bir sıcak vardı. Böcekler uyuşmuş gibiydiler.
Arılar kanatlarını öyle ağır vuruyorlardı ki, bütün hareketleri, gözle, kolaylıkla takip edilebilirdi.
Konduğu çiçeğin sapı, önce arının ağırlığı ile eğiliyor, sonra yavaşça yarıya kadar doğruluyor, daha sonra hafif titreşimlerle dengede kalıyordu.
Anneme sordum: “ Dalmışsın, ne düşünüyordun, anne?”
Annem, baktı, gülümsedi:
“Çiçekleri ”, dedi, “Geçen ay ekmiştim. Şimdi çiçek açtılar. Nasıl da güzeller. Şu toprağa bakıyorum, bir de şu çiçeklere! Çiçekler birbirlerine benzemiyorlar. Renkleri farklı; biri kırmızı, öteki beyaz. Kokuları da farklı. Halbuki aynı yerde yetiştiler. Aynı toprakta. Toprakta olmayan renk, toprakta olmayan koku bu çiçeklerde nasıl oluyor? İşte bunları düşünüyordum.”
Okul ve kitaplardan öğrendiklerimle açıklama yapmak aklımdan geçtiyse de, hemen vazgeçtim bundan.
Annemin manevi dünyasının güzelliğini, bilimin somut verileriyle yavanlaştırmanın zamanı değildi.
Böyle düşünerek, ben de, anneme katıldım.
Çiçeklerin huzur veren güzelliğini, ferahlatan kokusunu, bunların mucizevi oluşumunu konuştuk.
Dünyanın nimetlerini, güzelliklerini ve her şeyi:
bir sevda şarkısı gibi duyup
bir çocuk gibi şaşarak yaşamak,
ne güzel. Ne büyük haz veriyor insana.
Bilimin bizi taşıyıp getirdiği şimdiki noktada, insanı şaşırtabilecek ne kadar az şey var.
İnsan, madeni bir kuşa binip uzak diyarlara uçabilmeye şaşırmamayı, uzun yıllar önce öğrendi.
Jules Verne’nin ay seyahatini konu eden kitabını 150 yıl önce okuyanlar, anlatılanları merak ve şaşkınlıkla karşılamış olmalılar.
Oysa şimdi ay, komşu kapısı. İnsan ömrünün izlemeye bile yetmeyeceği mesafelerdeki yıldızlara, uydular gönderiliyor.
Buralardan, yani uzay yolculuğunun değişik aşamalarından ve diğer gezegenlerden fotoğraflar, elektronik olarak dünyamıza eriştirilebiliyor.
Ne yapılan bu yolculuklara, ne de bizlere iletilen görüntülere şaşırıyoruz.
Ekranın karşısına oturup, dünyanın öte ucundaki torununu görünce bile şaşırmıyor insan.
Laboratuvarda genleri değiştirilen tohumlar ekiliyor tarlalara.
Bu tohumlarla daha çok ürün alınıyor.
Meyve ve sebzeler, tornadan çıkmış gibi, kusursuz.
Elmaya benzeyen domates, kutuya benzeyen kare karpuz, tüyü olmayan piliç, kimseyi şaşırtmıyor.
Her taraftan durmaksızın akan bilgi yağmuru, her kesimi, anında her şeyden haberdar ediyor.
Taze bilgi, hemen ardından gelen daha taze bilgi nedeniyle, insanı şaşırtamadan tazeliğini kaybediyor.
NSA (National Security Agency), Utah’ta, büyük bir tesis yapıyormuş. Burası bir depo görevi görecekmiş.
Depolama görevini, şimdiye kadar üretilmiş en hızlı ve en büyük bilgisayar yapacakmış.
Bilgisayarın depolama kapasitesi, dünyada yaşayan bütün insanların, bir yıl içerisinde internette yaptıkları her şeyin (yazma-çizme, indirme-yükleme, her şeyin, ama her şeyin), bir milyon katı büyüklüğündeymiş.
Peki, bilgisayar buraya neyi depolayacak?
Dünyadaki tüm telefon görüşmeleri, e-postalar, Google aramaları, elektronik alışverişler, dünyada yapılan seyahatlerin tümü, her türlü finansal faaliyetler (yani banka, borsa ve para trafiği), bütün diplomatik yazışmalar, askeri faaliyetler kayda alınıp depolanacakmış.
Üstelik her türlü şifreyi kıran, her şeyi çırılçıplak eden bir program da bu bilgisayarda yüklüymüş.
Adınız ekrana yazıldığında, yeryüzünde yaptığınız her şey, apaçık görevlilerin önüne dökülecekmiş.
Şaşırdınız mı?
Ben hiç şaşırmadım.
Çünkü artık şaşırma devri bitti.
Geriye, şaşırarak yaşanılan zamanlara özlem kaldı.
Görmek, işitmek, duymak, düşünmek ve konuşmak
koşmak alabildiğine,başı dolu, başıboş koşmak
yaşamak ne güzel şey,
he-hey,
yaşamak ne güzel şey
Anlayarak bir usta kitap gibi
bir sevda şarkısı gibi duyup
bir çocuk gibi şaşarak yaşamak
Yaşamak birer birer
ve hep beraber
ipekli bir kumaş dokur gibi
Hep bir ağızdan sevinçli bir destan okur gibi yaşamak..
Yaşamak..
Bunun şaşırtıcı bir tarafı yoktu. İki gazın içinden elektrik akımı geçirilince, bu sonucun alınması doğaldı.
Öğrendiklerimizle oluşan bilgi birikimi, böylesi bir kimyasal olayı olağan görmek için yeterliydi.
Çalışmaya ara verdiğimde, annemi, bahçede, şeftali ağacının yanındaki çiçeklere dalgın bakarken buldum.
Uzun süre beni farketmedi
.
Öğle vaktiydi. Gölgeyi, dayanılmaz şekilde çekici yapan bir sıcak vardı. Böcekler uyuşmuş gibiydiler.
Arılar kanatlarını öyle ağır vuruyorlardı ki, bütün hareketleri, gözle, kolaylıkla takip edilebilirdi.
Konduğu çiçeğin sapı, önce arının ağırlığı ile eğiliyor, sonra yavaşça yarıya kadar doğruluyor, daha sonra hafif titreşimlerle dengede kalıyordu.
Anneme sordum: “ Dalmışsın, ne düşünüyordun, anne?”
Annem, baktı, gülümsedi:
“Çiçekleri ”, dedi, “Geçen ay ekmiştim. Şimdi çiçek açtılar. Nasıl da güzeller. Şu toprağa bakıyorum, bir de şu çiçeklere! Çiçekler birbirlerine benzemiyorlar. Renkleri farklı; biri kırmızı, öteki beyaz. Kokuları da farklı. Halbuki aynı yerde yetiştiler. Aynı toprakta. Toprakta olmayan renk, toprakta olmayan koku bu çiçeklerde nasıl oluyor? İşte bunları düşünüyordum.”
Okul ve kitaplardan öğrendiklerimle açıklama yapmak aklımdan geçtiyse de, hemen vazgeçtim bundan.
Annemin manevi dünyasının güzelliğini, bilimin somut verileriyle yavanlaştırmanın zamanı değildi.
Böyle düşünerek, ben de, anneme katıldım.
Çiçeklerin huzur veren güzelliğini, ferahlatan kokusunu, bunların mucizevi oluşumunu konuştuk.
Dünyanın nimetlerini, güzelliklerini ve her şeyi:
bir sevda şarkısı gibi duyup
bir çocuk gibi şaşarak yaşamak,
ne güzel. Ne büyük haz veriyor insana.
Bilimin bizi taşıyıp getirdiği şimdiki noktada, insanı şaşırtabilecek ne kadar az şey var.
İnsan, madeni bir kuşa binip uzak diyarlara uçabilmeye şaşırmamayı, uzun yıllar önce öğrendi.
Jules Verne’nin ay seyahatini konu eden kitabını 150 yıl önce okuyanlar, anlatılanları merak ve şaşkınlıkla karşılamış olmalılar.
Oysa şimdi ay, komşu kapısı. İnsan ömrünün izlemeye bile yetmeyeceği mesafelerdeki yıldızlara, uydular gönderiliyor.
Buralardan, yani uzay yolculuğunun değişik aşamalarından ve diğer gezegenlerden fotoğraflar, elektronik olarak dünyamıza eriştirilebiliyor.
Ne yapılan bu yolculuklara, ne de bizlere iletilen görüntülere şaşırıyoruz.
Ekranın karşısına oturup, dünyanın öte ucundaki torununu görünce bile şaşırmıyor insan.
Laboratuvarda genleri değiştirilen tohumlar ekiliyor tarlalara.
Bu tohumlarla daha çok ürün alınıyor.
Meyve ve sebzeler, tornadan çıkmış gibi, kusursuz.
Elmaya benzeyen domates, kutuya benzeyen kare karpuz, tüyü olmayan piliç, kimseyi şaşırtmıyor.
Her taraftan durmaksızın akan bilgi yağmuru, her kesimi, anında her şeyden haberdar ediyor.
Taze bilgi, hemen ardından gelen daha taze bilgi nedeniyle, insanı şaşırtamadan tazeliğini kaybediyor.
NSA (National Security Agency), Utah’ta, büyük bir tesis yapıyormuş. Burası bir depo görevi görecekmiş.
Depolama görevini, şimdiye kadar üretilmiş en hızlı ve en büyük bilgisayar yapacakmış.
Bilgisayarın depolama kapasitesi, dünyada yaşayan bütün insanların, bir yıl içerisinde internette yaptıkları her şeyin (yazma-çizme, indirme-yükleme, her şeyin, ama her şeyin), bir milyon katı büyüklüğündeymiş.
Peki, bilgisayar buraya neyi depolayacak?
Dünyadaki tüm telefon görüşmeleri, e-postalar, Google aramaları, elektronik alışverişler, dünyada yapılan seyahatlerin tümü, her türlü finansal faaliyetler (yani banka, borsa ve para trafiği), bütün diplomatik yazışmalar, askeri faaliyetler kayda alınıp depolanacakmış.
Üstelik her türlü şifreyi kıran, her şeyi çırılçıplak eden bir program da bu bilgisayarda yüklüymüş.
Adınız ekrana yazıldığında, yeryüzünde yaptığınız her şey, apaçık görevlilerin önüne dökülecekmiş.
Şaşırdınız mı?
Ben hiç şaşırmadım.
Çünkü artık şaşırma devri bitti.
Geriye, şaşırarak yaşanılan zamanlara özlem kaldı.
Görmek, işitmek, duymak, düşünmek ve konuşmak
koşmak alabildiğine,başı dolu, başıboş koşmak
yaşamak ne güzel şey,
he-hey,
yaşamak ne güzel şey
Anlayarak bir usta kitap gibi
bir sevda şarkısı gibi duyup
bir çocuk gibi şaşarak yaşamak
Yaşamak birer birer
ve hep beraber
ipekli bir kumaş dokur gibi
Hep bir ağızdan sevinçli bir destan okur gibi yaşamak..
Yaşamak..
No comments:
Post a Comment